30 Temmuz 2020 Perşembe

"At the End of the Tunnel" İspanyollardan Güzel İş!

      Kim ne zaman önerdi bilmiyorum ama iyi ki önermişler dediğim filmdir. 
   İki saatlik filmimiz çişe kaldırmadan izleyiciyi başına saplama gibi bir özelliği bünyesinde barındırmaktadır. Dikkat!
   Travmatik bir geçmişin kalıntısı olarak hayatını sürdürmeye çalışan Yoakin, gaile derdinden üst katını bir striptiz dansçısı ve onun küçük kızına kiralar. Derken yan tarafta birtakım insanlar yakındaki bankanın kiralık kasalarına giden bir tünel kazmaya başlar. Olaylar gelişir.
   Taa filmin en başında Casimiro'nun kurabiyelerine enjekte edilen kurabiyeleri görünce "hah" dedim "bu bir yerlerde kullanılır!". Daha sonra ise senaryonun nasıl olup da incelikle ilmek ilmek örüldüğünü, yazılar çıkınca bir kez daha anladım. Meksika açmazı da var, direk dansı da, hayvan sevgisi de var, yeni bir başlangıç da. Daha ne olsun!
   Senaryo, kurgu, oyunculuklar, renkler, çekimler velhasıl tüm film; güzel. Holivut filmlerindeki "seyirciyi ebleh yerine koyma" mottosunun aksine İspanyollar bazı şeyleri yorumlamayı size bırakıyor (çok da güzel oluyor!). O yüzden, yok "adamın geçmişinde ne olmuş?", "eee sonra ne olacak?" tarzında sorular sormayıp bunları kendi muhayyilenizde canlandırınız, o hava görünce beyaza kesen pembe kitleyi çalıştırınız (hani omuzlarımızın üzerinde taşıyıp, kullandığınız oksijenin %30'unu tüketen). Görüntü yönetmeni ise (senaryoda biraz eblehçe işlendiği halde, zahiren çok etkileyici olan) sırf aşağıdaki siluet halindeki kötü adam görüntüsünü işlemesiyle bile alkışı hakediyor. 
   Adamakıllı film bulamadığımız bu günlerde (Tenet'de önümüzdeki ayın sonunda gösterime girecekmiş (artık nerede izleyeceğiz bilmem!)) ilaç gibi gelen filmdir. İzleyin, pişman olmazsınız...

"Asla Vazgeçme Asla" Kişisel Gelişim Hikayesi Gibi Bir Hayat!

   
   Emekli Albay Ali Türkşen hayatını anlatmış. Sadece kronolojik bir tarih sıralaması ile değil, kırılma noktaları (ki bazılarını ben de yaşadım (misal: aynı davada ağırlaştırılmış 25 yıl hapis suçlaması vardı bende!)), ilkeleri, vazgeçtikleri/vazgeçemedikleri, hayatına dokunanları kısaca hepsini.
   360 sayfalık kitap (üstelik yoğun olduğum bir temponun içinde) iki günde bitiverdi. Altını çizdiğim, derkenar yazdığım, kenarını kıvırdığım bir çok bölüm var. Özellikle okumak, müzik, arkadaşlık, inanç, zorluklar, insanın yaşadıklarının onu nasıl değiştirdiği, kibir hakkındaki bölümleri tekrar okumaya değer. Kitabın arka kapağını Sunay Akın şükela bir şekilde hazırlamış. Bazı bölümlerinde biyografi, kimilerinde ise kişisel gelişim esintileri duyacağınızı tahmin ediyor ve hararetle öneriyorum...

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Hoşgeldiniz!

Uzakdoğu'da Jhayanta namıyla mülakkap Zafer Bozkaya ağabeyimiz ve Kırmızı Nar namıyla mülakkap yeni müdavimlerimize içten bir "hoşgeldiniz" nidası gönderiyoruz.

PS: Elbette ki dünya gailesinden (sağlık sorunları, pandemik kaşıntılar, tezime odaklanmam, kızımı evlendirmem vs. vs.) bu mesajı yazamadığımız diğer müdavimlere de bâki selâmlar... İyi okuyalım, güzel izleyelim efendim!

"Tıbbın Gizemli Tarihi" Malumatfuruşluğun Dibi!

