30 Ağustos 2020 Pazar

"Hesabım Var" Dedektif (eski) İmam Selman Bulut Polisiyesi...

 Selman Bulut, imamlıktan istifa etmiş, katil damat adayını dünyanın acımasızlığına terk etmiş, dünyalar kıymetlisi kızı Zeynep'i akıl hastanesine yatırmış bunlar yetmezmiş gibi medarı maişet motorunu yürütmek için Laleli'de bir pavyonda bağlaması "Muhsin"i tıngırdatarak yevmiyesini doğrultmaktadır. Derken olaylar gelişir.
   İtirazım Var'ı izlemiş, beğenmiş ve bu mecrada tanıtımını yapmış bir insankişisi olarak henüz pek yeni yayımlanmış (Temmuz 2020) fazlada hacimli olmayan (352 S.) bu kitabı es geçmek olmazdı. Nitekim paradigmamı oldukça sallayan bir distopyadan sonra (bkz. bir önceki yayın "Kurma Kız") zihin yaylarımı biraz gevşetmek adına hemmen Bayan Ünlü'nün (ki ölümünün ardından oğlunun yazdığı şiir her seferinde zırıl zırıl ağlatır fakiri!)  sevgili oğlu Onur Bey'in sinema filmi devamı romanının başına oturdum. 
   Maalesef zihin yaylarımı gevşetmediği gibi zembereğe bir iki tur daha attırdı. Bir kere karakterleri zihninizde canlandırmaya gerek yok (sinema filminden biliyorsunuz), mekanlar bilindik mekanlar (genelde suriçi, tarihi yarımada), yazarımızın dili pek oyuncaklı pek nükteli (yalnız yazmasam olmaz: nükte adına kimi zorlamalar da gözümüze batmadı değil! (nedir o kırmızı buzdolabı taşıyan cücelerin başının tepesine çöreklenmeleri falan!)), olaylar durdurak bilmeden (yokuş aşağı freni patlamış giden hafriyat kamyonu gibi) geliyor. Velhasıl bir günde bitti (kafamda bir tuhaflık!).
   Afili filintalar üslubuna aşinaysanız, polisiye seviyorsanız öneririm.

"Kurma Kız" Başka Bir Yaşam!

   Bilimkurgu romanı yazmak zor zanaat! Zihninizde bir dünya tasarladığınız yetmiyormuş gibi buna okuyucuyu inandırmak, o dünyanın içine çekmek ve edebiyatın roman türüne olan klişelerine de uymak zorundasınız. Hem bir yabancılaşma yaratacak hem de bunun içselleştirmesini sağlayacaksınız. Zor iş, zor!
   Bayan Bacigalupi'nin sevgili oğlu Paolo, bunu (üstelik de ilk romanında) pek güzel başarmış. Şimdiye kadar okuduğum bilimkurgulardan (sayıda pek de çokturlar ha!) oldukça farklı bir yerlerde duran 500 sayfalık romanımızın pek çok saygın ödülü var (Hugo, Nebula daha neler neler...) 
   23.Yüzyıl, "Gülümseyen İnsanlar Ülkesi" Tayland Krallığı. 23.yüzyıl denilince akla uçan otomobiller, ışınlanan insanlar, uzay yolculukları falan gelmesin. Bildiğimiz bilimkurgulardan ve distopyalardan çok daha farklı bir dünya betimlenmiş. Fosil yakıtlar, bildiğimiz silahlar, güçlü hükümetler, çelik/ilaç/petrol/silah tröstleri yok. Buna mukabil en büyük güç (evet devletlerden de güçlüler) gıda/gen şirketleri. Bu çevrimden elinden geldiğince soyutlamış kendini Tayland. Rüşvet artık kurumsallaşmış. 
   Romanımızın her bölümünde bir kişinin şapkasını takıyoruz. Gen-kırma biyogıda şirketlerinin paravan ajanı Anderson, Anderson'un sarı kartlı yaşlı çinli müdürü Hok-Seng, Çevre Bakanlığının rüşvet almayan başkomiseri Caydi ve romana adını veren kurma kızımız (hiçi-kiçi) Emiko. Böylece oluşturulmaya başlayan dünyaya çeşitli kişiliklerin perspektifinden göz atıyoruz. Çok da iyi oluyor. 
   Bir kere başlandığında sizi içine çeken bir metin. Satırlarda yazan sıcağın, nemin, çürüyen sebzelerin, kanın, terin, lağımların, okyanusun (üstelik bu sıcak günlerde okunduğunda) adeta kokusunu alabiliyorsunuz. Kimi zaman cinsellik ve daha sıklıkla şiddet içeren oldukça sert sayfaları var. Karakterleri zihninizde canlandırdığınızda, hayal edilen dünyayı gerçekliğe doğru çekebiliyorsunuz. Ve kabul etmeliyim ki, son yıllarda okuduğum distopyalar içinde gerçeğe en yakını olarak "Kurma Kız"ı müstesna bir yere yerleştirmiş bulunmaktayım. Öyle zombili-canavarlı-uzaylı (ayağı yere sağlamca basmayan) distopyalardan değil. Üstelik 10 yıl önce yazılmış olmasına karşın pandemilerin önemini bu kadar öne çıkarmasındaki öngürüyü alkışlamak gerek.
    İyi bilimkurgu, iyi edebiyat sevenlere öneririm...

