29 Mayıs 2014 Perşembe

Onur Ünlü ile olan tanışıklığım.


  Şiirle fazla hemhal olamadım. Cahilin önde gideni değilim ama şiir defterlerim de yoktur. Arada gönül tahtamı tıkırdatan bir iki mısraın peşinden koşmuşluğum olmuştur. İşte bu dizelerin bazılarının sahibi de Onur Ünlü (Ah Muhsin Ünlü)'dür. Zaten hepi topu bir (1) incecik şiir kitabı vardır (Gidiyorum Bu). Her okuduğumda afallatır beni. "Resulullahla Benim Aramdaki Farklar"ı okuduğumda gözlerim yaşarırdı, Anacığımı yitirdikten sonra ise şiirin adını telaffuz etmek dahi beni zırzır ağlatıyor.
   Sonra baktım : bir ilginç insan Onur Ünlü. Mütedeyyin ama dincilerden farklı bir derinliği var. Şiirlerinde Zarifoğlu etkisi bariz ama onun yazdığı şiiri de Zarifoğlu'nun şiirlerinden ayırabiliyoruz. Demek ki bu etki o kadar da bariz değil (şu anda kendimi yalanlıyorum). 
   Daha sonra sinemacı kimliğiyle tanıdım kendisini. İlk "Polis"i izledim, kurgu farklı, oyunculuklar iyi, senaryo başarılı ama biraz aceleye gelmiş gibiydi. "Çocuk" felaketini hiç saymıyorum, zira o sayılmaz. 
   Devran döndü, rüzgar farklı yönlerden esmeye başladı, afili filintaların bu ilginç tayfası bordadan aldığı rüzgarla apaz seyri yapmaya başladı. Onur Ünlü, TRT'de dizi yaptı. Merak ettim ama prensiplerim vardır, dizi izlemiyorum. Haliyle "Leyla ve Mecnun" nasıldır bilmiyorum. Devran dönmeye, ileri demokrasi durmadan ilerlemeye devam ediyordu. Bu arada "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi" geldi. Beklenen frekans gerçekleşmişti bana göre. Fail bir anayasa profesörüne çaktıkça çakılıyordu. İşçilik iyi, işleniş yanlıydı.
   Örümcek hislerim "ne zaman olacak" derken, bir de baktım ki TRT'deki iş bitmiş, sezinlediğim ayrılık gelmişti. Malum : Muktedir; zeka-yaratıcılık sevmez (kendinden olsa da). Şimdi ne olacak idi ? Onur Ünlü, izlemeye can attığım ama izleyemediğim "Sen Aydınlatırsın Geceyi" çekti.  Paraya tahvil edilmiş tüm filmlere inat, gösterime sokmadı filmini. Şimdiye kadar görmediğim bir hareketi göstermiş ve şaşırtmıştı fakiri. Ardından "İtirazım Var" geldi. Başka bir yazının konusu olan filmimiz, görmeyi beklediğim tarzda bir Onur Ünlü filmiydi. 
   Kendisini yolda görsem tanımam, hiç bir konuşmasını izleme fırsatım olmadı, hakkındaki haberleri (gözüme çarpmadıkça) pek izlemiyorum, yazılarını-şiirlerini okuyorum, çevirdiği (ki bazılarını tefeciden borç para alarak çekmiştir) filmleri izliyorum. Bu bana yetiyor. İnanç sistemlerimizin tümüyle farklı olmasına rağmen duygu sistemlerinde paralelliklerin çokça olduğu bu kişiyle aynı ülkede yaşamaktan haz duyuyorum. Arz ederim efendim...

28 Mayıs 2014 Çarşamba

"Başka Sinema" hakikaten başkaymış.