   Zeki Tez Hoca'nın kitaplarını sever misiniz? Ben çok severim ve neredeyse külliyatına sahibim. Dünya işlerinden okumaya fırsat bulamadıklarımı arada okurum ki zihnim rahatlasın. Bu sayede ortamlarda hava atabileceğim bir çok gerekli gereksiz bilgiye sahip olup, iş bu ağ güncesinin adında da kullandığım bir sıfata sahip olduğumu düşünüyorum (malumatfuruşluk). 
   304 Sayfalık kitabımız Tıp dediğimiz günümüzde bir endüstri halini alan bilimin cemaziyülevvelini faş ediyor. Öyle sıkıcı, didaktik bir havada değil, kendi ince nüktelerini satır aralarına yerleştirerek, tıp biliminin geçirdiği merhaleleri kâh bilimsel, kâh tarihsel açıdan bir güzel idrak ediyoruz. Bu süreçte duyup da şaşıracağınız bir çok ayrıntıyı da öğrenmeniz cabası. Misal: zamanında aşk tanrıçası Venüs'ün, cinsel yolla bulaşan hastalıkların müsebbibi olduğu düşünülürmüş. Osmanlıca'da Venüs gezegeninin ismi nedir? Zühre! Anladınız mı zührevi hastalıkların adının nereden geldiğini... Reçetenin "R"sinin Horus'un gözü olduğunu biliyor muydunuz peki? 
   Bunlar şu anda aklıma geliverenler (daha neler var!). Bir şekilde hepimizin hayatını etkileyen bu güncel bilim hakkında fikir sahibi olmak için bilgi sahibi olmak şiarıyla okunması gereken bir eserdir. Sakin zamanlarınızda (belki de paralel okumalarda) seviyenizi yükseltir. 

İki Süper Film Birarada! "Jean de Florette", "Manon des Sources"

   Sekteye uğrayan sinema sektörünün doğal bir izdüşümü olarak izlenecek doğru dürüst film bulamadığımız bu günlerde, bomba gibi iki filmin tanıtımını yapmaktan gurur duyarım!
   2009'da dünyamızı terkeden başarılı yönetmen Klodberi'nin ikisi de aynı yıl (1986) vizyona giren ve birbirinin devamı olan "Çiçekli Jan" ve "Pınarların Manon'u" adlı filmleri, bu kuraklıkta adeta birbirinden serin ve lezzetli iki çağlayan kaynaktır.
   Serinin ilki olan Jean De Florette'de (zannımca) 2.Dünya Savaşı öncesindeki Güney Fransa kırsalını görürüz. Akraba içi sığ gen havuzunda debelene debelene 2 kişiye düşmüş Soubeyran ailesinin yaşlısı Sezar, daha genççesi ise Ugolin'dir. Yalnızca kendi çıkarlarını düşünen ve bu uğurda herkese hayınlıklar yapmaktan geri kalmayan bu iki insan müsveddesi; verimli bir kaynağa sahip yan arazinin üstüne çökmek için, ellerinden geleni ardlarına komazlar. Tam tamına iki saat süren filmimiz, herhangi bir aksiyon, kovalamaca, efekt içermemesine, son derece yerele odaklanmasına karşın sağlam senaryosu, kurgusu; özenli sanat yönetimi ve çizgiüstü oyunculuklarla (İvmontan, Jerardepardiyö ve Danyelötol) son ana kadar kendini izlettiriyor ve finalinde insanın içine bir yumruk oturtuyor.
   İflah olmaz sinefiller için formül bellidir: yine iki saate yaklaşan (1s53d) süresiyle filmin devamını izlemek. İkinci filmimiz on yıl sonra başlar. Bu sürede kötü adamlarımızın gencinin bıyığının çıkması dışında bir değişiklik olmamıştır. Ancak kısa sürede gelişen olaylar o bıyıkları tir tir titretecektir.
   Felsefe ve sinemadan hoşlanan arkadaş tayfasıyla en az bir saat geyiği yapılacak bir kesafette  konusu olan filmimiz; görünürde herhangi bir mesaj kaygısında değildir. Lakin verdiği mesajlar (başta: "eden, bulur") sadece didaktik değil tanımlayıcıdır da. Bu minvalde, taşranın pek güzel bir profili çizilmekte (kıskançlık, çekememezlik ve elbette dedikodu bu profilin temel taşlarıdır), karmanın altı çizilmekte, din/mucize/inanç kavramlarına bir açılım getirmekte ve daha pek çok şeyi bu sürede işleyerek izleyiciye zamanın nasıl geçtiğini unutturmaktadır. Bu sürede tonton amca görünüşlü İvmontan ve yakışıklı halini bildiğim için yaptığı rolün hakkını vermesine hayran olduğu Denyılötol'ü bir kenara ayıralım, ilk filmin başından sonuna geçirdiği değişime hayran olduğum Jerardepardiyö'ye sıkı bir alkış gönderelim. Yazımızın sonunda da bu iki şımşıkırdak kordelayı sinefillere de hararetle önerelim.
PS: İkinci filmde Manon'u canlandıran güzeller güzeli Emanuelbeyart, iki yıl kadar Denyılotöl (Ugoline) ile evli kalmış!