22 Ağustos 2020 Cumartesi

"Bilim Tarihi Araştırmalarında Yöntem" Bilim ve Tarihle İlgilenenlere...

   Herşeyin tarihi var. Sanatın, felsefenin, siyasetin, dinin ve daha nice disiplinin şımşıkırdak tarihleri, tarihçileri var. Bunun için açılmış kürsüler, epistemik cemaatler var. Bu disiplinlerin hangisi insanevladını bugüne getiren en önemli faktördür? Haydi bakalım! 
   Nereden bakılırsa bakılsın cevaplaması zor bir soru. Bulunduğunuz yere bağlı olarak vardığınız sonuç farklılık gösterir. Fakirin bulunduğu köşeden bakılınca sonuç bilim gibi görünüyor. Ancak tarihi olan tüm disiplinlerin aksine bilimin tarihi oldukça yeni ve hakkettiği yerde (maalesef) değil. Sanat tarihi okuyup hava atan birilerine denk gelmişimdir de, bilim tarihi pek de öyle hava atılacak bir disiplin değil gibi sanki.
   Bay Sarton, bilim tarihinin en önemli kurucu babalarından. 272 sayfalık, 9 bölümlü (8 bölümü G.Sarton yazmış) kitabımız bilim ve tarihle, popüler yazıları okumanın ötesinde ilgilenen, bilgisini sistematikleştirme çabasındaki okura hitap eder. Yalnız içlerinde "Bilim Tarihi ve Bugünün Problemleri" adlı makale yalnızca yukarıdaki okurlara değil, insanevladının olumsuz fıtrat özelliklerine rağmen (bencillik, yıkıcılık, açgözlülük vs.) nasıl olup da hala ilerleyebildiğine yönelik bombastik tespitler içerir. İki kez okudum, yarın bir kez daha okuyacağım (o derece!). 
   Çevirilerini, edisyonunu yapan kişilerin ikisinın Hocalarım olmasından gurur duyduğum kitabı, bilim ve tarih meraklılarına; 7.bölümü ise tüm kârilere öneririm. 
HAMİŞ: Bu yazı niye böyle beyaz üzerine oldu hiç bilmiyorum!

 Eğer, bilim, sistematize edilmiş pozitif bilgi olarak tanımlanırsa… bilim tarihi, bu bilginin gelişiminin betimlenmesi ve açıklanmasıdır… Bir kimse, pozitif bilginin kazanılması ve sistematize edilmesinin gerçekten birikebilen ve ilerleyebilen tek insanî faaliyet olduğunu aklında tutarsa, bu çalışmaların önemini hemen kavrar. Şayet insanoğlunun gelişimini açıklamak isterse, açıklaması bu faaliyet üzerinde odaklanmalıdır ve bu geniş anlamıyla bilim tarihi, bütün tarihsel araştırmaların kilit taşı olmaktadır… Herhangi bir tarih, bilimin ortaya çıkışının izahı ile başlamalıdır." G.Sarton

19 Ağustos 2020 Çarşamba

"Komplocular" Kiralık Katilin Korelisi!

