31 Mayıs 2012 Perşembe

Arakolpa'da Dert Bitmez...

Bitmese de yaratır.
Dertler hasıl olunca; sine kafesinde cikcikleyen ispinoz susar, kalem de buna uyar, kağıtlar boş kalır.
Ruhum bedenimi yakalayıncaya dek, biraz ara...

16 Mayıs 2012 Çarşamba

"Boğaziçi Şıngır Mıngır" Salah Bey Tarihi.

"Sıkı durun. 1898 yılı Temmuz'undayız.
   Vaktaki Boğaz'da ilk yaz başgösterip insanların yüreklerinde çitlenbikler, papatyalar, kanaryalar açar, uzun ve ayakta duran gezilere dayanacak giysiler, papuçlar da uykularından silkinip hazırola geçerler.
   Teşekkürler Fatih Sultan Mehmet'e ve onun savaşkan gazilerine ki, dünyayı kesip onarmış ünlü marangozlarla gelerek şu İstanbul ilini ve Boğaz şehrini açmışlardır. Ama çokları, Boğaz'ın kim olduğunu, bu kocamandan kocaman keçi yolunun ne işe yaradığını pek bilmez.
   Boğaz en taze, en çinli, en tangolu yüzünü haziran, temmuz, ağustos ve eylül aylarında gösterir. Ayışıkları, seyiryerleri, saz şölenleri ile sıyrık zamparalar her köşeden faşıldar.
   Boğaz, hadi Kandilli'den başlayarak diyelim, zümrüt yeşili, krom yeşili, kobalt yeşili, Türk yeşili, nefti, çimen yeşili, limon küfü, küllenmiş çağla rengi, Veronez yeşili, Viktorya yeşili ve daha 88 yeşile boyanmış ağaçlar, çiçekler ve böceklerle ağzına kadar doludur. Türlü şaşkınlık veren korular arasında da denizdudağı yalılar coşmayanları coşturur, koşmayanları koşturur.
   Demek isteriz ki, yazın ortalık yerinde durduğumuza göre, yüzü ve oturumu yumuşak bir piyadeye atlayıp, -döküntü Kız Kulesi sağda kalacak- Büyük Ağız'dan, o dev ağızdan içeri dalmakta büyük yarar vardır. Soğuksu'ya, Altınkum'a değin Boğaz'ın bütün tepe ve taşlarını dağıtacak olursak, içimiz güvercin yumurtası büyüklüğünde elmaslarla döşenmiş olur.
   Kayığa zurna, kaba-düdük, grift, kırnata, Balaban neyi, gıcık, nevbe, nefir, fifre, tef ve silistre almayı da unutmaya gelmez. Kürekler fış-fış yürürken, bunlar bizim aşamalarımızı, yani rütbelerimizi yükseltir."

Salah Birsel Ustamız yazmış. Bize, onun yazdığının üstüne yazmak halt etmektir.
Ne yapıyoruz : hazır bahar yüzünü göstermişken, açıyoruz Salah Bey'in tarihini Boğaziçini şıngır mıngır temaşa ediyoruz. 

"Once" İşte bu bizim hikayemiz, öyle saf öyle temiz...

    Müzikal sevmem, romantik müzikal hiç sevmem, romantik aşklı müzikalden koşarak uzaklaşırım. Huysuz şirin gibi birşeyim.

   Lakin bu, müzikal değil. Müzikli film.
 
   180 bin avroya çekilmiş. (Ceymz Bond'un sadece Adana'da yapılan çekimlerinin özel efekt maliyetinden ucuz) Özel efekt yok ama ruh var.
Buradaki şarkı da sağlam
   Hep aktüel kamera, hep aktüel kamera, ama yormuyor gözü.
   Kostümler nasıl sahici, film seyretmiyor sanki pencereden bakıyorsunuz.

