28 Ağustos 2025 Perşembe

"Hiddet" Michaelides'ten Polisiye.

 Sessiz Hasta'nın yazarının yeni kitabı kitap kulübümüzün bu ayki kitabı seçilince pek bir sevindim. Sessiz Hasta'yı sevmiştim. 
   Emekli süperstar Lana Farrar Londra'daki kasavetli gökyüzünden bunalınca (siz öyle sanın!) aniden bir Yunanistan yapası gelir (orada adası vardır). Kocası, oğlu, iki dostu, kahyası ve adanın bekçisiyle (7 kişiydiler!) güneşli birkaç gün geçirecektir. İşler gelişir.
   Açılış, (pek sevdiğim (ancak 1-2 gün kesintisiz olursa pek sevilmez) ve çok iyi bildiğim) Ege rüzgarıyla yapılıyor. İklimi, rüzgarın karakterini, kokusunu bilirim. O yüzden kitap 1-0 önde başladı. Üstüne üstlük yazarımız duvarları yıkarak okurla konuşuyor ve bunu da gayet barda birşey içerken sohbet eder gibi yapıyor (bizdeki çilingir sofrası). Bu da artı değer. Dili akıcı, kurgu kancalı (bir bölüm biterken diğerini merak ediyorsunuz). 
   Herhalde ömrümde okuduğum ve (bırak içselleştirmeyi, özdeşleşmeyi) beni kendinden nefret ettirmiş (adeta tiskindirmiş (evet tiksinmenin bir derece fazlası)) bir anlatıcı kaleme alıyor romanı. Anlamaya, yaptıklarına geçerli bir sebep bulmaya çalışıyorum olmuyor. Üstelik anlatıcının her zaman nasıl kendine yonttuğu oğlak burcunun inatçılığı gibi bilimsel bir bilgidir (burada ironi yaptım ama gerçeklik payı çoktur). Kitabın yarısından itibaren şaşırtmacalar başlıyor (bunda anlatıcının öznel yansıtması (sokak jargonunda g.tünden uydurması) gözden kaçırılacak gibi değildir). Şaşırtmacalar çetrefilleştikçe bendenizin merakı düştü. Finale ait bir şey yazmayayım da okuyacak olanları kendime çemkirtmeyeyim. Ancak son yüz sayfada finali bildim (kitap 301 S.). Bu, kitaba başladıktan sonra (hem de iş gününde) ertesi günü bitirmemi engelledi mi peki? Elbette ki hayır. 
   Yazarımızın bir önceki kitabıyla birçok benzerlikleri olan ancak zihninizi günlük hayhuydan gayet güzel çıkarma kapasitesi olan bir polisiyedir efem. İstanbul-Ankara hızlı tren yolculuğunda ya da haftasonu kaçamak tatilinde boşluklarda gideri vardır. Siz bilirsiniz yani.

27 Ağustos 2025 Çarşamba

"Anora" Sahici.

   Stream kanallardaki filmleri yazmıyorum. Ama bu film onlar için çekilmemiş. Birçok ödülü var (benim için altın palmiye başkadır). Önceden şöyle bir baktım. Oyuncular, yönetmen, senarist (zaten yönetmen ve senarist aynı kişiler) bildiğim ve takip ettiğim isimler değil. Konu da pek beylik (Pretty Woman'ın remake i gibi). Buna rağmen altın palmiye uğruna bir akşamımı verdim. Ortalarda sarkınca ikinci geceye kaldı (uykuya dayanamıyorum). İkinci gece erken bitince single malt gerekti (o kadar). 
   Ahir ömrümde gördüğüm en duygusal finallerden birini yapmışlar. Üstelik bayağı pornografik görünen bir sekansın içinde. 
   Ani (asıl ismi Anora), bir seks işçisi. Bir oligarkın oğluyla yolu kesişiyor ve kafaları iyiyken Vegasta evleniyorlar. Olaylar gelişiyor. Pritivumın ne kadar holivutsa, bu film o kadar avrupalı. Hayatı, günceli, duyguları çok sahici veriyor. Oligarkın ne iş yaptığını bilmiyoruz ama parayı konuşturmayı biliyor. Konuştururken kendi insanlarına hasis, başkasına cömert. Ani her ne kadar kökeni rus olsa da batı kültürünü benimsemiş. Yaşadığı sert hayat yüzünden kalın bir kabuk örmüş (cazgırlık, kavgacılık vs.) . Bunun altındaysa sevdiklerine karşı olabildiğince özverili (çok az detayda verilmiş, iyi izlemek gerek). Kimse adının anlamını merak edecek denli sevmemiş onu. İçinin boş olduğunu bile bile İvan'a kapılıyor. İvan'ın ailesi durumu öğrenince işler karışıyor. 
   Yazacak çok şey var. Ancak bence herkesin kendi çıkarımları olabilir. İzlemekte fayda var. 

"Şıpsevdi" Hüseyin Rahmi'den Sadece Kalıpları Batılılaşanlara.