21 Temmuz 2020 Salı

"Çığrından Çıkmış Zaman" PKD'den Zaman ve Zemin Yanılsamaları.

   Ragle Gumm, 1959'da bir Amerikan banliyösünde yaşayıp gitmektedir. Savaş gazisi olarak küçük bir aylığı vardır ancak asıl gelirini bir garip logaritma tanımlaması olan gazete bulmacalarıyla elde etmektedir. Gumm, aslında 1950'li yıllarda mı yaşıyordur? İnsanlığın kaderi ona mı bağlıdır? Neler olup bitmektedir?
   PKD'nin zaman ve zeminle bir meselesi olduğunu hep yazdık. 274 sayfalık bu kitap da (çeviri kimi zaman zihin tırmalıyor kesin ("so long" "öylesine uzun" değil "eyvallah" manasına geliyor misâl)) PKD kafasının nasıl bir şey olduğunu anlamak için iyi bir örnek. Yalnız "Truman Show" fikir olarak bundan apartılmamışsa dişimi kırarım. Son sayfalara doğru biraz hızlanma var. Öyle ki son 50 sayfayı iki kez okumak zorunda kaldım. Çoğu yerde "yazar burada ne demek istedi acaba?" diye kendi kendime sordum. Velhasıl: kolay bir okuma olmadı! Sadece bilimkurgu ve PKD meraklılarına öneririm...

20 Temmuz 2020 Pazartesi

"While At War" Amenabar'dan Güzel Bir İş! (Kahrolsun Cuntalar...)


   Don Miguel, Madrit yakınlarındaki Salamanca Üniversitesinin rektörü. Yetmiş yaşının üzerinde, İspanya'nın edebiyattaki epistemik cemaatinin en önemli üyelerinden, iflah olmaz bir muhalif, Krala karşı hep karşı olmasından dolayı tutuklanmış, sürgüne yollanmış, başına olmadık işler gelmiş. Nihayet kral gidici olup da cumhuriyet gelince, itibarı iade edilmiş ama sosyalist hükümete de karşı durmuş, eleştirmiş (her aydının yapacağı gibi!). Veee askeri darbe olmuş! Üstelik darbeciler Don Miguel'i pek sevmekte, yere göğe koyduramamakta, onun edebi argümanlarını darbeyi şekillendirmede kullanmaktadırlar. Unamuno, darbeye önce pek bir sevinir (eleştirdiği sistem değişmektedir). Görmemeye çalıştığı despotluklar yakın çevresini de etkileyip, darbenin altında yatan nedeni ve darbecilerin karakterini anladığında ise artık çok geçtir. Dünyadaki son günlerinde "gelen ağam, giden paşam" düsturuna sarınıp rahat mı edecektir? Yoksa yine başını kaldıracak mıdır?
   Amenabar izleyiciyi yine şaşırtmayarak, iyi bir işe imza atıyor ve 1s47d süresince; bizim kültürümüze/demografimize/ideolojimize yabancı da olsa darbelerin ne menem bir şey olduğunu faş ediyor. Sinema sanatına herhangi bir şey katmasa da, holivutun şapkasını takıp onun yaptıklarını yapsa da: kordelamız her halûkarda izlenmeyi hakeden bir eserdir. Yükselen nasyonal sosyalizmin (nazizmin) rüzgarını arkasına alıp ülkeyi taa 1975'e kadar 36 yıl inim inim inleten General Franko'nun, filmimizin ilk başlardaki munis, sevecen aile babası halini görünce "Aaa dedim, ne kadar darbeciseven filmi yapmış Alehandro!" ancak bu görünümün altındaki karar mekanizmasındaki paradigma filmimizin sonlarında daha gerçekçi işleniyor. Franko'nun değer sistemi son derece basittir. Aynı ideolojiyi paylaşmayan insanlar potansiyel suçludur ve yokedilmelidir. Bu düşünceyi "yapma Franko! Neticede din kardeşiyiz, bak yargısız infaz yaptığın kişiler de iyi hristiyanlar!" hamlesiyle (karısı pek mütedeyyindir Franko'nun) aşmaya çalışan Unamuno'ya "biz hainlere ölmeden önce günah çıkarma imkanı sunuyoruz, yani sonunda cennete gidebilirler!" diye pratik bir engel çekebilmekte, fikrini çürüten karşı fikirlere karşı o poker suratını gösterip (yemin ederim aynı bakışı bir çok buna benzer kişide (bahriyedeyken (evvet fakir 29 yıl üniforma giydi!)) gördüm!)) kendi kurallarından taviz vermemektedir. 
   Darbeleri, cuntaları tanımak için; ülkeye neler edebileceklerini görmek için muhakkak izlenmeli. Yavaş akışı sorun değil, başlarsanız sonu geliyor zaten. 