Bence en romantik sahne
   Tekrar çekimlerinden kaçınılmış, sanki fazla film harcamak istemiyormuşçasına ! (Bkz.İvonka'nın kapıda yapılan çekimlerinde huysuzlanması ve ağlaması)
   Film bitti, başrollerin filmdeki ismini bilmiyorum. Hafif sığırlık mı var diye kontrol ettim. Jenerikte de "Çocuk" ve "Kız" diye geçiyormuş. (Sığırlık yokmuş. Ohh)
   Şimdi biz öyle bir şartlanmışız ki kurguda standartlığa, film bitince far görmüş tavşan gibi kalıyoruz. Oysa büyük düşünür Erol Büyükburç'un dediği gibi "Hayat işte !..."
   Ben bu tür müzikten anlamam. İtiraf edeyim bir ikisi dışında bütün şarkılar bana aynı gibi geldi. Ama sözler ve senaryoya uygunluğu beni bile etkiledi. (haa falling slowly güzeldi, bir de kızcağızın pil alırken söz yazdığı şarkı ile kocasına yazdığı şarkı ile birlikte ilk söyledikleri şarkı (hani müzik dükkanında), bir de topluca şarkı söylenilen yerdeki şarkı ile (arakolpa !.. çarşafa dolanmışsın da haberin yok) yani müzikler güzeldi) (ha şöyle toparlamaya çalışayım).
   Müziği ve sinemayı seviyorsanız izleyin derim...


FİLMİ DİKKATLİ SEYREDENLER İÇİN NOT : Çocuk Çekçe bilseymiş, film müzikal olurmuş...
Uzaklara değil birbirinize bakın. Çok yakınsınız !.
Olm Çekçe öğren...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Spor Salonundaki Erkeklerin Nedensiz Husumeti !.. (ya da cinsel rekabetin erkek milletine ettikleri)


   Yeniyetmeliğimden beri spor salonlarının müdavimiyim.  Taa otuz yıl önce başlayan bu alışkanlık, bugün artık güç değil kardiyo egzersizleriyle devam ediyor. ( Bunları hayat hikayemi anlatmak için yazmıyorum, tespit yapasım, ahkam kesesim var...)
   Bir "badi" salonuna gittiğinizde yazılı olanlar olduğu kadar olmayan kurallar, kaideler vardır. Kiloları aldığın yere koymamak, istasyona girmeden önce ağırlık kaldıranın başında durup psikolojik olarak hızlanmasını sağlamak gibi davranışlar pek hoş karşılanmaz. Çalışmanın daha başında teke gibi kokanlara da munis gözlerle bakılmaz. Ancak yıllar süren bu  müdavimliğimin getirdiği bir ilginç tespit vardır ki üzerinde düşünmeye değer. 
   Özellikle vücut geliştirme salonlarında çalışan erkekler birbirlerine karşı gereksiz bir gerginlik ve husumet içindedir. Ortalık adrenalin, testosteron  feromonları içindedir. Ağırlığın altına girilirken (özellikle tecrübesiz olanlar) gereksiz kilolar yükler, bir taraflarını yırtma pahasına, bazen kalp krizi geçirme riskini göze alma pahasına o kilolar basılır, sonra çevreye "bakın ne kadar güçlüyüm" bakışları atılarak, kollar vücudun (gereksizce) uzağında, hafif omuz sarkıtılarak volta atılır. Özellikle yeni müdavimlerde görülen bu davranış, zamanla çevreye alışıldığında aşılabilir. Ama on yıldır aynı salona gidip on yıldır böyle Denizli Horozu gibi dolaşan tipler de tanırım. Bu insanlar birbirlerini pek az tanımakta, çok az zaman beraber zaman geçirmekte, kısaca birbirlerine tehditkar bir tavır yöneltmelerine dair hiç bir sebep bulunmamaktadır. 
Öyleyse neden bu anlamsız gerginlik ?
Yaş ve tecrübe ilerledikçe bunun hiç bir rasyonel sebebinin olmadığını gördüm.
Ne zamana kadar ?
BBC'nin  2002 tarihli "Human Instinct" belgeselinin "en derin arzular" bölümünü izleyinceye kadar.
Tabiyki de Profesör Rabırt Vinstın "badi salonlarındaki nedensiz gerginliğin nedeni sekstir" falan demedi ama çıkarım yapmak da türümüze özgüdür.
Ben de yaptım. Buyurun izahatı : 