   Sistem şöyle işliyor: yollarına çıkan bir pürüzün düzeltilmesi için sermaye/siyaset çevreleri bir komplocuyla anlaşıyor. Komplocu bu pürüz (ki kastedilenin bir insankişisi olduğunu anlamışsınızdır herhalde) için gerekli verileri toparlıyor, ortadan kaldırılması için güzel bir senaryo hazırlıyor, bu iş için çalışan organizasyonlardan birine gidip teklif alıyor, teklif uygunsa işi yaptırıyor. Bu organizasyonlar bir nevi lonca gibi çalışıp ellerinin altında suikastçılar bulunduruyor. 
   Reseng bu suikastçilerden biri. Piyasanın en eski loncası "kütüphane"de çalışıyor. Çöplükte doğmuş, kütüphanede büyümüş, işinin ehli. Ancak bir gün klozetinde bir bomba bulunca işler karışır, olaylar gelişir.
   334 sayfalık romanımızın başlangıcı pek sürükleyici. İlk sayfalardan başlayarak egosantrik kişiler cirit atmakta, bunların aforizmik (var mı böyle bir kelime bak bilemedim!) konuşmaları da ilgi çekici. Baş karakterden başlayıp, yan karakterlere kadar devam eden bir şenlikli hava hiç durmuyor. Kapanış sahnesi ise Nolan Bey'in "Tenet" filmine taş çıkaran bir aksiyon içeriyor. 
   Ama sevemedim!
   Nedir: Ne bu tip kiralık katilli romanlara başlamama vesile olan "Şibumi"ye ne de favori polisiye yazarlarımdan L.Block'un filatelist kiralık katillerine yaklaşamayan bir protagonistimiz var. Reseng'in yetenekleri fazla ama derinliği yok. Çevresindekiler de buna keza son derece karikatürize edilmiş karakterler. Kurgu ve anlatılanlar ise ortalama bir polisiyeye yakışır tarzda. Evet, yaz günlerinde gideri var, kolay okunuyor ama verdiğim paraya değmedi. İlk fırsatta birine hediye edilecekler rafında durup duruyor. Siz bilirsiniz yani!

11 Ağustos 2020 Salı

"Kızçocuğu" Onur Ünlü'nün İlk Romanı.

   Kızçocuğu Ayşe yana yakıla intikam peşinde koşar. Okur da şaşkınlıkla izler!
   Geçen sene nasıl olup da ıskaladıysam, ancak şimdi nasip oldu  Onur Ünlü'nün 264 sayfalık ilk romanını alıp okumak. Ah Muhsin Ünlü'nün Gidiyorum Bu'su kütüphanemin az sayıda şiir kitaplarından biridir. Afili Filintalar'daki yazılarını da okuyordum, son zamanlarda gittikçe deneysel bir hale getirdiği (son filmlerinden pek de hazzetmiyorum aslında) sinema filmlerini de izliyordum. Roman nedense gözümden kaçmış.
   İlk 20 sayfadan sonra "eeeh! başlarım böyle aşkın ızdırabına" diyerek yarıda bırakacaktım, sonlara doğru ise (artık üslubu nasıl içselleştirdiysem) elimden bırakamadım. muratuyurkulak, alpercanıgüz, emrahserbes ve bilhassa muratmenteş üslubuna aşina değilseniz yanına bile yaklaşmayınız. Eğer aşinaysanız ve hoşunuza gidiyorsa dahi romanın ortalarına gelinceye kadar ancak cümle yapısını ve nasıl okuyacağınızı çözebilirsiniz. Romanımız, iki yönlü ilerlediği yetmezmiş gibi aynı bölümde hem evvel hem ahir hem kadim evvel olayları da (pek de) çetrefilli cümleler ve sonsuz alıntılar/eğretilemeler/metaforlar/aforizmalarla veriyor ki sizi rahatlatan bir okuma yapmanız uzak ihtimal.
   İşin içinde bolca şiddet, aksiyon, cinsellik (hem de en ağırından) var. Nedir: anlatılan bu coğrafyanın hikayesidir. İnkar edilebilir mi? Hayır! İlk başlarda gözlerimin önünden akıveren (başladıkça hızla ilerliyor) satırları bir süre sonra merakla sonlandırdım mı? Evet! Öyleyse Tarantino filmi sevenlere öneririm. Yalnız uyarımı yapayım, oldukça yorucu bir okuma deneyimi oldu.



6 Ağustos 2020 Perşembe

"İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı?" Nihat Genç Üslubuyla Siyasal İslamın Evrimi!

