20 Ocak 2016 Çarşamba

"The Hateful Eight" Beklenen Frekans.

   İlk sahnesinden itibaren Tarantillo'nun çektiği apaşikar olan filmdir. Neden ?
   Şöyle açıklayayım efem :
   İlk görüntülerin ardından zuhur eden yazıların puntoları, küçükken izlediğimiz pazar kovboy filmlerindekinin aynısıdır.
   Ultra panavizyon 70'le çekilmiştir. (şöyle de açayım konuyu : bir akşamcı için bluray votka ise, 70mm çifte damıtılmış alâ rakıdır)
   Enyomorikone'nin müziği (tam da olması gerektiği gibi) kovboy filmlerine bir saygı duruşudur.
   Açılış sekansı çok karakteristiktir.
   Neyse : bir fırtınada yolu bir handa kesişen sekiz (?) kişinin hikayesidir anlatılan.
   Öyle böyle değil adamakıllı uzun (187 dk.). Filmin tamamına yakın kısmı tek bir kapalı mekanda geçiyor. Asla canım sıkılmadan, çoğunlukla yüzümde aptal bir sırıtmayla sonuna kadar izledim.
   Bilindik Tarantillo klasiği. Aniden ölüveren kilit isimler, Semyılceksın'ın o çok karakteristik yürüyüşü (adamın beden diline hastayım), bu kez birazcık Agatakıristi romanlarını andıran zehirli gizemler, şükela bir ışık ve renk yönetimi, süpersonik kostümler (Bay Ceksın'ın kostümünün renkleri ve Kurtrasıl'ın şapkası favorimdir) ilk yarıdan sonra (öyle böyle değil ama iyice) kanlı sahneler (adeta fışkırıyor), arada verilen subliminal meşazlar (ırkçılık vs.), iyi müzik, iyi oyunculuklar (hepsi döktürmüş de Cenifırceysınlii'ye şapka çıkarıyorum) ve elbette ki muhteşem geyikler (ama nasıl geyik (muhteşem boynuzlar (linkın'ın mektubu neydi azizim))). 
   Oskar kategorisinde dandik dundik adaylıkları hiç umurumda olmadan kendi oskarlarımı sakınmadan verdim "Nefretlik Sekizli"ye.
   Yalnız (bu satır biraz bozuntu içerir) Çeningtatum'un ölüm sahnesine bir beş dakika gülmüşümdür (bir gıcık yakışıklılık kültü bu kadar mı iyi çökertilir). 
   Başkalarını bilmem Tarantillo filmlerini seviyorsanız bunu iyice seveceksiniz, yok size itici geliyorsa aman bulaşmayın. Fena halde kendine özgü filmdir çünkü.

19 Ocak 2016 Salı

"Solace" İçi çiğ kalmış kek.

   Başrollerde Sör Entınihopkins var, fırçakaşlı (son yıllarda iyiden iyiye kendini geliştiren) Kolinferıl var (Ne vereyim abime ?).
   Efbiayın bir seri katili bulabilmek için bir medyumla (hemi de bir bilim insanı, hemi de bir entınıhopkins) işbirliği yapması var (konu izlettirir yani).
   Trenli aksiyon sahnesi de, cinnetli cinayet yeri sahnesi de var. 
Seri katil değil Fredimerküriyim pozu
   Eycıntskali , kadrosunda da sarışın bir hanımkızımız arzı endam ediyor. Erken ölen ortağı da fena sayılmaz. 
   Filmimizin verdiği (doğrudan gözümüze gözümüze sokarak) bir meşaz da mevcut.
   Aktüel kamera da, gerekli renk filtreleri de kullanılmış.
   Eee niye ben hiç zevk almadım ? 
   Karakterler derinleşememiş, yeterince bütçe olmasına karşın çoğu sahneler ya abartıyla ya da aşırı bir minimalizmle çekilmiş, gereksiz cinsellik (bunun gereklisi de oluyor. Bkz.Nimfomanyak) içeren, gişeye mi sinemaya mı oynadığı anlaşılamayan (belki de benim sığ izlenimimle) bir film olmuş.
   Herşeyi yerinde ama içi pişmemiş bir kektir. 
   Anca çok vaktiniz varsa gider, yoksa ilişmeyin dursun.

karakterlerdeki beden dili farklılıkları komik ama

"Değmez" Yine bir İsmail Güzelsoy Romanı.