   Milyonlarca yıllardan süzülüp bugüne gelen ilkel içgüdülerimiz var. Bir havvakızı kendine eş seçerken, farkında olmadan bu milyonyıllık içgüdülerinin güdümündedir. Kendine; en sağlam genleri taşıyan, en sağlıklı, en iyi çevresel koşulları sağlayacak olan adayı seçmek ister. Nedir bunun göstergeleri ? Sağlam genler ve sağlığın göstergesi sağlam bir vücuttur. Taa kadim zaman heykellerinden, freskolarından anladığımız kadarıyla da ideal erkek vücudu, kadın vücudunun aksine pek bir değişim geçirmemiştir. Geniş omuzlar, dar bir bel ve kalça, saçlı bir baş, yeterli miktarda kas, orantılı yüz hatları, sıkı bir karın (türkçesi baklava, ingilizcesi six pack); ideal erkek vücudunun vazgeçilmezlerindendir. Belgeselde küçümencik yeniyetmelere cinsiyetler ayrılmış olarak ideal karşı cins vücudunu betimlemeleri istendiğinde kızlar, yukarıda sağdığım fiziki özellikleri gayet de ayrıntılı olarak saydırırken, erkekler sadece tek bir kriter belirtmişlerdir (ingilizcesi "big boops", türkçesi "lingo lingo memeler"). Sadece bu bile erkek cinsinin patetikliğini özetlemeye yeter ya ben gaz almışken yazayım daha...


Başka standartlar da kadını etkiler. Özellikle de en iyi çevresel koşulları sağlamak konusundaki göstergeler günümüzde pek belirgindir. Kılık kıyafet, kullanılan çevresel aksesuarlar (iletişim araçları, saat, anahtarlık vs.), sahip olunan şeylerin küçük göstergeleri gibi. Belgeselde bunlar bir tavuskuşu kuyruğu olarak simgelendirilmiştir ki izlemesi pek keyiflidir.  Ama öncelik en eski içgüdüdedir. Bu : elbetteki fiziksel görüntüdür.
Şimdi ahkam kesiyorum. İddia ediyorum ki :
  • spor salonlarında vücut geliştiren erkekler oraya spor yapmaya değil kendini karşı cinse beğendirmek için gitmektedir.
  • kendileri bunun farkında değildir.
  • başka vücut geliştiricileri, karşı cinsin cinsel seçimlerindeki potansiyel rakipler olarak görmektedirler.
  • bunun da farkında değillerdir.
  • nedensiz olarak çevresindekilere gergin ve sinirli davranmaktadır, kendini soğukkanlılıkla değerlendirecek olanlar buna şaşırmaktadır bile.
Şimdi kanıtlar : 
Zengin olup da "badici" olan bir kişi gösterin. Tersi çoktur (Kaliforniya Valisi, Weider Amca, vb.) ama gelişim önce kas sonra para şeklinde olmuştur. Zengin olup da kaslarını geliştiren ben görmedim. 
Entellektüel düzeyi yüksek, münevver bir badici gösterin. (ben bir tek Prof.Şener Üşümezsoy'u biliyorum, ama o sayılmaz).


Şimdi de sonuçlar :
 
Mevsim bahar. Güvercinler birbirlerine kur yapıyor. Boynunu garip bir açıyla büküp, tüylerini kabartıp, kanatlarını sarkıtıp, yampiri yampiri yürüyüp dişinin çevresinde hokkabazlık yapan erkek güvercinle, badi salonunda kaldıramayacağı ağırlıkların altına girip gözleri yerinden fırlayacakmış gibi olan erkek insanın korelasyonu üzerine kafa yorup, erkek ırkına üzülebilirsiniz. 


Günlük alışkanlıklarımızın, yaşantımızın ne kadar da içgüdülerimizin güdümünde olduğunun tespiti için yukarıdaki belgeselini izleyip, Desmond Morris'in "Çıplak Maymun"unu okuyabilirsiniz.


Bahardan ötürü okumak zor gelirse Human Instinct'i mutlaka izleyin ama Rabırt Vinstın felaket kafa bir adam. Pişman olmazsınız.


Okuyan herkesin bahar yorgunluğu yok olur işşallah !

7 Mayıs 2012 Pazartesi

"Hannibal Lecter" Okuma ve İzleme Rehberi

   Münevver ve elit yamyam Dr.Lekter hem çok şanslı hem de talihsiz bir anti-kahramandır. Şansı iyi bir yazar ve iyi bir yönetmenler ordusu tarafından yaratılması, mükemmel oyuncular tarafından canlandırılması; şanssızlığı ise hem romanlarda hem filmlerdeki kronolojik döngünün oldukça karışık olmasıdır. 