   Son yıllarda sinema salonlarına yabancılaştım. 
   Aşina olduğum salonlar bir bir kapandı. Reks, Süreyya (o şimdi opera salonu (bir tek ona üzülmüyorum, yine insanları topluyor çünkü)), As, Konak, İpek, Elhamra, Alkazar, Sinepop (tren vagonu gibiydi), Site ve dahi Rüya ile Güneş'i atlamamak gerekir (Rüya sinemasına ilk gittiğimde insanların rahat rahat sigara içtiklerini görünce aklım çıkmıştı (fırlama arkadaşlarımın gazıyla gittiğim Aksaray Güneş'te ise makinist "parça" koyamadan polis basmıştı)), finalde de Emek (ahh Emek!)(siyah biyeli yakalar ve bordo ceketleriyle yer göstericiler, gişede sarışın, uzun saçlı, geçkince bir abla, film başlamadan hemen önce duyulan perdeyi indiren motorun belli belirsiz sesi, tuvaletlerde bekleyen teyze, Barış Manço'yu da Cem Karaca'yı da ilk orada dinlemiştim.)(velhasıl Emek başka bir yazının konusu olacaktır. Aşikardır. O yüzden keselim.)
   Salonlar fade away olunca (silikleşerek kaybolan bir görsel efekt) içeride bir şeyler de koptu herhal. İlle sinemada izlenecek filmler haricinde pek gidemez olduk. Sonra internet icat oldu. Torrentiydi, anında izlemeleriydi, geniş ekran televizyonlar, ses sistemleri falan derken sinefil iyice izolasyona itildi. 
   Rahata alışmak kolay. Bünye, eski eldiveni giyercesine alıştı yeni kolaylıklara. Bir yerden kulağımıza çalınan filmi, evde ayaklarını uzatarak, istediğimizi yiyip içerek, sessizlik kuralına uymaksızın, orijinal diliyle izlemek hoşumuza gitti. Üstelik film iyi çıkınca, yönetmenin önceki işlerini izlemek, film biter bitmez hakkında geyik çevirmek de mümkün. Hâl böyle olunca sinefil de kolaya meyletti. 
   Sonra sinema salonları endüstrileşti. Pıtırak gibi açılan kapitalizm tapınakları (AVM diyorlar adına) içlerine birer sinema salonu yerleştirdi. İnternetten alınan biletler hemmen gişede tedavül edilip, havalı fuayelerinde, ücretsiz tuvaletlerinde (bir tek onu eleştirmiyorum), gümüş perdelerinde, süpersonik ses sistemlerinde, rahat koltuklarında filmleri göstermeye başladılar. 
   Aman ne iyi. 
   Ancak diğer yönden bu lükslere muhtaçsanız, başka sonuçlarına katlanmak zorundasınız. Salona varıncaya kadar vitrin bakacaksınız, "Gelecek Program" ve "Pek Yakında" bölümlerini unutacaksınız, film başlamadan önce yarım saat (30 dakika) reklam seyredeceksiniz, reklamlara ayrılan zaman jenerikten kesildiğinden müziği kim yapmış, görüntü yönetmeni kimmiş bilemeyeceksiniz, film bittikten sonra aracınızı bıraktığınız yeri hatırlamakta zorlanacak, açsanız AVM gıdalarından siftineceksiniz (yemeyin onları !). 
   Şikayetlenmek, mızıldanmak para etmiyor. Eski salonlar bitti işte.
   Önümüze bakalım.
   Başka Sinema diye bir şey var. Bazı salonlar, kadri kıymeti bilinmemiş ama kıymetli filmleri seans seans paylaşıp, eski usül sinemayı yaşatmaya çalışıyor. Sinebebe, Başka Çarşamba ve Bu Perşembe gibi yaratıcı fikirlerle günü yakalıyorlar. 
   Ankara Büyülü Fener'deki "Başka Sinema" ile yeni tanıştım. Geç tanımışım. Gişeden biletimi alıp, salona girmeden önce bir insana biletimi kestiriyorum (barkodumu makine okumuyor),  rahat bir salonda, (en önemlisi) aynı kafada insanlarla filmimi izliyorum (bu arada kimseyi "- telefonu kapayın, ışığından rahatsız oluyorum" çemkirmeleri yapmak zorunda kalmıyorum, çünkü kimse film izlerken telefonuyla oynamıyor). Film izlemek için plan yapıyorum, zaman ayırıyorum. Film izlemek için alışveriş yapmak zorunda kalmıyorum. 
   Özlemişim bunları.
   Gidin, siz de eski usül film izlemeyi ne kadar özlediğinizi hissedip şaşıracaksınız.

"Lanetli" Chuck Palahniuk'tan Cehennem Tanımlamaları...

   Yeraltı edebiyatı yeraltında olur. Bu bağlamda Çakpalahniuk'un kitapları yeraltı edebiyatı değildir. Nedir : yazar, kendini çok eleştirdiği o popüler kültürün bir metası haline getirmiş, twitterda olsun diğer medyatik kanallarda verdiği ropörtajlarda olsun ticari bir meta haline dönüşmüştür.
   Bunlar yazarın kemikleşmiş okur kitlesinden kendisine yöneltilen eleştiriler.
   Fakir bilmez bu detayları, onun ilk Palahniuk kitabıdır okuduğu. Ne "Dövüş Kulübü", ne "Ölüm Pornosu", ne de "Ninni"yi okumadım. Kısmet "Lanetli"yeymiş.
   Otuzaltı bölümlük kitabımızın her bölümü "Orada mısın Şeytan ? Benim, ben Madison." girizgahı ile başlıyor. Onüç yaşında, çok meşhur bir anne babanın yeniyetme kızı Madison, bize cehennemin merkezinden sesleniyor. İlk bölümden itibaren görüyoruz ki : romanın altyapısı Madison ve avenesinin cehennem maceralarından oluşurken, esas altyapıda sisteme karşı bir hayli acımasız bir eleştiri var. 
   Palahniukperestler bunun her kitapta aynı olduğundan şikayetçiler. 
   Olabilir. 
   İlk kez okuduğumdan benim hoşuma gitti. Ölüm stajı yapmak için televizyonda zapping, internette sörf yapma önerisi gerçekçiydi. Madison'un devasa bir cehennem zebanisini, arkadaşının kopuk kafasıyla mastürbasyon yaptırması matraktı. Cehennem betimlemeleri akılfikir ürünüydü. Cehennem müdavimlerinin başlıca görevlerinin, faniler akşam yemeğine oturduklarında çağrı merkezi çalışanı donunda, akla hayale gelmeyecek konular hakkında sorular sorarak o güzel akşam yemeğini bölmek olduğunu bilmek rahatlatıcıydı. Okurken sıkılmadım. Eleştirilere katıldım. Okuduktan sonra değiştim mi. Bilmiyorum. Bunu bilmek çok zor. Zaman gösterecek.
   Sisteme, kültüre, yozlaşmaya, bugünlere muhalifseniz "Lanetli"de içinize dokunan bir şeyler bulmanız olası. Değilseniz yaklaşmayın gitsin.

25 Mayıs 2014 Pazar

"Jack Ryan, Shadow Recruit" Böyle Hamaset Görmedim...