   Okuması kolay da okuduktan sonra üzerine düşünmesi zor romandır.
   İyiden iyiye külliyatına girer olduk Bayan Güzelsoy'un yetenekli oğlunun. Okudukça insan aşinalık kazanıyor. Kimi karakterler geriye ileriye selamlar çakıyor. Hemen her romanda bir bölümün geçtiği Doğu illerine yakınlık geliştiriliyor. Ana konudan bağımsız küçük öykücük misali ara kaçışlarda romanın nefes aldığı hissediliyor.
   Nevirmor ve Bembeyaz adlı iki karganın genel anlatıcı olduğu, alt anlatıcıların ise yazmaya üşeneceğim kadar çok olduğu bir omurgası var romanın. Yine bir insanlar geçidi. Kendi adıma romanın tümüne odaklanacağıma, alt öykülere, insanların küçük hikayelerine (kimininki Sâdere'ninki gibi novellaya hallense de) yoğunlaştım. İkinci okumada, karanlıkta kalan bir çok noktanın aydınlanacağından eminim. Bazı şeyler var ki ilk okumada apaşikar ama (misal Tan Baskını).
   Karakterler; başka romanlarda olduğu gibi paralellikler taşıyor. Muktedirden kaçan şair, gizemli şifacı, konuşan kargalar, bilge deliler, tövbeli orospular. Kah roman, kah masal okur gibi oluyorsunuz. Faruk Ferzan ve Süreyya rabıtasının (aralarındaki sıradan bir aşk olmaktan ziyade basbayağı bir rabıtadır bence), aşk ve ölüm bilmecelerinin, zalim mazlum karşıtlığının etrafında dönüp duruyor, herkesin kendine göre yorumlayabileceği birtakım sorular (bakınız cevaplar değil. Sorular) la hemhal olurken bir de bakıyorsunuz ki roman bitmiş. Değer mi ? Kitabın aksine bence değer.
   Yakın durun derim.

18 Ocak 2016 Pazartesi

"İlaca Dair" Hap Gibi Kitap.

   Bu ağ güncesinde kitap reklamı yapmıyorum. 
   Şu kitabı alın okuyun diye tavsiyelerde bulunmuyorum. 
   Ama bu kitabı alın, okuyun, elinizin altında, kolay ulaşılabilecek bir yerde dursun. 
   Neden ? : 
   İlaç kullanmayanımız yoktur. Bir çoğumuz da başımız ağrıdığında ağrıkesicileri, midemiz yandığında antiasit ilaçları ve hatta enfeksiyonel durumlarda ezbere antibiyotikleri, bırakınız doktora, eczacımıza dahi danışmadan alıyoruz. (iyi b.k yiyiyoruz)
   İlaç konusunda "neden" olduğunu bilmediğimiz bazı kurallar var. (misal : antibiyotiği kutu bitinceye kadar kullanın) Bu kuralların nedeni niçinini anlamak istiyoruz. (misalin visali : kutu bitinceye kadar kullanılmayan antibiyotikler yüzünden bir 10 yıla kadar antibiyotikler bakterilere karşı tamamen etkisiz hale gelecek (ne korkunç di mi ?)).
   Kitap; ilaç konusunda merak ettiğimiz ve gereksizce merak etmediğimiz onlarca gerçeği, neredeyse çocuklara anlatır gibi basit bir dille, büyük puntolarla, çok resimlerle anlatıyor. Vücudumuz ve ilaç konusunda pek ilginç gerçekleri aniden idrak ediveriyoruz (misal : (hem de pek b.ktan bir misal) dışkımız suda yüzüyorsa, aşırı yağ tüketiyoruz demekmiş, yağı azaltmak gerek).
   Bayan Gürel yazmış, Tübitak yayınlamış, çok da ehven (ölmüş eşek fiyatına (7.5 TL)) bir fiyat koymuşlar. 
   Alın, dursun bir kenarda. İlaç kullanmadan önce bakarsınız. Yaş elliye gelince, eklem ağrıları başlayınca "glokozamin" ne işe yarar bakarsınız. Grip olunca C vitamini almak işe yarar mı diye bakarsınız. 
   Kısaca bakılacak kitap. Alın, alın...

17 Ocak 2016 Pazar

"Lobster" Bir Kynodontas değil (şükür ki).

   Yorgoslantimos'un son filmini izlemeye hafakanlar basarak oturdum. Kendisinin son filmini izlemek hem ilginç bir deneyimdi hem de feci halde rahatsız ediciydi. Yeni bir "köpekdişleri" deneyimi yaşayacak mıyım ? endişesiyle başladık filme.
   Bu kez oldukça iddialı bir kast var. Kolinferıl, Canriiyli, Reyçılveiyz, Benvişıv, Liyaseydu. Konu rahatsız edici değil. Kullanılan filtreler yine benzer (çoğunlukla gri ve mavi filtre). 
   Komşu çocuğu Yorgo, bu kez de sosyolocik tespitlere soyunmuş ama "köpekdişleri"ndeki gibi tamamen sivil (üryan) bir soyunma değil. 
   Filmimiz bir distopya (hastasıyım distopyanın). Toplum; çiftler ve yalnız hayvanlar olarak teke ayrılmıştır. Çift olamayanların tek şansı : 45 günlüğüne bir otele kapanmak ve orada aşık olacak bir çift olmayı başarmaktır. Olamayanlar (nasıl olduğunu bilemediğimiz bir yöntemle) istedikleri hayvana dönüştürülmektedir. Adamımız Deyvid ve kardeşi (köpek görünümünde zuhur etmektedir) otele gider. Önünde, uygun kişiyi bulup aşık bir çifte dönüşüp insan olmaya devam etmek için 45 gün vardır. Yoksa dönüşeceği hayvanı çoktan seçmiştir : Istakoz (100 yıl yaşar, denizde yaşar, mavi kanı vardır, öleceği güne kadar çiftleşebilir (tek sakıncası yakalandığında canlı canlı kaynar suya atılma ihtimali (bunu görmüş olanlar bilir, korkunç bir ses çıkarır zavallı ıstakoz (hiç yemedim, yemeyeceğim))). Olaylar gelişir.
   Mimiksiz oyunculukta gelişmeyi hedefleyen bir Kolinferıl var (yönetmenin isteği bu şekilde zaar, gerek bay ferıl gerekse diğer oyuncular (neredeyse benim bile üstesinden gelebileceğim = aşırı basit) mimikler ve jestlerle filmi götürüyorlar)). Diğer oyuncular da yönetmenin dediği usulde oynuyor.
   Filmimiz ultrasonik senaryo hatalarına sahip olmasına karşın sonuna kadar sıkılmadan izledim. Hem köpekdişlerindeki gibi rahatsızlık duymadım, bazı yerlerde gülümsedim (cadının domuza dönüşmesi !), toplum tarafından dayatılan kurallar sevdiceğiniz için tek gözünüzü feda etmenizi gerektiriyorsa, burnunuzu duvarlara vurarak kanatmanızı gerektiriyorsa, insanların sevgi uğruna ne gibi eziyetlere katlanabileceğini gördüm, oyunculuklardan hoşlandım, sosyal eleştiriden gerekli çıkarımları yaptım. Eee daha ne olsun. 
   Ben izleyin derim.