19 Temmuz 2020 Pazar

"Greyhound" Garip Bir Nostalji!

   Birbuçuk saatlik filmimiz açılış sahnesinden itibaren insanı çişe göndermeyen bir akışa sahiptir. İlk gemi komutanlığı deneyimindeki Kaptan Krause; refakat ettiği konvoyu, hayın alman ubotlarına karşı korumaya çalışır. Konu budur. 
   Baştan sona CGI olan filmimizin efektleri oldukça başarılı olsa da bir noktadan sonra sadece köprüüstü, kırlangıç, komutan kamarası ve kısmen de yaşam yerlerinin bir dış maketini yapmışlar ve tüm filmi böylece kotarmışlar. Filmin tek kadın karakterinin, ana karakterle olan rabıtası, geçmişi, muhtemel geleceği hakkında en ufak bir fikrimiz yok. Elizabetşu'nun fazla bir yevmiye almadığını tahmin ediyorum (hepitopu 3 dk.zuhur ediyor sahnede). 
   İlk paragrafta anlattığım haricinde hiç bir fazlalık içermeyen filmimiz, yoğun bir şekilde hristiyanlık propagandası yapıyor. Zaten filmin konu edildiği "Good Shepherd" romanının adından da anlaşılabilir bu! Öyle ki, katillerini öldüren baş karakter, düşmanları için de üzülüyor ("kayıp 50 ruh!" demeler, hüzünlü bakışlar vs.), denizaltı avlama manevrasını kutsal kitaplardaki atıflara göre yapıyor (ilk denizaltını avladıkları sahne), kalkınca ve yatmadan önce tüm dualarını okuyor. Amerikan bayrakları birçok sahnede kullanılıyor. Kısacası: holivut denen mekanizmanın tüm dişlileri hareket ettiriliyor. Buna mukabil, izleyicinin canı sıkılıyor mu? Zinhar! Başından sonuna dek birbuçuk saat ilgimiz düşmeden izliyoruz. Neden servis elemanlarının hep siyahi olduğuna kafayı takmıyoruz, komutanın kanayan ayaklarına üzülüp, servis yapan siyahi Klivilınd'ın paramparça olmuş cesedine de fazla yoğunlaşmadan (öyle ki denize zor attılar!) geçip gidiyoruz. Hayat devam edip gidiyor.
PS : Gelelim başlığımızdaki "nostalji" kelimesine ve Arakolpa'nın bu filmi neden böyle sık sık durdurarak, geriye sardırarak iki buçuk saate izlemesinin nedenine: Vaktiniz varsa şöyle açıklayayım: tam tamına 35 yıl önce denizcilik hayatım (aynen de filmdekinin eşi), Fletcher sınıfı bir destroyerde başlamıştı. Bizim bahriyemizde D-348 borda numaralı TCG SAVAŞTEPE (US Navy'deki ismi USS MEREDITH) Normandiya çıkarmasına katılmış bir muhripti. Filmimizde gördüğümüz bütün detayları (o garip elektrik anahtarlarını, davul fırın tepsisine benzeyen dümeni, mekaniki makina telgrafı, 51 ve 52 topu, radar skopunu, SHM'yi (savaşharekatmerkezi), o dik ve daracık merdivenleri (trabzanlarını porsunların ince ince gemici düğümleriyle ördüğü!), dalgaya dalan başüstünü, (filmde gösterilmese de) kıç havalandığında boşa dönen uskurun ürkütücü sesini, gemi karartıldığındaki o pavyonvari kırmızı ışıkları, zor açılan kaportalarını (gemi kapısına kaporta denilmektedir), mekaniki köprüüstü sileceklerini, mekaniki MK1A atış kontrol sistemini, JA telefonu (ses enerjisiyle çalışan, elektriğe ve başka bir tahriğe ihtiyaç duymayan, kablolu telefon), JA telefon taşıyıcısının giydiği o çok büyük ve ağır miğferi (giydim uzun süreler, ondan biliyorum), "personel savaş yerlerine" anonsunu ve çirkin sesli ikazını, "öksüz vardiya"ları, ooo kaptırdım gidiyorum ve daha nice ayrıntıyı) bizzat yaşadım. Aradan geçen zamana bakınca (35 yıl!) yaş aldığımı hissettim ve inceden bir hüzün hasıl oldu. Bu açıdan tekrar izleyeceğim bir filmdir ama böyle bir geçmişim olmasaydı izler miydim? İzlemezdim... Siz bilirsiniz yani.