   Tomklensi yazmış, kevınkostnır/keyranaytli/krispayn oynamış, kenıtbreneg hem oynamış hem yönetmiş (ki Hamlet uyarlamalarını yönetmesiyle anımsanır), IMDB puanı 6.2 gibi bir ortalamada. 
   Bu durumda kafa boşaltmak isteyen sinefil ne yapar ? Yoğun bir işgününden sonra kafa boşaltmak için (izler izlemez unutmak için) bu filmi de es geçmez. Ben de öyle yaptım.
   Aşırı zeki, savaş gazisi kahramanımız; Siaey'e girer. Amerika'yı deli bir oligarkın pençesinden kurtarır. 
   Konu budur.
   Filmin işlenişi ilk yarıda biraz uyuklatsa da ikinci yarıda yükselen tempo, takip sahneleri, aksiyon sahneleri ilgiyi ayakta tutuyor, kurgu sarkmıyor, karakterler (fazla derine inilmese de) işleniyor, aksiyon sahneleri gözü tırmalamıyor, oyunculuklar fena değil. Beğenmemek için bir neden yok gibi görünüyor.
   Absürt ve fantastik filmlere bayılırım aslında (misal : Dünyayı Kurtaran Adam, Turist Ömer Uzayda falan favorilerimdendir). Ama ben böyle hamaset görmedim kardişim. Omuriliği haşat, ofiskuşu bir finans analistinden Amerika'yı kurtaran "en kahraman rıdvan" yaratmak da kenıtbreneg'in günah hanesine yazılacakmış demek ki. Olayların işleyişi o kadar postfantastik ki (kuntastik) ilk yarının başından itibaren uyuklamaya meyyal gözlerim şaşı bakıp şaşırdı. Sonlara doğru ise bir mide bulantısı hasıl oldu (filmin yan etkileri). Yazılar çıktığında geçici katatonideydim. Şimdilerde; nasıl unuturum hesapları yapıyorum. Maalesef yazdıkça hatırladığımdan yazmayı da kesiciğim şekerim. 
   Diyeceğim odur ki, izlemeyin, izletmeyin, uzak durun. 
HAMİŞ : Keyranaytli zayıflayınca ne çirkinleşmiş. Ancelinacoli birken, o ikinci zayıfçirkineskigüzel kadrosunu doldurur olmuş... Bir de kenıtbreneg (yarattığı oligark karakterini her ne kadar ete kemiğe büründürse de) kendini nasıl toplayacak bilmiyurum. O kadar dipte ki daha da derine gidemez dedirtiyor insana.

"The Science of Sleep" Rüyada kelebek olduğunu gören bir insan mıyım ? Yoksa bir kelebek miyim ?

    "Rastgeleliği yaratmak çok itina ister, en küçük dikkatsizlikte düzen kendini gösterir." gibi zihin kamaştıran konuşmaların geçtiği sürrealist, kuntastik bir kordeladır.
   BKK (bilinç kontrol kamarası),rüyaları ve gerçek hayatı arasında sık sık ikazsız geçişler yapan Stefın, kendisiyle aynı frekanslarda bir Stefıniye rastlayınca olaylar gelişir. Konumuz budur...
   "Kaypak zihnin sonsuz günışığı" ile kimi sinefillerin kült yönetmen koltuğuna kurulan yönetmenimiz Bay Gondri, yine zekasından bekleneni gerçekleştirerek masalsı bir eser ortaya çıkarmış. Standart kurgudan azade, bilinçaltının dekora yansıdığı, oyuncuların döktürdüğü (Gaelgarsiyabernal'in ıslakköpekyavrusu bakışlı gözleriyle çizdiği Stefın karakteri beni benden almıştır (özellikle başkasının odasında yakalandığında kendini yataklara atışı, ergen küsmeleri, naifliği falan şükeladır), Nemfomanyak'dakinin aksine giyinik olduğu zaman Şarlotgensburg'un aksanı ve çekiciliği ise sıcak çikolata kıvamındadır), dekorlar ve efektler naif olduğu kadar etkileyicidir, "şu an neler oluyor ?" sorusunun çözülebilmesi için kimi sahnelerin çok dikkatli izlemesi gerekmektedir.  
   Rüyanın ve gerçeğin birbirine karıştığı filmimizde "meşazavcısısinefillerin" (var böyle bir grup insan) beynini uyuşturacak kadar çok veri girişi vardır. Televizyonun "eğiticiliği", genel geçerliğin yaratıcılığa nasıl ket vurduğu (hatta baltaladığı), rüyaların "stop motion" izlenebilirliği, bilinçaltının üstüne nasıl etki ettiği falan filan.
   İmpresyonist sinefil ise (fakir bu kulübe üyedir) elinin altında bir piyale öküzgözü takviyesiyle, yüzünde ebleh bir gülümseme ile filmimizden kâm alır. Okuyanlara da bunu öneririm. Mesaj aramayı, "şimdi rüya mı ? gerçek mi ?" diye sormayı bırakın ve öylece izleyin. 
   Pragmatistlere, realistlere ve modern kapitalistlere önermem. Tat vermeyecektir.
   Ütopiklere, romantiklere kaçırmayın derin. Tadından yenmeyecektir...

23 Mayıs 2014 Cuma

"The Physician" Hekim mi, Doktor mu, Fizikçi mi ?