10 Ocak 2016 Pazar

"Nerede Hata Yaptık ?" Durup Düşünmeliyiz.

   16.yüzyılda Doğu ve Batı dünyası; bilim, teknoloji birikimleri ve düzeyleri bakımından aynı durumdaydı. İnanması güç ama öyle.
   Şu anda bulunduğumuz durum ortada. Bizler "kıçımıza su kaçarsa orucumuz bozulur mu ?", "bir baba öz kızını şehvetle öperse, nikahı düşer mi ?" gibi hayatın idamesi için çok önemli ultrasonik soruların cevabını bulmaya çalışırken, batı dünyası hadron çarpıştırma, evrenin sınırlarının niye daha hızlı bir şekilde dış çeperlere çekildiğini araştırma, kök hücreden organ yapma gibi ıvır zıvır gereksiz meşguliyetler peşinde. Bilimin peşinden giden batı dünyası, elbette ki hurafelerin, dogmaların etrafında dolanan doğu dünyasını pek de güzel sömürüyor (içimden somuruyor yazmak geliyor (daha yakışır)). Nedir : insanlar neye layıksa, o şekilde yaşarlar. Kesip atıyorum.
   Remzi Hoca kesip atmıyor. 16 Yüzyıldan sonra yaşanan dönüşümleri, akademik olarak inceliyor, tasnif ediyor ve iş bu kitapta yayımlıyor.
   Hepi topu 100 sayfa. Sıkıcı ve bayan bir üslupla yazılmamış. "Nerede" konusu, cerrah titizliğiyle didiklenip ayrıştırıldığından az sayfalı bölümlerle okura aktarılmış. Nedir : akademik üsluptan sıkılan okurun anlamaması gibi bir durum sözkonusu değil. Tespitlerin büyük çoğunluğu 16.yüzyıldan hemen sonrasını kapsıyor gibi duruyor amma kimi nedenlerin altını eşelediğinizde günümüzdeki yansımalarını da farkediyor cingöz recai okurlar. 
   Velhasıl : "adamlar yapıyor kardişim" demeden önce okunması, idrak edilmesi ve mümkünse, yapılabiliyorsa bir şeyler yapmak için okunacak kitap.

"Saatler, Ruhlar ve Kediler" Edebiyat Mutfağı.

   Pek sevmiyorum Beşir Ayvazoğlu'nu. Düşünceleri, bakış açısı ve değerlendirmeleri bana pek ters. 
   Buna mukabil kitabı sevdim.
   Edebiyatımızın Cumhuriyet sonrası dönemi yoğunluklu olmak üzere hemen hemen tüm önemli isimlerinin, pek bilmediğimiz özelliklerini, zaaflarını, hassasiyetlerini bu kitapla gözlemleyebiliyoruz.
   Dört ana bölümün altındaki, birbirinden ilginç küçük bölümcüklerde düellolar, medyumlar, ruh çağırma seansları, ütopyalar, intihaller, lüferler, ziyafetler, burunlar, bektaşiler, sakallar, bıyıklar, kediler, eşekler,  şeytanlar, cinler, periler ve daha neler neler var.
   Nedir : yazar arada Cumhuriyete karşı salvolar fırlatsa da, bu kadar malumatfuruşluğu edinmek pahasına bu aymaz tespitlere tahammül edilebiliyor.
   Salah Birsel Usta'nın edebiyatımızın mutfağını betimlediği çok başarılı denemeleri haricinde bu konuyu didikleyen böyle bir kitap okumamıştım. 
   Muharrirlerin sadece yazdıklarını değil hayatlarını da merak eden edebiyat tutkunlarına önerilir.
   