   Hüseyin Rahmi kitabı 1911'de yazmış. Osmanlıda frankofonluğun hakim olduğu yıllar. Aslında metni 8 yıl önce 1903'de yazmış ve birkaç tefrika yayımlanmış ama sansüre takılmış. O yüzden romanın önüne iki önsöz yazma gereği hissetmiş. Birincisi sansür meselesinin izahı, ikincisiyse romana gelen eleştirilere haklı bir savunma. 
   Osmanlı'dan beri ışığın batıdan geldiği yönünde bir idrakımız var. Nasıl olmasın? Batı hep diğerlerinden önde olmuş, geridekilerin de ilerlemek için onu kılavuz almaları normal. Yalnız bu kılavuz alma meselesi biraz gıllıgışlı (Salah Usta'ya selam olsun!). Biz zarf almalara bayılırız da mazrufla pek işimiz olmaz. Daha güncel dille söylersek: şekle kolay uyum sağlarız da içeriği pek kullanmayız. 
   Son zamanlarda hep bu örnek aklıma geliyor ondan konuşayım. Geçen haftasonu Niğde'nin Gümüşler Manastırı'nı gezdim. Karşısında belediyenin güzel bir kafesi var. Servis yapan arkadaştan amerikano istedim, hemen geldi. Geçtiğimiz ay Sardunya'nın en büyük şehri Cagliari'de mahalle arasındaki kafede bu siparişi verdiğimde anlamadan yüzüme bakmışlardı. Neticede espressoda mutabık kalmıştık (onu biliyorlar hilafsız). Diyeceğim; son on yılda özellikle gelişen kahve kültürü (ki bu da batıya bir öykünmedir) küçük kasabalarımıza kadar sirayet etmiştir. Buna mukabil: (bilen bilir) avrupalı (ve hatta yeni avrupalı (amerikalı)) aldığı bir şeyi paralanıncaya kadar giyer. En son seyrimdeki hem genç (18) hem de ortayaşlı (60+) mürettebatın üstünde markalı hiçbirşey olmadığı gibi gittiğimiz yerlerden de kendilerine hiçbirşey almadılar. Bir çok batılı arkadaşımın üzerindekileri yıllardır bilirim. Oysa bizde tasarruf alışkanlığı yoktur (Doğu Bonkörlüğü vs. Protestan Ahlakı). Neyse ahkam kesmeyi bırakalım romana gelelim.
   Kahramanımız Meftun, şıpsevdilikten ziyade şeklen batılılaşmayı içselleştiren bir karakter. 1900'lü yılların başında bu işler İstanbul'da da olsa hayli zor. HRG romanın ilk sayfalarında Aksaray'daki sel ızgaralarıyla açıyor ve arka planı gayet iyi anlıyoruz. Bunun yanında (hep yazdığım gibi) bir Ertem Eğilmez filmine rahatlıkla geçecek karakterleri (kimbilir belki de bu romanlardan apartılmıştır) çok sahici diyaloglarla, akışlarla veriyor romanımız. Alıştığımız HRG romanlarından biraz daha fazla hacimli (436 S.). Hem olaylara kaptırıyor hem de yazarımızın güncel (elbette o dönemin) bilimsel, felsefi bilgilerini görüyoruz. Arada çeşitli ahkamlar da kesiliyor. En sevdiğimi alayım: "Yaşamak en sade tarifiyle gönülde yatan istekleri yenilemekten başka bir şey değildir. Sadece yerin ve zamanın, yaşın ve yılın değişmesiyle isteklerin türü değişir. En istekten arınmış yaşamaya uğraşan filozofların şu kararlarında bile bir maksat, bir arzu gizlidir." (S.155) Bence düşünmeye değer. 
   Ben sevdim, siz de sevebilirsiniz.

11 Ağustos 2025 Pazartesi

Lawrence Block'tan "Bernie Rhodenbarr" Serisi Okumanın Hafifliği!

 