   Stellansıkarsgart'ın "Nimfomanyak"ta pantalonunu indirdikten sonra bu kez de tuniğini kaldırdığı, Benkingzli'nin tansiyon ölçen amcalara benzediği halde İbn-i Sîna'yı canlandırdığı filmdir.
   Tompeyn'in müslimler tarafından katledilmemek için kendini sünnet ettikten sonra müslim rolü kesmesi gerekirken musevi rolü yaptığı filmdir.
   Almanların yaptığı holivut filmidir.
   Annesi karınağrısından ölen robkol, hırs yapıp doktor olmak ister ama ne yazık ki 11.yüzyılda "doktor" kavramı "gelişmiş" batı'da yoktur. O da çaresiz ne yapsın çağının en büyük "hekimi" olan İbn-i Sina'nın kapısına yüz sürer. Konu da budur.
   Süresi çok uzun (150 dk.). Sanat, görüntü, ışık yönetmenleri şükela iş çıkarmışlar. Dekorlar, kostümler, oyunculuklar vasatın üstü. 
   Senaryo olarak hızlı ilerleyen bir yapıya sahip. (misal : robkol isfahan'a gitmeye karar verdikten 5 Dk.sonra falan Mısır'da oluveriyor.) Herşeyi hazır vermiyor, arada sorduğu küçük sorular var (fazla değil, ama var). Tarihi filmlerden öğrenmeye meyyâlseniz hem siz hem küçükler uzak dursun. Tarih, filmlerden öğrenilecek bir şey değil (bu kapsamda islamiyet tarihini "çağrı" filminden ibaret sananlara ve fena bir film olmamasına rağmen her kandilde muhakkak yayınlanmasına esef ederim.). 
   Bir kere onbirinci yüzyıl biraz karanlık bir çağ. Kayıt kuyut pek sahih değil. Ama olsun Nuh Gordon öyle yorumlamış, akıcı bir kitap yazmış. Filipstoltz da filmini çekmiş. Bunu yaparken kendi perspektiflerini yansıttıklarını unutmamak gerek.
   Yine de dönemin ruhunu iyi yansıttıklarını (CGI fazla sırıtmıyor mesela (bir çok sahne için plato kurulmuş)), bir çok ilginç bilginin öğrenilebildiğini (recmin musevi icadı olduğu mesela), dinin çoğu zaman gelişmeye sekte vurduğunu (kesin bilgi) gönül rahatlığıyla söyleyebilir, Cuma gecesi için kafayı yormayacak, meşaza boğmayacak bir film arayanlara gönül rahatlığıyla öneririm.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

"Küçük Şeyler 2" Okuyup, sevdiklerinize hediye edilesi...

   Kişisel Gelişim kitabı dendiği zaman tüylerim tiken tiken (evet diken diken değil) olur. Eğer kişiliğimin gelişmesi o tür kitaplara kaldıysa vah bana vahlar bana. 
   Buna mukabil Üstün Hocanın kitaplarını o tip kitaplardan ayrı değerlendirmek gerektir. 
    Bayan Dökmen'in sevgili oğlu, satırlarında "onu yap, bunu yap" diye öğütler vermekten ziyade, yolumuzdaki kapıları ve yolları göstermekte, "mesela burada bir ağaç olsun" diyen Bobross misali hayatımızdaki göremediğimiz güzellikleri ve aslında ne kadar muktedir olduğumuzu gözümüze sokmaktadır.
   Oldukça başarılı olan "Küçük Şeyler"den sonra devamı gelen "Küçük Şeyler 2" (itiraf edeyim ki isim konusunda pek yaratıcılık yoktur) içinde üç bölüm barındırmakta : Suflörlü Yaşamlar, Tulumbacı Sendromu ve Psikolojik Düğümler. Her bölüm; okudukça "aa vallahi de doğru" diye şaşırdığımız ve sıklıkla rastladığımız durumlarla dolu. Seçimler ise size bırakılmış, öyle de yapabilirsiniz, böyle de. 
   173 sayfalık kitabımız akıcı bir dilde yazılmış, bölümler uzun değil, başlıklar ve örnekler ilgi çekici, her türlü okunur yani. Sevdiklerinize de sevmediklerinize de hediye edebilirsiniz. Okursa makbule geçeceği kesindir. Korsanı da var ama itibar etmeyiniz. Sahaflarda okunmuşu korsanından ucuz. En azından onu tercih edin. Haydi iyi okumalar... 
   Hoca; psikolojik düğümlerin başlıca çözümünün okumak ve mizah olduğunu ileri sürüyor (ki bence çok haklıdır). Okumak ve mizah; yaşanılan toplumsal cinnet ile kutuplaşmayı geride bırakmayı kolaylaştırıyor (kesin bilgi (bende işe yarıyor)) (işte bir parantez rekorunu da böylece egale etmişizdir.).

20 Mayıs 2014 Salı

"Robocop" Propaganda mı, Satirik Hiciv mi ? Çözemedim...

   Aleksmörfi, vücudunu yitirip (ciğerli adam ama olsun !) ticari bir deneye konu olunca olaylar gelişir.
   Bu hikayeyi Polverhovın 1987'de çekmiş ve şüphesiz 2014 yapımından daha şükela bir iş çıkarmıştır. Sonlara doğru iyice parodiye kayan eski film, "cesur, yeni dünya"ya çakılan Turist Ömer selamıydı adeta.
   İkinci çevrim ise eski hikayenin üstünü bol bol efektle süsleyip düşünce olarak yeni bir şey ortaya koymamasıyla hatırlanacaktır.
   Bir tek oynadığı silik rolle harcanan Gerioldmın'a üzüldüm. Arada bir pırıldayan bilâ-ahlak enkırmen Semyılceksın'a bir alkış gönderdim. Robokopun yürürken çıkardığı amortisör sesleri ile nostalci yaptım. Duygusal olmaya çalışan (ama beyhude yere çalışan) sahneleri ileri sardım. İzler izlemez unuttum. 
   Masaüstünde bir iki gün kalınır, kalıcı diske asla kaydedilmez. Hele bilet, hiç alınmaz...


Şimdi baktım da Yönetmen Hose Padilha, fakirin polisiyelerde (ve dahi başka birkaç türde de) kült tacına oturttuğu "Tropa da Elite" serisinin de yönetmeniymiş. Demek ki neymiş ? Holivut adamı böyle yozlaştırabiliyormuş...