9 Ocak 2016 Cumartesi

Çoklu Film Tanıtımları

   Okul, hayatımda bir çok şeyi değiştirdi.
   Bunlardan biri de : gönül rahatlığıyla film izleyememek (nedir : içte hep bir kuruntu "ödevlerim var".).  Kafa boşaltmak için izlediğim filmlerden sonra da yazamıyorum vakit yok. Napiyim böyle bir cümlelik tanıtımlar yapalım dedim. İşte böyle :

BRIDGE OF SPIES
   Spiilberg'in son filmi. Derli toplu düzgün iş. Tomhenks her zamanki gibi iyi, müzikler, dekorlar, kostümler özenli. Aklımda sadece İrlanda asıllı Amerikalıların iyi pazarlık yapabildikleri kaldı.

THE 33
   Madende mahsur kalan 33 Şili'li madencinin kurtarılma öyküsü. Filmin, Şili hükümetinin desteğiyle çekildiğini sanıyorum (mutlu son var çünkü). Öyle ya da böyle : Şili gibi bizim kalibremizde olduğunu sandığım bir ülkede bile insan hayatına nasıl kıymet verildiğini gördükçe, ülkemizdeki maden kazalarının nasıl olup da gazetelerin ancak üçüncü sayfalarda yer alabildiğini, bu konudaki milletçe duyarsızlığımızı (bönlüğümüzü), alınan önlemlerin, görülen davaların absürtlüğünü idrak ediyor ve aşırı hüzünleniyorum. 
   Film iyi. Propaganda olarak yapılması bir yana, Banderas ve diğer yoldaşları şıkır şıkır oynamış madencileri. Cülyetbinoşe, ünlü yabancı aktrist kadrosunda yer alıyor ve pek de dişe dokunur bir şey yapmıyor. 
   Vakit geçirmek için izlenebilir.

SICARIO

   İşte hakkında uzun uzun yazmak istediğim ama tembellikten yazamadığım iyi bir film.
   Amerikan derin devleti, kontrolünün dışındaki Meksikalı uyuşturucu kartelini ekarte edip, kontrol edebildiği Kolombiyalı uyuşturucu kartelini işbaşına geçirmek için intikamla yanıp tutuşan bir savcı eskisiyle olmadık işler çevirirken, yasal zorunluluklar yüzünden operasyonda yer almak durumunda kalan FBI ajanı vicdani meseleler yaşayacaktır.
   En gerçekçi aksiyon sahneleri, izleyicinin çözmek zorunda olduğu bissürü küçük ipucu, iyi oyunculuklar, intikam olgusuna bir neşter; velhasıl izlemeye değer film.

"The Revenant" İntikam Satar.

   Beğenmeyenler vardır, bilmem. Benim beğendiğim filmdir.
   Elbette bir "Amores Perros" değil ama (ikinci yarısı biraz yavaş aksa da (ki o aksiyonda filmin yavaş akması nasıl oluyor di mi ?)) yine de sonuna kadar ilgiyle izledim. 
   "Hügglas, oğlunun intikamını alır" gibi basitçe özetleyeceğimiz konu, gerçek bir olaydan esinlenmiş (oğul intikamı hariç (işte de linki)). 
Fargo
Rambo
   Ultrasonik yönetmenimiz lamba altlarına (eskiden sinemalarda film fotoğraflarının gişe yanında sergilendiği yerlere ve film fotoğraflarına "lamba" denirdi) koyduğum filmlerden esinlendi mi bilmiyorum ama fakir izlerken aklına doğrudan o filmler gelmiştir. Bir de sonlara doğru karların içinde sürüklenirken duyduğu mistik seslerde "Frodooo, Frodooo" diye Galadriel Hanımın seslerini duydum sanki. 
Yol
   Senaryo, akla zarar saçmalıklar içerse de (misal : ayı tepmiş adamın, mezardan çıktıktan sonra üzerinde öldürdüğü ayının kürkü olduğu halde bir anda nehirde rafting yapacak kıvama gelmesi gibi-bay Glası aramaya bir sürü adam çıktığı halde Fitzin peşinden sadece iki kişinin gitmesi gibi-gibiler uzar gider benim yazmaya mecalim yok), Amerikan yerlilerinin dramatik hallerine yapılan göndermeler patetik olsa da (beylik "siz bizden çaldınız" söylemi dışında fazla bir şey yok), kamerada geniş açı kullanımı yüzünden Hawk'ın kafasının at kafası gibi büyük olduğu sekanslar olsa da, durağan görüntülerin güzelliği, çok akıllıca bir müzik kullanılması, iyi oyunculuklar (bkz.oscar'lık bakış), intikamın insanı çeken kötü cazibesi, Fitz'in durmadan dini meseller konuşup filmin kötüsünü canlandırması, son yıllarda izlediğim en gerçekçi aksiyon sahneleri, CGI efektlerinin göze batmaması (CGI ayının (ama ne ayı be arkadaş !) kamerayı buğulandırması) yüzünden filmi sevdim. 
Oscar'lık Bakış
Kafa oranlarına dikkat !
   Bay Kapriyo, ne kadar yevmiye aldıysa fazlasını hakketmiş. Aldığı paranın aynısını alsam o çileyi çekmem arkadaş ! onu da belirtmiş olayım (yalnız, bu çocukceyiz bu sefer de Oscar'ı kapmazsa, akademi ayıp eder). Bay Hardi, kötüyü çok iyi oynamış (şıkır şıkır). Müziklerdeki yaylılar (hele ki finalde detone olmaları) fakiri kendinden geçirmiş. Durağan sahnelerde bol bol "Kış Uykusu" hatırlanmış ve sıcak yaz gecelerinde (soğuğu hissetmek için) bir kez daha izlenmek üzere arşive kaldırılmıştır.
   Çoluk çocukla zinhar izlenmez, sıcak şarapla güzel gideri olan filmdir.

