Murakami'nin romanlarında olan döngünün benzeri var filmimizde. İlk bir saat neredeyse birbirinin aynı olan bir rutini izlediğinizde (oysa aynı değildir döngüler, görmesini bilenlere ne farklılıklar vardır) düz sinema izleyiciyseniz oflarpuflar çekebilirsiniz. Eğer zaten bunu yapıyorsanız kapatın gitsin. Sonrası da size bir şey vermeyecektir.
Hirayama'nın rutini var. Alarm kurmaksızın, sokaktaki süpürgenin sesine uyanır. Evden çıktığında ilk yaptığı gökyüzüne bakıp gülümsemektir. İşini savsaklamadan, büyük bir titizlikle yapar (Hirayama tuvalet temizlemektedir). Saatini yalnızca tatil günlerinde takar. Bisikletini park etmeye yaklaştığında benim gibi yanlayarak yavaşlar. Hayatında internet, akıllı telefon, televizyon yoktur. Sadece müzik ve kitapla zenginleştirir rutinini (kitap seçimleri de güzeldir Faulkner'lar, Highsmith'ler, kenarda köşede kalmış ulusal denemecileri). Fazla konuşmaz. Arkadaşı yoktur. Evinde banyo yoktur. Yemek pişirmez (bir kerecik noodle yaptı zaruretten). Dijitale geçmemiş, analogda kalmıştır. Sadece haftasonları gittiği bardaki kadına gizliden yangındır.
Baş kahramanın geçmişi ve bugünü hakkında bu kadar az bilgi verip, izleyicinin ilgisini film boyunca tutmayı başaran etken (fakire göre) kuşkusuz yönetmendir. Wenders, oluşturduğu dünyanın içine aksiyon, müzik (sadece Hirayama'nın dinlediği müzikleri duyuyoruz (ki o da şükeladır)), dram katmadan sadece anı göstererek güzel bir iş çıkarmış.
İkinci yarıdan itibaren protagonistimizin hakkında bir takım ipuçları veriliyor. Anlıyoruz ki, Hirayama'nın bir başka hayatı olmuş. Nedir: o sadeliği ve yalnızlığı tercih etmiş. Ne zaman hayatına insanlar girmeye başlıyor o zaman mutlu ve mutsuz zamanlar artmaya başlıyor. Oysa kendi kurduğu düzende gayet güzel idare etmeyi beceriyordu. Küçük şeylerden haz almayı öğrenmişti. Tokyo gibi bir megapolde de olsa doğayla bağlarını sağlam tutuyordu.
Film boyunca hiç durmayan bir şehir uğultusu duyuyoruz. Sadece müziklerle kesiliyor bu uğultu. Gün sonunda görsel muhasebenin yapıldığı uyku öncesi anlarda dahi bu uğultu kaybolmuyor.
Son izlediğim iki filmde de yalnızlık başroldeydi. Wenders filmimizin son sahnesine bu konu hakkındaki yorumunu eklemiş bence (tabii burada Hirayama'ya hayat veren Koji Yakusho'ya bir alkış göndermek farzdır). Ağlatırken güldüren, güldürürken ağlatan bir durum, aynı hayat gibi.
Öyle standart sinefile gelmez. Daha ziyade resme bakıp kaybolmayı bilenlerin hoşlanacağı filmdir. Kirpi'yi* sevenler, bunu da sevecektir. Murakami sevenler, bayılacaktır. Holivut sevenler, koşarak uzaklaşacaklardır.
*https://arakolpa.blogspot.com/2013/04/the-hedgehog-yahut-le-herisson-yahut.html