19 Mayıs 2014 Pazartesi

"After the Dark" Ortaya Karışık Felsefe...

   Filmin başladıktan sonraki ilk on dakika nasıl mutlu oldum anlatamam !... Dedim "tamam ikinci bir "The Man From Earth" vakasıyla karşı karşıyayım." 
   Filmin tamamının bir derslikte geçtiği halde karakterlerin aniden post-akoliptik bir dekorun ortasına ışınlanmaları. Her karaktere, betimleyici özellikler atanması, genelgeçer hayatta kalma içgüdülerinin ortaya çıkması, "sonsuz maymun" gibi felsefi göndermelerin video klipler şeklinde ardı ardına verilmesi, tanınmamış oyuncuların yer alması, Jakarta gibi mistik bir coğrafyada zuhur etmesi, öğretmenin her halukarda gıcık olması, şairin ilk elemede vurulması, hep vurulması ("zaten bizi her gün kurşuna diziyorlar" şiirin peygamberine de buradan bir selam çakalım !), alternatifler zenginleştikçe seçimlerin bencilleşmesi, dekorkostümözelefektlerin güzel olması falan fakiri sine vect (sözcüğün anlamını merak eden üstüne tıklasın) içinde bırakmıştı.
   Ancak üzülerek itiraf etmeliyim ki : ilk bir saatten sonra filmimiz bademe bağlamıştır. (negzel film eleştiriyurum.) Gerek kurgu, gerek senaryo olarak ilk yarıda insanı çişe götürtmeyen kordelamız her nedense ikinci yarıdan itibaren dibi bulmuş, fakir : kibarlığından ileri de sarmamış ve kırkbeş (45) dakikasını ziyan zebil etmiştir. 
   Hele son on dakikada dibin daha da dibine vuran pelikulamız; tüm o felsefi göndermelerin, bizans entrikalarının, hokkabaz kutularının; ergen bir kıskançlık sonucu olduğunu ifşa edince, izleyiciye güzel bir "yuh" çekmekten başka çare bırakmamıştır. 
   Oysa ki baştaki kurgu devam ettirilebilse ve sondaki vermek istenilen ama bir türlü verilemeyen meşaz (seçiyorum o halde varım !) daha açık verilse, en son on dakika silinse, en en son 30 saniye hiç çekilmese, belki izlenmeye değer olabilirdi.
   Heyhat !
   Filmimizi tek kelimeyle özetleyecek olursa işte bu kelime âdeta bunun için bulunmuş.
   Heyhat...

18 Mayıs 2014 Pazar

"Blue Valentine" Evlilik ve Tüketim Üzerine...

  Başlıkta zikredilen "tüketim" metaları değil karakteri kapsamaktadır. Yanlış anlaşılmasın...
   Dört kol çengi ilerleyen filmdir. Hem esasoğlanımız, hem de kızımız, bir geçmişten, bir şimdiki andan biteviye girdi yaparlar. Finalde; bu dört örgü bağlanır. 
    Mutlu olmak için seyredilecek filmlerden (zinhar) değildir.
    Evlilik müessesesinde (varmış böyle bir müessese); zamanın ve şartların ve dahi bunlarla değişen karakterlerin nasıl olup da bir diğerini tükettiğini konu alır.
   "Diin, Sindi'ye bir görüşte aşık olur, evlenirler, olaylar gelişir." konumuz budur. Ancaak : (Rayengasling'e şapka çıkartıyorum) neredeyse iki saate yakın süreyle (118 dk.) Sindi'nin saçlarını yolma hissiyatıyla kolayca izleniveren bu pelikula (iş bu özne : bu ağ güncesindeki en uzun söz dizimine sahip öznedir.), konusunun bu denli hayata yakın, kurgusunun izleyiciden çok şey beklediği, şükela müziklere sahip, oyunculukların senaryoya çok şey kattığı bir yapım olup öyle bir cümleyle özetlenilemez. 
   Eleştirmenler bir konuyu görmezden gelmişler fakire göre çünkii : Derek Bey (yönetmen), burada sinemanın büyüsünü tüm ekspeliyarmusuyla (hayripıtır'a selam olsun !) kullanmaktadır. Nedir : konuyu detaylandırdığımızda "sığır" intibaı verebilecek Diin'in aslında ne kadar naif ve iyiniyetli olduğunu, digemkâr ademoğulları idrak etmekte; diğer yandan "dallı güllü magazin motorları" kalibresinde (bir selam da Özlem Tekin'e gitsin !)  havvakızları ise Sindi'nin pek haklı olduğunu savunabileceklerdir. Nedir : kim, nereden ve nasıl bakıyorsa öyle yorumlanacak bir filmdir. Bu bağlamda önerim; farklı kültürel birikimlere sahip bir grupla izlenir ve sonrasında yorumlanırsa, ortaya şenlikli bir sohbet çıkar. Fakir gibi evlilikte yirmili yılları devireli bir süre olmuşsa eğer (ben bunu aynı keseye konan iki çakıltaşına benzetiyorum. yirmi yıl salladığınızda her bir taş köşelerini kaybedip, birbirine benziyor) varacağınız sonuçlar aynıdır.
   Evlenme planı yapan çiftler, evlenme düşleri gören tekler izlerlerse hevesleri büyük ölçüde törpülenecektir.
   Sabî sübyanla izlemeseniz iyi olur (gerçek hayatta olduğu gibi bir cinsellik vardır.) 
   Standart holivut yapımı değildir, sinefiller (nasolsa onların film izleyince mutlu olalım diye bir kaygıları yoktur.) ıskalamasınlar.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

"The Monuments Men" Sanatçının Bakışı...