   Bayramın 4.günü sabah başlayıp öğleden sonra bitirdiğim kitaptır. 176 sayfa olması nedeniyle biraz zor görünebilir ama öyle değil (sabrediniz yazacağım). Beş yıl gecikmeli okudum ki toz duman dinelsin.
   Hacıbayram'da küçük bir kitap sergisinden başlayan, sonraları birkaç metrekarelik bir dükkana terfi eden bu meyanda "sade müslüman" mizacından, bu görüşteki insanların uğrak yeri olan kitabevinin sahibi Erol'un "kalça" lafzından kelli yavaştan çıldırmasının hikâyesi. 
   Yazarımızın yaşadıklarını hayata aktarma gibi bir alışkanlığı var. Daha önce yayımlanmış kitaplarınnın çoğunda var bu. Ancak bu romanımız, adı üstünde "roman". Haliyle yazılanların kurgulanmış karakterler olduğunu düşünebilirsiniz. Kazın ayağı öyle değil. Aysun da (kendisi gerçekse iki kadeh parlatmayı nasıl da isterim), Nur da (benden uzak Tanrı'ya yakın olsun!), Erol da ve tüm o müdavimler de gözünüzün önünde kanlı canlı hayat buluyorlar. 
   Romanımızın akışını belirleyen olaylar silsilesi toplamda 20-30 sayfada anlatılabilecekken, Nihat Abimizin dizgine alınamaz kalemi ve üslubu yüzünden hem hayata dair tespitler hem de siyasal İslam'a dair güzellemeler gırla gidiyor ve kitabımız 176 sayfaya ulaşıyor. Bu bölümleri hızlıca geçerseniz iki saatlik bir yoğun okumayla sonu görürsünüz. 
   Baştaki bölümlerde yer alan siyasal İslam'ın safhaları beni benden aldı. Aysun'un tespitleri de öyle. Bu devran dönünce ileride kült olur. Okuyunuz, okutturunuz. 

4 Ağustos 2020 Salı

"Bilim ve Tarih" Bilime ve Tarihe Yakın Olanlara!



   204 Sayfa, 23 başlık ve bilim ile tarih arasındaki rabıtanın özellikle ülkemizdeki durumunun anlatıldığı hap gibi bir eser. 
   Remzi Hocamız çeşitli kaynaklarda daha önce yayımlanan ancak bazısı bu kitapta (konuları birbirine bağlama amacıyla) ilk kez yayımlanan kimi denemeleri ile tarih ve bilim arasındaki ilişkiyi, bilim tarihi disiplininin tanımını, önemini, durumunu, neler yapılabilir ve ne yapılmalı sorularını güzelce anlatıyor. Eğer bu iki disipline veya sadece birine dahi yakınlık duyuyorsanız muhakkak okumalısınız. Ancak okuma eylemine; sadece ruhu dinlendirmek amacıyla yaklaşıyorsanız okumasanız da olur. Zira burada dile getirilen gerçekler ruhunuzu yatıştırmayacağı gibi "bilmenin" getirdiği o kamburun ağırlaşmasına da neden olabilir. Lakin "bilmemek" de bir okura yaraşmasa gerek! O halde siz bilirsiniz...

3 Ağustos 2020 Pazartesi

"Boksör Böcek" Pazarlama Harikası!


   Sıcak, korona ve büyükşehirde bayram tatilinden farıdığım (var böyle bir fiil! (inanmayan üstüne tıklasın)) günlerde, kapağının ve eleştirilerinin (biraz da afilifilintalarda yapılan tanıtımının da etkisiyle) etkisiyle üç dört günde bitirebildiğim 256 sayfalık bir (ilk) romandır.
   Birbuçuk metre boyunda, dokuz ayak parmaklı, eşcinsel, alkol düşkünü ve (en azından başlangıçta) yenilmeyen bir yahudi boksörün; 2.Dünya Savaşı öncesi İngiltere'sindeki yaşadıkları. Günümüzle paralel ilerleyen paralel akışlı romanımız, ilk bölümlerinde okuru pek bir heyecanlandırarak "du bakalım nerede kalmıştık!" hissiyle peşinden koştursa da, ilerleyen sayfalarda biraz fazlaca detaya boğularak, olayları bağımsız ve gereksiz ayrıntılara garkederek, farklı kanallara (üstelik bu yerler pek ilgi çekici de değil) yerleştirerek; dikkati dağıtarak ve finalde iyice çuvallayarak bitiyor.
   1930'ların İngilteresi, öjenik, semitizm-anti semitizm, eşcinsellik, thule cemiyeti, dönemin entelijansiyasının ahvali gibi konularda görünüşü pek afilli (üzerinde bolca ceviz, nar, tarçın, hindistancevizi konulmuş) ama lezzeti pek yavan bir aşure yemek isteyen kitap düşkünleri okuyabilirler. Yoksa pek de önermem yani!