15 Temmuz 2020 Çarşamba

"Alfa Ayının Kabileleri" PKD'de Yine Üslubunu Konuşturmuş.

   Uygarlık genişlemiş, öyle ki genişlediği gezegenlerin birinin uydusu üzerine bir akıl hastanesi koymuş ve unutmuş (roman bu ya!). Hastalar bakmışlar ki gelen giden yok. Hastaneyi terkedip kendilerine göre bir düzen tutturmuşlar. Heb'ler, Man'lar, Şiz'ler (bunların hepsi birtakım ruh hastalıklarının kısaltılmış halleri) ve daha neler neler kendi kentlerini kurup (Gandikent, Adolfkent vs.) bir nevi federatif yönetimle geçinip gidiyorlar. Derken bu uyducuğun stratejik önemi artınca Dünya ve eski düşmanları olan başka bir uygarlık, uydunun mukimlerini kendi taraflarına çekme konusunda bizans oyunları çevirir. Protagonistimiz, CIA için androidlere propaganda yazan kendi halinde hırslarından arınmış bir insancıktır. Yeni boşandığı evlilik danışmanı psikiatrist hırslı karısı ise Alfa Ayına düzenlenen seferdeki psikoterapisttir. Olaylar gelişir.
   PKD'nin; gerçekle, başta paranoya olmak üzere bilumum zihin bozuklukları ile ve dahi kadınlarla ilgili bir takım alıp veremediği şeyler var. Bu takıntılarının cümlesinin bir macera romanı kıvamında anlatıldığı bu metin, eğlenceli bir bilimkurgu romanı olarak okunabilir. Ancak akıl hastalıklarından muzdarip bir halkın nasıl olup da gül gibi geçinip gittiklerini anlattığı yerler, halihazırda yaşadığımız sisteme yönelmiş sıkı bir eleştiridir aynı zamanda. 
   Hafif üslubuyla, verdiği subliminal mesajlarla yaz günü okunabilecek bir roman. Kimi zaman komploların, saf değiştirmelerin izini sürmekte güçlük çeksek de kolayca akıyor. Türün meraklılarına öneririm.
PS: Ben Metis Yayınlarından çıkan versiyonunu okudum, son çıkanın çevirisinin kötü olduğu yönünde şikayetler var. Benim okuduğum baskıda Tuna Erdem güzel bir çeviri yapmış.

9 Temmuz 2020 Perşembe

"Villa Şakayık" Yıldız Alatan Yine İşbaşında!

