23 Mayıs 2024 Perşembe

"Perfect Days" Küçük Şeyler.

   Murakami'nin romanlarında olan döngünün benzeri var filmimizde. İlk bir saat neredeyse birbirinin aynı olan bir rutini izlediğinizde (oysa aynı değildir döngüler, görmesini bilenlere ne farklılıklar vardır) düz sinema izleyiciyseniz oflarpuflar çekebilirsiniz. Eğer zaten bunu yapıyorsanız kapatın gitsin. Sonrası da size bir şey vermeyecektir.
   Hirayama'nın rutini var. Alarm kurmaksızın, sokaktaki süpürgenin sesine uyanır. Evden çıktığında ilk yaptığı gökyüzüne bakıp gülümsemektir. İşini savsaklamadan, büyük bir titizlikle yapar (Hirayama tuvalet temizlemektedir). Saatini yalnızca tatil günlerinde takar. Bisikletini park etmeye yaklaştığında benim gibi yanlayarak yavaşlar. Hayatında internet, akıllı telefon, televizyon yoktur. Sadece müzik ve kitapla zenginleştirir rutinini (kitap seçimleri de güzeldir Faulkner'lar, Highsmith'ler, kenarda köşede kalmış ulusal denemecileri). Fazla konuşmaz. Arkadaşı yoktur. Evinde banyo yoktur. Yemek pişirmez (bir kerecik noodle yaptı zaruretten). Dijitale geçmemiş, analogda kalmıştır. Sadece haftasonları gittiği bardaki kadına gizliden yangındır. 
   Baş kahramanın geçmişi ve bugünü hakkında bu kadar az bilgi verip, izleyicinin ilgisini film boyunca tutmayı başaran etken (fakire göre) kuşkusuz yönetmendir. Wenders, oluşturduğu dünyanın içine aksiyon, müzik (sadece Hirayama'nın dinlediği müzikleri duyuyoruz (ki o da şükeladır)), dram katmadan sadece anı göstererek güzel bir iş çıkarmış. 
   İkinci yarıdan itibaren protagonistimizin hakkında bir takım ipuçları veriliyor. Anlıyoruz ki, Hirayama'nın bir başka hayatı olmuş. Nedir: o sadeliği ve yalnızlığı tercih etmiş. Ne zaman hayatına insanlar girmeye başlıyor o zaman mutlu ve mutsuz zamanlar artmaya başlıyor. Oysa kendi kurduğu düzende gayet güzel idare etmeyi beceriyordu. Küçük şeylerden haz almayı öğrenmişti. Tokyo gibi bir megapolde de olsa doğayla bağlarını sağlam tutuyordu. 
   Film boyunca hiç durmayan bir şehir uğultusu duyuyoruz. Sadece müziklerle kesiliyor bu uğultu. Gün sonunda görsel muhasebenin yapıldığı uyku öncesi anlarda dahi bu uğultu kaybolmuyor. 
   Son izlediğim iki filmde de yalnızlık başroldeydi. Wenders filmimizin son sahnesine bu konu hakkındaki yorumunu eklemiş bence (tabii burada Hirayama'ya hayat veren Koji Yakusho'ya bir alkış göndermek farzdır). Ağlatırken güldüren, güldürürken ağlatan bir durum, aynı hayat gibi.
   Öyle standart sinefile gelmez. Daha ziyade resme bakıp kaybolmayı bilenlerin hoşlanacağı filmdir. Kirpi'yi* sevenler, bunu da sevecektir. Murakami sevenler, bayılacaktır. Holivut sevenler, koşarak uzaklaşacaklardır.


*https://arakolpa.blogspot.com/2013/04/the-hedgehog-yahut-le-herisson-yahut.html

14 Mayıs 2024 Salı

"Beyaz Zambaklar Ülkesinde" Atam Önermiş Okunmaz mı?

   Finlandiya'nın hiçbir şeyi yok. Tarıma uygun arazileri neredeyse hiç. Değerli maden yok. Rusya'nın başkenti Moskova olduktan sonra stratejik önemi yok. Halkı tembel, politikacıları, din adamları yozlaşmış. Ülke bitik. (tabi bu 19.yy sonu 20.yy başları) Bataklık ve tundraların üstündeki cahil ve tembel bir toplumdan nasıl oldu da bugünkü haline geldiler.
   Kısacık kitabımız (126 s.) bunu anlatıyor. Yeniyetmeliğimde okumuş, pek de önemsememiştim (o zamanlar sağlam bir kültürümüz, yurtseverliğimiz, sosyal dayanışmamız (bakınız sosyal devlet demiyorum sosyal dayanışma diyorum) vardı zaar (zaar!)). Yeni Türkiye'de bir kez daha okunmalı diyerek oturdum başına. Atamızın önerdiği kadar varmış. Ülkenin ayağa kalkması için herkesin elini taşın altına koyması gerekiyormuş. Ama bu fedakarlığı ilk yapacak olanlar piramidin üzerindekilermiş. Burada yazmak kitabı özetlemek gibi olacak. Ancak fakire göre okullarda okutulmasından ziyade erk sahiplerinin okumasında fayda vardır. Eğitimcilerin, kanaat önderlerinin, din adamlarının, akademisyenlerin de öyle. Snellman memleketime gelseymiş kimbilir ne olurmuş? Bırak sıfırı eksiden başlayıp hiçbir kaynağa sahip olmadıkları halde kıta Avrupa'sının en müreffeh toplumlarından biri olmayı kotaran ve bunu ülkelerine sahip çıktıkları için başaran Finlilere yüksek bir alkış göndermek zorundayız. Okuyunuz, okutturunuz.