   Kadro süper, senaryo ilgi çekici, Kulunii'nin daha önceki işleri fena değil, dekor, kostüm, sanat yönetmeni iyi iş çıkarmış. Hülasa : un, yağ, şeker var. Da helva olmamış.
   Bay Kulunii kitaba sadık kalmaya çabalarken, filmin kurgusunu pek savsaklamış, ortaya sade suya tirit gibi bir şey çıkmış. 
   II.Dünya savaşında heba olan sanat eserlerini kurtarmaya çalışan bir grup akademisyenin öyküsüdür anlatılan. Arada çuvallarca altın diş, blok blok altın da buldukları da oluyor ama esas peşinde oldukları sanat eserlerinden de hallice buluyorlar. 
   Belgesel gibi izlerseniz ilgi çekebilir. Film olarak pek izlemenizi önermem.
   Gelelim zurnanın zırt dediği yere.
Bombalanan Bağdat Üniversitesi Kütüphanesi
   Amerika Irak'ı işgal ettiğinde Bağdat Kütüphanesini bombalamıştı. II.Dünya savaşında peşine düşülen sanat eserlerinden kat be kat yaşlı, defalarca kere daha bilge, onbinlerce (10.000'lerce) el yazması (dikkat buyurunuz EL YAZMASI, yani tek, yani biricik), minyatür, hat (ki hepsi eşsiz tezhiplerle süslüdür) çatır çatır yandı. Aklıma hep bombardımandan eser kurtarmaya çalışan yaşlı kütüphaneci geliyor. Sadece milli kütüphanesi değil Bağdat üniversitesi kütüphanesi de bombardımandan nasibini almıştı. Orada "The Monument Men"s yoktu. 
   Filmdeki bir replik geliyor aklıma : "- Kaybolanlar sadece sanat eseri değil, savaştan sonra gelecek nesillerin kültürüdür." gibi bir şey diyorlardı. 
   Sömürgenler bu işin usulünü öğrenmişler.


Bombalanan Bağdat Kütüphanesi

7 Mayıs 2014 Çarşamba

"Karanlığın Sol Eli" Cinsiyet Olmasaydı da Gönüle Dolmasaydı..

   Karanlığın Sol Eli, ışıktır. Der ve tanıtıma bodoslama başlarız.
   Yeniyetmeliğimizden beri hastasıyız bilimkurgubilimin. Asimovla başladı, Filipdik, Frederikpohl, Cülvern, Reybredböri, Haksliy, Volter (kendisinin şükela bir bilimkurgu öyküsü vardır : Siriuslunun biri ! ile Neptünlünün diğeri arasında hasbıhal şeklinde geçen) ve diğerleri ile devam etti. Zamanla herşeyde olduğu gibi bunda da bir beğeni oluşturur oldum. Doktorov, Stanislavlem, derken Bayan Guin ile de bu meyanda tanıştık. 
   Ursula Hanım'ın bilimkurguları bildiklerinizden değildir. Kendileri teknolojik ilerlemeden ziyade hümaniteye yönelik yazar. Dolayısıyla laser tabancaları, "ışınla beni sıkati"leri, "hiçi"leri olmayan kitaplardır yazdıkları. Beklentileriniz bu yöndeyse hiç yanaşmayın.
   Lakin yaşadığımız toplumla ilgili (milliyetçilik bazında değil, küresel olarak) gözlemleriniz, tespitlerin, kritikleriniz varsa (bilimkurguyla ilgilenmeseniz dahi) okumanız gerekir.
   En bilinen eseri "Mülksüzler"de kapitalizme sıkı bir kroşe geçiren Le Guin, bu kitapta da seksistlere sağlam bir aparkat çakıyor.
   Yayınlandığı yıl (1969) Hugo ve Nebulayı kapan kitabımız : yaşayanlarının tümünün "hümanoid hermafrodit" olduğu, cinsel kimliğin bir statü ya da güç aracı olarak kullanılmadığı, düalizm eğiliminin azalmış, güçlü/zayıf, koruyucu/korunan, hükmeden/hükmedilen, sahip olan/sahip olunan ve benzeri ikiliklerin olmadığı, cehaletin, şimdinin, mevcudiyetin, ilerlemeden daha gözde olduğu bir gezegende geçiyor. Kış adlı gezegenimizde genelde hep kutup iklimi süregelmekte, canlılar savaş denen ceberruttan azade, iktidarın ise otoriter olmadığı bir toplumsal düzende yaşayıp gitmektedirler. Derken uzaydan bir elçi gelir (üstelik pipisi de vardır). Hermafroditlerimizin cinsiyet karşısında takınacakları tutum ne olacaktır ? Konumuz budur. 
   Vallahi konuyu okuyunca ağzım sulandı. Bu nasıl bir damardır ? 
   Önsözü okuyunca iştahım iyice açıldı. Zira önsözde yazarın okurla sohbetini ezel evvel severim. Bayan Le Guin de burada salmış makaraları, yazar taifesine sıkı bir özeleştiri getirmiş. İşte küçücük bir paragraf :
   "Bir roman, herhangi bir roman okurken, içindeki her şeyin uydurma olduğunu gayet iyi bilmeli, ama okuma sırasında her kelimesine inanmalıyız. Nihayet kitabı bitirdiğimizde - iyi bir romansa eğer - onu okumadan önceki halimizden birazcık farklı olduğumuzu, sanki yeni bir yüz görmüş, sanki daha önce hiç geçmediğimiz bir sokaktan geçmiş gibi biraz değiştiğimizi görebiliriz. Ama tam olarak ne öğrendiğimizi, nasıl değiştiğimizi söylemek, bu çok zordur işte."
   Böyle inciler daha pek çok. 
   Ama kitap başladı, beni aldı bir üzüntü. İlk sayfadan itibaren herhangi bir kaideye oturtulmayan isimler, kavramlar, kahramanlar, soyutlamalar (üstelik hepsinin uzun ve ezberlenmesi zor fonetikleri var) gırla gidiyor. Dedim "ilerledikçe açılırız". Yok, olmuyor. Sonlara yaklaştıkça sisler dağılır gibi oldu, tam bazı isimleri hatırlar gibi oldum kitap bitti.
   Misal : şu aşağıdaki paragrafa biraz tahammül gösterin.
   "Estraven'i tanıdığımda kemmeringi falan yoktu ama bu adam hakkında kuşkulanmak gereksizdi. Ve bana bir ders vermişti : şifgretor etik düzeyinde oynanabilir ve usta oyuncu kazanır. İki hamleyle köşeye sıkıştırmıştı beni. Parayı yanında getirmiş ve bana vermişti. Karhide Kraliyet Ticari senetleri halinde yüklü bir miktar." 
   Tüm kitap bu (ki bu anlaşılabilirlerinden biridir) ve buna benzer cümlelerle ilerliyor. Olay akışı heyecanlı, gereksiz detaylar gırla gidiyor ama : ah o kavram karmaşaları. Zannımca burada yazar, okura "gayret edemeyen, okumasın" mesajı vermektedir.
   Önerim : sıkın dişinizi. Cinsiyet denen kavramın hayatımıza kattıkları ve aldıklarını sinik bir açıdan izlemek, "olmasaydı ne olurdu ?" sorularını sormak ve cevapları üzerinde düşünmek için (tabiyki isimlere ve kavramlara takılmamak kaydıyla) sonuna kadar bir okuma yapalım. 
HAMİŞ : Umuyorum ikinci okumada daha açık bir tanıtım yapabilirim.