   Aradan zaman geçiyor ve ben bu seriyi kâh baştan sona (şimdiye kadar hep öyle oldu!) kâh sondan başa (bu sefer de sondan başladım) okuyorum.
   Yalnız bir hayata başladıktan sonra yönelimlerimi gözlemledim ve tadaa! İşte sonuç: fakir, okurken pek bir yelkenleri suya indirdiğinden, ana karakterde içselleştirecek bir yön varsa muhakkak kendini onun yerine koyuyor. Yaşar Kemal'in Memedlerini okurken "şahinim" oluyor, Madam Bovarinin acılarını, tedirginliklerini dibine kadar hissediyor, kafkanın hangi işini okusa uykuları kaçıyor, klayvkaslır okuduğunda dirkpitt gibi hoplayıp zıplıyor (son gençlikte bıraktım onları şükür!), Bayan Kristinin işlerinde Mösyö Poaronun snopluğu bulaşıyor (böyle gider bu!). 
   Bay Block, Börniyi yazarken şımşıkırdak bir karakter yaratmış. Hamuru kanundışı ama tabiatı iyi. Zeki, digemkâr (ancak asla kendisini yıpratacak kadar değil), fedakâr, iyi arkadaş, sözüne sadık, iletişime açık, zaman zaman duygusal ve her durumda humoru yüksek. En trajik durumlardan gülünecek (en azından gülümsenecek) bir hikmet yumurtlayıveriyor. Üstelik kitapların her birinde kitap kurtlarının ilgisini çekecek bilgi kırıntıları da var. 
   Oluşturduğu fon pek başarılı. Yardımcı karakterler (lezbiyen köpek yıkayıcısı ve en iyi arkadaşı Carolyn, dejenere polis Ray, temerküz kampı kaçkını, şeker düşkünü, çalıntı mallar satıcısı Abel Crowe ve diğerleri) şükela, Börninin kariyer planlaması (düz hırsızlıktan sahaflığa geçiş), işine (hem sahaflığa hem hırsızlığa) gösterdiği özen, kedisi (sahafların mütemmim cüzü) Raffles, (yine yazmazsam içim şişer) hiç bitmeyen sarkazmı (ne işim olur sarkazmla!) dalgacılığı.
   Şimdiye kadar okuduklarımdan gideyim: Gönülçelen Hırsız: adından da şıpınişi anlaşılacağı üzere münzevi yazar Salinger'in "Gönülçelen"ine bir atıf. Burada hem yaratıcı bir kalemin göz önünde olmama tercihini hem de kişiliğini görüyoruz ve Börni az bir pozitif faydayla hem gizemli yazarı hem de kendini mutlu etmeyi başarıyor.
   Kütüphanedeki Hırsız: hava koşullarından ötürü zorunlu izole bir ingiliz malikanesi, polisiye tarihinin nadir bir kayıp eseri, seçkin konuklar ve ardarda cinayetler. Tam Bayan Kristi'lik hikaye ama sonuçta bir amerikan polisiyesi. Sonuç da ona göre!
   Kendini Humphrey Bogart Sanan Hırsız: muzip hırsızımız Bogart filmlerine dadanıyor ve bir anda kendini Bogart gibi hareket ederken buluyor (yenilgide zafer görmek, görkemli kaybedişler, karşılıklıksız fedakarlıklar vs.). Derken uluslararası bir komplonun önce piyonu, sonra atı finalde de veziri oluyor. Finalde yine herkes mutlu!
   Şimdi Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız'ı halledeceğim. Bir kaç tane daha devirdikten sonra yine burada hissettirdiklerini yazarım iki satır. 
   Yazarın başka bir polisiye serisi daha vardır. Matthew Scudder. Onu da (daha seyrek) okurum ama içselleştirmeye çekinirim. Büyük kaybedendir Metyuv. Eski alkolik, dejenere polis, sert dedektif, hamuru iyi ama daha karanlık (bırrr). Börni iyidir!
   Her iki seri, okumaktan yılmaya başladığınız anlarda (bunu bilen bilir) can simidi gibidir.

3 Ağustos 2025 Pazar

"Şeytanın Günlüğü" Leonid Andreyev'den Zamansız Roman.

   Şeytanın işi gücü yok, sıkılır. Dünyaya inip şu insanevladını bir gözlemleyeyim der ve amerikalı bir milyarderin ruh kuşunu uçurarak onun bedenine girer. Citta Eterna'ya gideyim de merkezde neler olup bitiyor der. Olaylar gelişir.
   Modern klasikler serisine her başladığımda birazcık geriliyorum. moderniteye yaklaşacağım derken genelgeçer ruh halimizi yansıtmayan, fazla dönemsel kitaplara denk geliyor ve yarım bırakabiliyorum. Bunda öyle olmadı. Yazarımızın hayatını inceledim (sıkıntılı bir ruh), güzel . Sistemle (çarlık) kavgalı ancak yenisine de razı değil (Gorki parlatmış Andreyev'in yıldızını). Sürgünde (Finlandiya (o zamanlar (1918) sürgün yeriymiş zaar (zaar!))) ölüyor. İlk sayfalardan itibaren, okuduğunuzun sadece o çağı değil günümüzü de içerdiğini anlıyor ve daha bir keyifle ilerliyorsunu.
   Kurgunun bir ekseni var. Genelde onu takip ediyoruz. Rutin ilerlemiyor. Kimi zaman bir izlenim uzunca anlatılırken aylar süren periyot 1 iki satırda geçiştiriliyor. Materyalist bakış açısıyla şeytanın kolpaya geldiğini anlayabiliyoruz Lâkin şeytan, aşk denen illete düştüğünden bunu aymıyor tabii. Tüm kötülüklerin müsebbibi, kurnazlıkların, kötücül zekanın merkezi olarak yakıştırdığımız, kimi zaman aşka düşmüşken dahi aklımıza olmadık şeyler getiren karakter; aşk gözünü kör ettiğinde göz göre göre bir kolpanın öznesi olduğunu aymayabiliyor. 
   Velhasıl; 198 sayfalık bu modern klasik zaman ayırmaya değerdir efenim.