3 Ocak 2016 Pazar

Mısır'a Gidecek Olanlara Öneriler (Hurghada ve El Gouna)

MISIR
   Kış aylarında dahi devamlı güneşli gökyüzü ve sıcak iklimiyle Mısır, kış tatilcilerinin ilgisini çekebilen bir alternatif. Şu halde aşağıda yazılanları dikkatli okumak gerek.
   Mısır dendiğinde standartlarınızın olduğu ayar düğmesini iki (ya da beş) tık düşürecek, fiyat skalanızı ise (bunda şüphe yok) üç tık düşüreceksiniz. Şöyle açıklayayım :
    Dört yıldızlı bir otelde kaldığınızda tek yıldız standartı alabilecek ve pansiyon ödemesi yapacaksınız. 
   Bir TL, üç Mısır Poundu yapıyor ve fiyatlar memleketimin üçte birinden daha düşük. 
   Herşey (çölün tozundan mıdır bilmem) çok tozlu ve kirli. 
   Hiç bir şeyin üstünde fiyat etiketi yok. Bir şeyi almaya niyetlendiğinizde satıcı soruyor "kaç tane alacaksın ?" cevaplıyorsun, sorular bitmiyor "kaç para verirsin ?" "yav satıcı sensin fiyatı da belirle" diyorsun, kendince uçuk bir rakam söylüyor. Söylediği fiyat aslında makul bir fiyat ama "dur kazık yemeyeyim şimdi" diyerek fiyatın yarısını öneriyorsun ve adam hemen sırıtarak kabul ediyor. Nedir : "yine kazık yedim" hissi geliyor ve oturuyor insanın içine. 
   Maalesef benim karşılaştığım durum genelde böyle. İnsanların neredeyse tümü, yabancı olduğunuzu algıladığında (ki aksi durum mümkün değil) "ben bunu nasıl yolarım ?" düşüncesine dalıyor. 
   Yahu yoldan geçen teyzeler (ki üstleri başları gayet düzgün, yaşlıbaşlı teyzeler) benden "bahşiiiş, bahşiiiş" diye para istediler. Niyeyse bilmem.
   Havaalanındaki tuvaletlerin önünde turuncu kıyafetli temizlik işçileri çıkan turistlerden tuvalet parası istiyorlar (vermeyin !).
   Tutarda anlaştığınız taksi şoförü, aldığı ücretin üzerine bahşiş istiyor. 
   Herkes bir şekilde sizden para istiyor. Buna alışın. Neticede, verdiğiniz tüm bahşişler, kazıklandığınız tüm meblağları topladığınızda yine makul bir rakamla karşılaşacaksınız ama kazıklanma hissi kötü. 
   Memlekete girmeden ve çıkmadan pasaport kontrolünden önce küçük bir form doldurup, mülteci olarak ülkede kalmayacağınızı taahhüt ediyorsunuz. Pasaport kontrolü sonrasında ise hacıdayı kılıklı polislerin sizi tepeden tırnağa süzmesi seremonisi var. İnceden; ülkedeki "demokrasi" anlayışı hakkında kıllanıyorsunuz. 
   