"Vicdan Zorbalığa Karşı" Tanıdık Şeyler.

 

   Yav arkadaş biz Protestanlığı, Katolikliğin dogmalarını yıkan bir mezhep olarak bilirdik. Meğer değilmiş. Calvin, Cenevre'nin din liderliğini alınca, dini bir baskı aracı olarak kullanır. Zaten farklı görüşleri olan Sebastian Castello, Calvin'in görüşlerine ters olan Miguel Serveto'yu kilise kararıyla ölümle cezalandırması nedeniyle Calvin'in karşısına dikilir. 
   Zweig bu eserinde her ne kadar sınırlı bir coğrafya, eski bir tarih (neredeyse ortaçağ) ve din aracılığıyla yürütülen bir totaliterizm eleştirisi yapsa da, yazdıkları tüm totaliter rejimler için geçerli. Belki de yazarımız (ki nasyonal sosyalizmden çok çekmiş ve taa güney amerikalarda eşiyle birlikte siyanür içerek hayat kapısını kendileri kapamışlardır) yaşadıklarına öykünerek yazmıştır. Calvin dini, badem bıyıklı asabi şahsiyet de ideolojiyi kullandı totaliterizm için. Seyrek bıyıklılar ne kullanıyor bilmem!
   Eleştirim şudur: Zweig eserinde çokça belirleyici sıfat kullanmıştır. "hain ve kısık gözleriyle zihnindeki dogmaları yansıtan soluk benizli alçak Calvin" tamlaması okuyucunun çok yönlendirilmesini sağlar. Gerçi Calvin'in de (sadece yaptıklarını okuyacak olsak) iyi olarak savunulacak pek bir yönü yoktur ama müsaade etseydi de bu kararı biz verseydik. 
   Totaliter rejimler, halkın zaafını kullanarak gücü ele geçirir ve güç ele geçtikten sonra da kendi doğrularını acımasızca uygular. Bu düzenin tanımlaması, muktedirlerin gücü mü ideolojiyi mi (yahut kimi hallere sanatı mı) kullandıklarıyla tamamen ilgisizdir. Acı acı görüyoruz ki: Zweig'ın Cenevre için yazdığı satırlar bize çok tanıdık geliyor. Öyle trajik bir halde değiliz henüz (Ata'ma şükür!) ama içinde bulunduğumuz su yavaş yavaş ısındığından değişimin farkında değiliz. En kötüsü kendi eylemlerimizde bir otosansür uyguluyor olmamız. Ramazan'da resmi dairelerde öğle yemeği verilmediğinde "e Ramazan normal" diyerek kabullenmek, son yıllarda volümü gittikçe artan ezan başladığında konuşmalara ara vermek, müziği kapatmak, vaka-i adiyedendir. Suyumuz ısınmıştır. Burada sarıfatmalar gibi ahkam kesmek istemem ama (Yaradan affetsin Alev Alatlı'nın buluşudur "sarıfatma") otosansüre varmışsa durum; totaliter rejime girilmiştir. 

"My Favorite Cake" İran'dan Sıcak Film!

   Uçan Süpürge Film Festivali'nde görmek kısmetmiş. 1s37d Uzun değil. Nasıl bittiğini anlamadım. 
   Mahin 70 yaşında, kocasını bir trafik kazasında kaybedeli 30 yıl olmuş. Çocukları yurtdışına gitmiş, arkadaşları var ama eskisi kadar sık bir araya gelemiyorlar. Mahin'in uykuları zorda. Mahin yalnız hissediyor. Yalnızlığın üstesinden gelmek için bir takım çabalar sarfediyor ve işler yolunda gidiyor. İlk adımı attığı Faramarz ile tanıştıkları gece, filmimizin en uzun sahnelerini oluşturuyor. Bir saate yakın bu iki yalnız insanın birbirlerinin ruhunu ısıttıklarını görüyoruz. 
   Çok hoşuma gitti. İran dışında bu kadar çok popüler olmasının ideolojik bir yönü vardır muhakkak (gösterimi İran'da yasak, rejimi ciddi eleştiren bölümleri var). Senaryo, kurgu, sanat yönetmenliği ve bilhassa oyunculuklar pek yahşi. Son sahnedeki müzik de öyle (zaten sadece orada müzik kullanılmış). Nedir; bitince insanın boğazına bir yumru takılıyor. Yanımda oturan gencecik kız sulusepken ağladı. Fakirin gözleri doldu. Yalnızlığın kimileri tarafından beğenilmesi mümkündür. Son tahlilde yalnızlık kaçınılmaz ama insanın yanında ruhunu yükselten birinin olması da yalnızlıktan evladır. Görmelere sezadır. Bulursanız izleyin.