   Menopoz sıkıntıları başgösteren Yıldız Alatan'a biraz değişiklik olsun diye eşi Ziya Bey yaz dönemi için Karasu'da Villa Şakayık olarak bilinen villalardan birini kiralar. Ancak memleketlimiz fahri hafiyemiz Yıldız Alatan'ın gözüne takılan birtakım gizemli olaylar gelişmektedir. 
   Sayın Öz'ün (şiir olanları hariç) tüm kitaplarını okumuş bulunmaktayım. Aynı minvalde gelişen, benzer kurgulara sahip polisiyeler; ilk etapta merakla, sonrasında ise daha çok "hımm acaba ne yazmış bu kez?" sorusuyla şıkır şıkır okunası kitaplardır. Ancak daha önceki tanıtımlarımda yazdığım üzre; polisiyelerin olmazsa olmaz şaşırtmaca sonları pek görülmemektedir. Nedir: yazarımız, ilk yazdığı işlerden sonra kendini geliştirmiş Oğlak Yayınlarından çıkan (ve bir seri haline gelmeye meyyal) Yıldız Alatan polisiyelerinde bu engeli kısmen aşmıştır. Son kitabında ise roman boyunca şüphelenilen kişilerde okur yanılmamakta ancak sonlara doğru ilginç bir tvistle (ne işim olur tvistle) şaşırtmacayla, şöyle bir yerinden doğrulmaktadır.
   Kitabımız 1984 yılını (modası, müzikleri (Alan Parsons Project'in "Mammagamma"sını da yıllar sonra dinletti bana!), yaşam tarzı, bilinen olayları) ile okura bir güzel yaşatmakta, kadınlığın-terziliğin (bölümler yine kostüm betimlemeleri ile verilmiş) ince detayları yedire yedire okura vermektedir. Olayların bir yaz tatili süresince vuku bulması ise kitabımızı yazın okunacak ve zihni dinlendirecek kitaplar kategorisine sokmaktadır. 
   Yazın tembellik ederken okunacak kitaptır. Öyle subliminal mesajlar, hayatınıza anlam katacak inciler, kişisel geliştirecek safsatalar peşinde değilseniz çok güzel okunur. 

2 Temmuz 2020 Perşembe

"Osmanlı Epistemesini Anlamak" Okumak Gerektir!

    104 Sayfalık 14 denemeyi içeren kitabımızın başlığı pek günümüzü ilgilendirmiyor gibi dursa da hiç öyle değil. 
   Remzi Hocamız sadece bilim tarihini değil Osmanlıdan günümüze epistemenin tüm veçhelerini açıklamaya yönelik bir eser vermiş. Üstelik burada (hep bize öğretilen) Osmanlının yükselişduraklamaçöküş dönemlerinin daha başka bir nitelendirilmesi ortaya konuluyor (kanımca da pek isabetli oluyor). Denemelerin çoğu aylık bir bilim yayınında (biraz böbürleniyorum ben de aynı dergiye yazıyor olmamla) daha önce yayınlanmış olsa da içlerinden daha önce yayımlanmamış biri, "Episteme Değişimi Nasıl Gerçekleşir?" başlıklı olanı; kanımca en işime yarayandı. Epistemenin ne olduğunu aşağıda yaptığım alıntıda yazmış Hocamız. Yazının kalanı ise; yaşadığımız günleri değerlendirmek isteyen kâriye rehber niteliğindedir. Paradigmanın değişimini çatışma kuramıyla açıklaması bu rehberi daha yetkin hale getirmektedir. Satır aralarında sıklıkla rastgeleceğiniz inciler; beyinde kıvılcımları harekete geçirmektedir (misal:S.11: "Hukuk çerçevesinde Gelenekçiler siyasete, Yenilikçiler de diyanete yön verme tutkusundan vaz geçtiklerinde, muhtemelen önemli bir mesafe katedilmiş ve Türk Düşüncesi'nin önü açılmış olacaktır.").
   Evet! konunun başlangıcı Osmanlı'dır ancak günümüze de pek güzel ışık tutmaktadır. Bu minvalde 14.TL gibi makul ötesi bir rakamla satılan bu kitabı alıp okumamak, ayıp olacaktır.
"Episteme", bütün düşüncelerimizi ve duygularımızı belirleyerek davranışlarımıza yön veren bilgidir ve temelde ideoloji, edebiyat, din, felsefe ve bilim olmak üzere beş temel türevi bulunmaktadır.
Her epistemenin bir cemaati, her cemaatin bir epistemesi vardır. Bu episteme (T.Kuhn'dan esinlenmek suretiyle) "paradigma" olarak adlandırılabilir. Paradigma, hayat rehberidir.
Her epistemik cemaat, rakip cemaatler üzerinde hakimiyet kurmak ve böylece bir topluluk olarak varoluşunu güvence altına almak için onlarla çatışır.