HURGHADA
   Malum ucuzcu havayolumuzun doğrudan Hurghada'ya uçuşları var. Hurgada (bundan sonra böylesi kolay olduğundan böyle yazılacaktır), Şarmelşeyhin tam karşısında, ondan az popüler, ondan daha ucuz, onunla aynı imkanları sunan bir yerleşim. 
Kıro Market
   Bundan 20 yıl öncesi küçük bir balıkçı köyü iken gelişen turizm ile neredeyse 300 bin nüfusa sahip büyükçe bir şehre dönüşmüş. 
El Sony Restaurant
   Şehirde ulaşım küçük beyaz minibüsler ve taksilerle sağlanıyor. Minibüsler yerel halka 1 mısır paundu (MP), turistlere ne tutturabilirlerse (10 USD ile 2 MP arası). Taksiler için hiçbiryere 10 MP'dan fazlasını vermeyin (hiç bir koşulda taksimetreyi açmaya yanaşmıyorlar). Mazotun litresi 2 MP (0.7 TL.). Hiç bir yerde otomobil kiralamayı başaramadım. Budget gibi uluslararası bir araç kiralama şirketi bile (firmanın önü otomobil dolu olmasına karşın) "onbeş günden önce araç kiralayamayız. Tüm araçlarımız dolu" dedikten sonra şoförlü araç talebimize hemen olumlu cevap verdi. 
   Hurgada denizle barışık bir kent değil. Yeni yapılan turistik oteller dışında sahille rabıtası olan bir yerleşimi yok. Kordon ya da sahil yolu kavramları gelişmemiş (yok diyeyim de başım ağrımasın). Şehrin içindeki marinanın yanındaki Mina camii ve ona bitişik balık hali ilginizi çekebilir. Bu kadar renkli balığın olduğu hali, bir tek Hindistan'da görmüştüm. Halin içinde balık pişirilen bir yer de var. Pek canım çektiği halde, sevdiceğimin "ishal olmanı istemiyurum" şeklinde çemkirmelerinden ötürü yiyemedim. Pişirme yöntemi ilginç : balığı ayıklamadan pane unu gibi birşeye bulayıp pleytin üzerinde, üzeri kömürleşene kadar tutuyorlar, sonra o kömürleşmiş kısmı ayıklayıp taam ediyorlar. Çevrede hep size birşeyler satmaya çalışan satıcılar. Kibarca gülümseyip reddederseniz kurtulabiliyorsunuz. 
   Hurgada, kadim bir kent olmadığından eski bir çarşısı yok. Merkezdeki çarşıdaki dükkanlar, tüm doğuda olduğu gibi yerele ve turiste hitap eden şeklinde ikiye ayrılmış. Aralarında ciddi fiyat ve sunum farkı var. Yerele hitap edenlerde ilaçtan, yiyeceğe, dikiş malzemesinden tuvalet fırçasına kadar geniş bir ürün yelpazesi var. Mahalle arasında ızgara ve felafel yapan yerler de gani. Turistik dükkanlar ise klasik. Eciypt suuvenirleri (hepsi kırık dökük ve tozlu), parşömenler, hibiskus dolu çuvallar (geçen Kemeraltında aynısını daha ucuza gördüm), olmayan fiyat etiketleri, haris ve muhteris bakışlar. Aman diyim pazarlık şart.
   Turistik dükkanların yanyana dizildiği Sakkala bölgesinde sağ tarafta iyi bir tatlıcı var. Hakkını yemeyeyim : dürüst adam. Her tatlının fiyatı belli, tatlılar babil kulesi gibi, tezgahtar rus kızcağız ingilizce ve biraz Türkçe de biliyor. Tatlıların görünüşü çok güzel ama görünüşleri dışında tatları aynı. Hediyelik olarak değerlendirilebilir.
   Çarşının bulunduğu El-Dahar meydanında Sen Sinod Kıpti Kilisesi var, fazla tarihi olmayan bir yapı gibi görünüyor. Meydanın sol tarafında kalan yerel pazar ise anlatılmaz yaşanır. Etler ve patatesler ve canlı tavuklar yanyana satılıyor (etler canlı değil). Fiyatlar dehşetli ucuz. Küçücük beyaz patlıcanlar aklımı aldı. Burada bunu es geçmemenizi öneririm. 
   Esnafın dediğine göre geçen rus uçağının düşmesinden sonra rus turist kesilmiş. Adamlar kan ağlıyor. "Alman turist otelden çıkmaz, Ruslar iyiydi, taksiye biner, alışveriş yapar, dışarıda yemek yer, bize ekmek çıkardı. Türkler de iyi ama Almanlar kötü" diye tespitleri var. Genel olarak konuştuğum her mısırlı "yavaş yavaş hasan şaş" diye mahdut bir Türkçeyle yaklaşıyor memleketim insanına. Ekseriyet; sarayda oturan, uzun boylu, seyrek bıyıklı, asabi şahsiyetten hazzetmiyor (biraz da siyasi havanın etkisiyle olsa gerek). 