"Her" Er kişi niyetine...

   Herkese pastel giydirelim, azıcık flu filtre kullanalım, asansör duvarlarına kayan efekt verelim, ses etkileşimli medya aracı da koyalım, erkeklerin pantalon bellerini iyice bir yükseltelim (ama öyle böyle değil, göğüs altına dek neredeyse). Hoop ! buyrun efendim fütüristik filmimize.
   Daha önce "Conmalkoviç Olmak"ı çeken (ki bilen bilir, külttür yani !) Spaykiconzi sadece bu görsellikle fütürizm yapmış mı ? Yapmış. Olmuş mu ? Bence olmuş. Çünkü dikkatimizin yoğunlaşmasını istediği konu özelefektdekorCGI değil : insandır. Dikkat bu ögeye mi yöneliyor ? Evet. (Allam yazı iyice açık oturuma bağladı. Hemmen çıkıyoruzdur bu formattan)
   Asosyal mektup yazarı Tiyodor, yazılımına aşık olur. Konu budur. (yönetmen bu özeti okusa, beni ıslak meşe odunu ile dövmeye hallenir)
   Yukarıda yazdıklarım haricinde tek bir efekt görünmeyen, hiç bir silah kullanılmayan, şiddet içermeyen, entrikaya gerek duyulmayan 126 dakikalık bir filmin, ilgiyi düşürmeden izlenmesi başta yönetmenin, sonra senaristin (ki aynı kişilerdir netçede) ve nihayet oyuncuların başarısıdır bence.
   İlgim neden düşmedi ? Çünkü anlatılan : günümüz insanının (metropol antisosyali, plazalarda çok var böylelerinden) hikayesidir. Çünkü anlatılan : er kişinin ütopyasıdır. Hiç atarlanmayan, her işinizi kolaylaştıran, her söylediğinizi dinleyen, günlük programınıza saygılı, sözünüzü kesmeyen, ilgilerinizin benzer olduğu, her sorunuza makul cevaplar veren, neşelendiren, meraklandıran, düşündüren bir dış ses (hemi de Sıkarletyohansın sesi). 
   Vasat prototipimiz için bunlar yalnızlığına çaredir. Kendisine öyle bir yâren bulmuştur ki bu nâzendenin bir cismi olmasına dahî gerek yoktur. Kaldı ki : bulunan nesnel arabirimin (ki burada yazılımın çöpçatanlık ettiği bir havvakızıdır (fena da bir kız değildir aslında)) zihnindeki ütopyayı zedelememesi uğruna tensel temastan bile kaçınır patetik protoganistimiz (bîçarezik esasoğlanımız)(tercüme : arakolpa). 
   Bundan sonra yazılacaklar bozuntu (spoiler (tercüme : yukarıya bakınız)) içerebilir. İzlemeye niyetlenenler okumayabilir.
   Sonuna yaklaştıkça, "bu kadar çok veri girişi yapılan program yakında çöker" diyordum ki, kendime "filmlerin oracle ısın arakolpa" ünvanı veresim gelesi final yaklaştı ("bu nebçim cümle arakolpa" unvanı ise şimdi geldi.). 
   İbretle gördük ki beşinci paragrafta belirtilen niteliklere sahip şahsiyet şimdilik (görünen odur ki yakın gelecekte de) ütopyadır. Bu durumda sefil Tiyodor naapacaktır. Mecburen biyolojik arkadaşıyla gündoğumunu izleyecektir. Fakir de son meşazını "çare insanda" olarak nepnet (böyle bir sıfat da vardır) kaydedecektir.
   Cekinfiiniks çok iyi rol kesmiş, Sıkarletyohansın pek şuh seslendirmiş (mahmur ton). Yorgun bir günün gecesinde izlendiğinde bazen esnetebilecek (ama uyuklattırmayacak) bir akışı vardır. Düşünmek için bir kez daha izlenebilir (bu yüzden arşive geçici giriş yaptı). Cinsellikle ilgili fazla uyaran içerdiğinden çocuklarla izlenmesi meşrebe tâbidir.
    Sinemaya, psikolojiye, sosyal antropolojiye ilgi duyanların ıskalamaması gerekir.
    Arakolpa da çekilir....