    El Gouna (EG), Hurgada'nın 25 km. uzağında Mısır'ın genel atmosferinden farklı bir yer. Zamanla denizin çökmesiyle oluşmuş küçücük adalardan oluşuyor. Orascom diye bir şirket burayı kapatarak kendi işletiyormuş. Bölgede çok sayıda otel ve kaşaneler var. Mısır'ın zenginleri ve sanatçılarının çoğunun burada bir evleri varmış. Bölgeye girişte ve çıkışta ciddi güvenlik kontrolü var. Otellerin hepsinin girişinde de.
   Havaalanından buraya taksi 100 MP tuttu. arada neredeyse 40 dakikalık yol olduğundan makul gibi geldi (tabi bir gün sonra Hurgada'dan buraya 50 MP'na gelinceye kadar). 
   Biz Sultan Bey Otelinde kaldık. Merkeze yakın, hizmet standartı fena değil, temizliği iyi bir otel. Fiyatları da ülkemdeki dört yıldızlıların yanında makul ötesi. Oteller avrupalı kaynıyor, genelde 65 yaş üstü emekli beyaz yakalılar. Haftasonları zengin araplar da oluyor. Bir iki alman turistle konuşunca para biriktirmek için tatile geldiklerini anladık. Cefbricise benzeyen alman taksi şoförü emeklisi "burada bir ay kalacağım, bir ayda harcadığım parayla memlekette on gün yaşayamam, para biriktirmek için mecburen tatil yapıyorum" dedi. Genelde herşey dahil sistemden geliyor ve asla otelden dışarı çıkmıyorlar. 
   Dışarıyı görmeye meraklı turist ise EG bölgesinde ring atan beyaz midibüsleri (günlük 10, haftalık 30 MP), tuktuk denilen triportörleri (heryere 20 MP) kullanabilir. Hurgadaya gitmek için ise 20 dakikada bir hareket eden otobüsler var (8 MP). 
   EG'nın iki merkezi var Downtown denilen dükkanların olduğu yer ve Marina. Büyük oteller genellikle kapalı merkezlerde. Zeytuni ada dedikleri yer ise Sheraton otelinden köprüyle geçilen, diğer otellerden ise 20 dakikada bir ücretsiz deniz motoruyla ulaşılan güzel bir ada. Bu adanın ucunda, hemen önündeki resife uzanan çok uzun bir iskele var. Bu iskelenin ucundan dalış yaparak resifi gözlemleyebilirsiniz. 
   Otelden dalış turuna katıldık. 30 USD karşılığı sabah 08.30'da otelinizden alınıp güzel bir tekneye gidiyorsunuz. Bizim sefer haftasonuna denk geldiğinden tekne Kahire'den gelmiş zengin Mısırlı kaynıyordu. Nedir : fena olmadı. Zaten dalış yapan dört kişiydik (ikisi Alman). Kalan tayfa deniz havası almakla yetindi (Mısırlı insanın denizle fazla işi yok). Tanıştığımız Mısırlılardan ülkeleri hakkında malumat aldık. Misal : hafiften mumyaya kaçmış bir ekonomi profesörü kadıncağız "Mısır, halkın hemen tümü Müslüman olmasına karşın laik bir ülkedir. Sisi'yi seviyoruz. Erdoğan çok konuşuyor. Müslümanların kurtuluşu eğitimdir." eksenli konuşmalar yaptı. Hakikaten de diğer kızkardeşleri kapalı olmasına karşın kendisi gayet de makiyajlı ve frapandı (geçmiş yaşına rağmen). Sosyolojik tespitler sonra yapılacağından denizaltı tabiatına geçmek istiyorum. 
   Mısır'da denizin üstü ne kadar sefilse denizin altı o kadar güzel. Özellikle tekneden yaptığım dalışta gördüğüm resif canlıları ve balıkları herhalde ömrüm boyunca bir daha göremem. Evrak çantası büyüklüğünde rengarenk papağan balıkları resifleri gagalıyor, ortaboy valizden daha büyük rengarenk balıklar elimizden birşeyler yemek için etrafımızda geziyor, en küçüğü kafam büyüklüğünde içi rengarenk dokularla dolu istiridyeler açılıp kapanıyor, bir de dikenleri bir metre olan deniz kestaneleri gördüm aklım çıktı. Hülasa, anlatılmaz yaşanır.
   EG'dan Luksor'a ve Kahire'ye otobüs ve tur imkanları var. Ama yol kısa değil. Beklentimiz, güneş, deniz ve dalış olduğundan buraları pas geçtik. Başka sefere umalım (düşük ihtimal).
   EG, suyu ve enerjiyi akıllıca kullanan bir yer. Otoyolu güneş enerjisi panelli aydınlatmalarla sağlıyor. Kullanılan suyu arıtıp bitki sulamada kullanıyor. Peyzaja önem veriliyor. İçerdeki marketlerde fiyatlar yerel marketlerden yüksek olmasına karşın ürünler çeşitli ve hepsinin üzerinde fiyat etiketi var. 
   Gelelim sosyolojik tespitlere :
   Halkın, turisti söğüşleme potansiyelinin yüksek olmasını fakirliğe bağlamaya çalıştım, aklıma Hindistan geldi. Oradaki fakirlik buradakine beş basar lakin insanların gözündeki ışık kaybolmamıştı. Turistik dükkanlar hariç kazıklanma girişiminde bulunulmadı. Haydi bir örnek vereyim. Otelin hediyelik eşya dükkanını işleten çocukla samimiyet kurduk. Batının çifte standartlarından tut, Müslümanların niye bu kadar ezildiğine kadar bir çok fikri paylaştık. Giderayak bizi kazıklamaya kalkıştı. Aynı "almıyorum, gidiyorum" blöfüne de "tamam istediğin fiyattan olsun" dedi. Ben bu adama ne diyeyim bilmiyorum. Herhalde doğanın acımasızlığı (salt binadan oluşan sahilin dışındaki tamamen çöl topoğrafya) insanları bu kadar vahşi yaptı diye düşünür oldum.
   Camiler (memleketime oranla) çok az ve küçük. Taksi şoförlerinden, dükkan sahiplerine kadar herkes Kuran dinliyor (üstelik anlayarak dinliyor) ama Müslüman kazıklamakta bir beis görmüyor. 
   Sokaklarda kadın yok. 
   Trafik rezalet. Hindistan'la yarışır. Trafik işaretlerini kimse umursamıyor. Otomobillerin hepsi hasarlı. Toplu taşıma araçları inanılmaz pis. 
   Binalar savaş görmüş gibi ama savaş görmemişler. 
   İklim ve coğrafya açısından pek talihsiz bir yer. Belki de insanların karakteri de buna göre evrilmiş.
   Ben Mısır'ın en çok memlekete dönüşünü sevdim. İkinciye gideceğimi de pek zannetmiyorum.