"I Frankenstein" Yazmaya Değmez...

   Koskoca bir 92 dakikadan aklımda sadece "gargoylların" insan donuna bürünürken yaptıkları şükela efektin kaldığı rezilrüsva bir filmdir.

Ağzım kokuyur mu ?
   Edım'ın (Dr.F.'ın ilk başarılı ürününe gargoyl kraliçasının taktığı isim !!!) iblisleri sopayla kovalaması mı, yoksa yine Edım'ın bir sürü Eycınsimit'e (Matrix'e de selam olsun) dalması mı, senaryonun tutarsız, kurgunun namevcudiyeti mi, Bilnayti'nin harcanması mı nedir bilmiyorum. Efektli, vurdulu kırdılı, iblisli, gargoyllu (var böyle bir sıfat !) bir film olmasına rağmen zaman ziyanlığından başka bir şey değildir. 
   Ben yandım, siz yanmayın...
Ne ben Neo'yum


Ne de ben Frankenstein

2 Mayıs 2014 Cuma

"Enemy" İçimizdeki Düşman...

   Monoton, sıradan, tekdüze, rutin (daha fazla sıfat bulamadım) hayatınız varken, bir film izliyorsunuz ve hayatınız değişiyor. İzlediğiniz filmde tıpkınız vardır. Gugıl hazretleri sağolsundur, oyuncuyu bulur (ne tesadüf ki aynı şehirde yaşamaktadır), araştırmaya başlarsınız. Haşyetle idrak edersiniz ki sesiniz, vücudunuzdaki yara izleriniz dahi aynı, lakin karakterleriniz yin ve yang gibi birbirinin tersidir. Olaylar gelişir.
   Senaryo Hosesaramago'nun kitabından uyarlanmış (sağlam), yönetmenbey Denisvilönöv daha önce çok iyi işler kotarmış (mahkumlar, içimdeki yangın vs.) (sağlam), başrolümüz Ceykgilenhol (umarım doğru telaffuz edebilmişimdir) kimi zaman bakış itibarıyla Küçük Emrah'ı çağrıştırsa da fena oyuncu değil (orta sağlam), Kanada&İspanya ortak yapımı (yani standart holivut olamaz); ortaya çok sıkı bir film çıkması kuvvetle muhtemel görünüyor. Belki de çıkmıştır, ama ben anlamadım.
   Fakirin ahir ömründe iki günde izlediği tek filmdir (şu ana kadar). Tek seferde izlemeyi bobinler kaldıramadı, kafam önüme düştü. İkinci bölümü ikinci gün izlerken fark ettim ki ilgim düşmemiş, son sahneye kadar yavaş yavaaaş artan bir tansiyonla izledim, son sahnede birazcık zıpladım, o sahnedeki Ceyk'in yüzündeki ifade silsilesini (var böyle bir silsile !) daha iyi görmek için sardırıp bir kez daha izledim. Sonra bir parmak single maltın da (ardbeg'e selam olsun) yardımıyla beyin kıvrımlarımı kıvrıştırarak göndermelere, metaforlara akıl yordum. Annesinin "3.sınıf aktör", karısının "okul nasıldı" sorularına kafa yordum. Hani Gregor Samsa'ya da aşina bir insanım. Kerouac da okudum Ginsberg de.
   Yarım saat sonra falan pes ettim. Yok arkadaş ! ben o kadar felsefi göndermeyi net alabilecek derinlikte değilim. Ya çok kötü film, ya çok derin film. Bilmiyorum, bilemiyorum.
   Son söz : araknofiller uzak dursun...

"101 Ustadan Hayatın Şeyleri" Ustalardan İnciler...

   Faruk Şüyün gazeteci. 
   Mesleğe uzun yıllarını vermiş, bu sürede kıyamet ropörtaj yapmış, yıllar sonra bu ropörtajları şöyle bir okuyunca eleğin üstünde kalanları görmüş ve "bunlardan kitap olur ki" diye düşünüp bu kitabı derlemiş. Derlemiş diyorum çünkü kitapta adı geçen yüz kişinin tüm ropörtaj metinleri değil sadece yazarın (yazar abinin fotoğrafı da gözlüklü Nostradamus gibi bu arada) aklında kalanları yayımlamış. İyi de yapmış, bu açıdan değerlendirildiğinde sübjektif bir kitap var karşımızda. 
   Oğlak yayınların bastığı (iyi de yaptığı) kitap, karton kapaklı değil ciltli. Standart boyutlarda değil uzun basılmış ve kitaplıkta aykırı bir duruşu var. İstediğiniz sayfadan başlayabilirsiniz. Esin Afşar da var, Selami Şahin de. Ressamlar, heykeltraşlar, yayımcılar, editörler, artizler, artistler hepsi var. Hepsinin de söyleyecek güzel şeyleri var. Her ustadan, yazarın paradigmasına göre çeşitli inciler saçılmış. Yolculukta, yatmadan önce, kuyrukta beklerken her türlü okunası. 
   Edebiyat kapsamında değerlendirilmez bence ama...