2 Ocak 2016 Cumartesi

"Star Wars: The Force Awakens" İyi Zenaat.

 Çeşitli nedenlerden görmem gecikti. Biraz önce çıktım. Maddeler halinde bir yazı olacak, kusuruma bakmayın.
   İlk filmi de bir yıl gecikmeyle 1980'de izlemiştim. (biliyorum 77 yapımı olduğunu, o zamanlar filmler üç yıl falan sonra gelirdi. Yıldız Savaşları da 79'da gösterime girmişti.) O yıllarda sinemada reklam falan yoktu, başlamadan "gelecek program" antraktan sonra "pek yakında" gösterilirdi (televizyon siyah beyazdı (adeta prehistorik dönemler)). 
   Şimdi reklam adeta bilim olmuş. Film başlamadan evvel starvors temalı yapı market reklamı da gördük, pil reklamı da. İçim kalktı reklamdan.
   Üç boyutsuz bir seçeneği olmadığından hiç hazzetmediğim karartan gözlüklerle izlemek zorunda kaldım. Derinlik efektleri baş ağrıtmayan bir dozda olduğundan şikayetçi olmayacağım. 
   Gelelim eleştirilere : (önce kötüler)
   Standart Lucas tarzı başlayan (her beş dakikada bir ikili akışta aksiyon, izleyiciye nefes aldırmama taktiği) filmimiz ortalardan itibaren senaryoda sapmalar ve aksamalarla kör topal ilerliyor.
   Antagonistler (ne işim olur antagonistle, kötü adamlar diyim de başım ağrımasın) feci zayıf. Fena halde Severussneype benzeyen (bir ben mi benzettim bilemedim) bir Kayloren, ergenle kötü adam arasında sıkışmış. Geymoftrons'a mı ilendiler o kabza sakındıraklı kırmızı pürmüz şeklindeki lightsaberi bilmiyorum ama pek hazzetmedim. Lightsaberle yapılan mücadeleler, serinin önceki filmlerine nazaran pek bir sallama. Süprimlider rolündeki Gollum bey'e boşuna yevmiye yazmışlar. Zaten ful yansıma olarak ve tanınmaz bir makiyajla zuhur ediyor. Tamamen CGI olarak yapsalardı olurmuş. Modifiye edilmiş kadın startruupır (kaptanfazma (yahut geymoftrons'un brien'i)), Hitler çakması Generalhaks. Velhasıl tüm kötüler, yeterince iyi değiller (böyle yazınca da komik oldu, neyse).
   Dartvader ve imparator ölünce süprimlider (Bay Smeagol) nereden zuhur etti, kayloren'i ne ara eğitti (kanımca bunu devam filmlerinde göriciiz (tıpkı azıcık görünen ve hemen kaybolan Meksvonsidov'un canlandırdığı Lorsantekka gibi (nerden buluyorlar bu isimleri bilmem!)) ? 
   Bu filmde de bir Ölüm Yıldızı (hatta modifiye edilmişi) var. Saldırı planlamaları var, saldırı var. Ama ilk bölümlerdeki helecan yok. (belki sen değiştin Arakolpa ? (hakkaten o ad var)).
   Eğitimli bir Kayloren'e, vahiy inmişçesine sopa atan Rey nasıl bir yetenek ki Luksıkayvolkır'ın uzun bir eğitimle edinebildiği nesneleri hareket ettirip, insanları kontrol etme yeteneğine kendi kendine hemencecik kavuşuveriyor ?
   Sorular bitmez, iyi eleştirilere gelelim.
   Film efekte boğulmamış. Bu açıdan ilk çevrilen üç filme çok daha yakın. Savaş hazırlığı sahneleri olsun, bar ortamları olsun her türlü ilk filmlere yapılan göndermeler gayet şukela.
   Han Solo, Prenses Leya ve Çuvbaka olsun R2D2 ve 3CPO olsun yine içimizi ısıtmışlardır. (Yalnız Prenses Leya iyi yaşlanmış, korselerden falan kazık gibi duruyor)
   Yeni karakterlerden bir tek BB8 içime yattı. Pek sevimli kerata.
   Maketler güzel.
   Hava çatışmalarında efekte kapılmadan iyi bir gerçeklik yakalanmış.
   Kan yok denecek kadar az (Disney etkisi).
   Gelecek filmlerde aydınlanacak çok soru işareti bırakıyor, bu açıdan merak faktörü yüksek. 
   Devam filmlerinden daha iyi şeyler ümit ediyor ve huzurlarınızdan çekiliyorum.