   Şöyle özetleyelim.
   Kitapların yayınlanma tarihleri :
   Kızıl Ejder 1981
   Kuzuların Sessizliği 1988
   Hannibal 1999
   Hannibalin Doğuşu 2006

   Filmografi :
   Manhunter (1986) (Kızıl Ejder'e tekabül eder)
   The Silence of the Lambs (1991) (Kuzuların Sessizliği)
   Hannibal (2001) 
   Red Dragon (2002) (Kızıl Ejder)
   Hannibal Rising (2007) (Hanibal'in Doğuşu)

   Olayların kronojik sıralaması :
   Hannibalin Doğuşu
   Kızıl Ejder
   Kuzuların Sessizliği
   Hannibal

   En baştan başlayalım.
  Yamulmuyorsam 80'li yılların sonunda Altın Yayınlarından çıkmıştı Kızıl Ejder. Pek ilgi görmemiş, zaten yardımcı karakter sayılabilecek olan Lecter unutulmaya yüz tutmuştu ki yazıldıktan üç yıl sonra başrole Antony Hopkins ve Judy Foster'ı oturtan Canıtın Dem,  filmde beş oskarla beraber bir sürü ödülü de alınca; bir Hanibal furyası almış yürümüştü. 
   Bibliyofiller için Hanibal zaten oturmuş bir karakterdi de Antoni Hopkins canlandırınca zannediyorum ki herkes için oturdu.  Normalde pek kibar ancak hafif alkol sorunu olan Hopkins için de Hanibal karakteri bir dönüm noktasıydı sanki. Ondan sonra geniş kitleler tarafından tanınır biri oldu, fan kulüpleri açıldı vs.vs.
Hannibal vecdde
Genç Hannibal
   Hopkins Hanibal'i romanda yazılı olandan daha derinlikli bir şekilde canlandırdı. Zannediyorum ki yazarı sonraki romanları yaratmaya iten dürtü de bu olabilir pekala (parayı saymazsak).  Taklitçileri Bufalo Bil ve Kızıl Ejder onun kadar zalim ve deli idi ama onun derinliğine, zekasına ve entellektüel birikimine yaklaşamıyorlardı bile (tipik sayılabilecek Amerikalılardı). Kanımca burada yazar gizli bir ırkçılık yapıp Avrupa'yı yücelterek, US'i eşşeğin mahrem yerlerine gizlemiştir.  
Bufallo Bil (Jamie Gumb)
Frances Dolarhyde
   Bu geyik uzar. 
   Seri katillerin en entellektüelini merak eden kitapkurtları ve sinefiller için önerim şudur : 
   Kitaplarda da, filmlerde de kronolojik sırayı takip edin. Daha fazla zevk alırsınız. Belki filmlerdeki teknik, görsel ve makyaj unsurları  birazcık gözünüze batabilir ama emin olun daha fazla zevk alırsınız. Eklemeden geçmemek gerektir. Kitaplar da, filmler de gayet iyidir. Bu ara hepsini hem okudum hem seyrettim (en az ikinciye olmak üzere). Pişman değilim. Hafif arızalıysanız sizde pişman olmazsınız.
   Haydi iyi seyirler ve okumalar...

4 Mayıs 2012 Cuma

"Hannibal Rising" Filmi de Kitabı da (her türlü)...

   Ailemizin yamyamı Hannibal Lecter'ın kendi çapında efsanevi bir ünü vardır. Kendisi; dünyevi tadlardan muazzam kam alan, rafine bir müzik ve damak tadına ve sanat konusunda rahatlıkla küratör olabilecek entellektüel birikime sahip, gurme, psikiatrist, sanatsever, kalender bir yamyam seri katildir.
   Kendisiyle ilk kez Vil Grehem, Cek Kravfırd, sonra Kleris Sterling vasıtasıyla tanışmış, her romanda kötü adam olmasına rağmen garip bir şekilde sempatimize mazhar olmuştur. Beceriksiz taklitçisi Frensis Dolerhayd, kendisinin yanına bile yaklaşamamakta, beceriksiz bir kötü taklit olagelmektedir. Yazarımız, yarattığı bu antikahramanın popülaritesinin farkına varmış ve son iki romanında (hannibal ve hannibal doğuyor) merkeze münevver yamyamımızı oturtmuştur (altına hücum !..).
   Bu tanıtımımız sondan başlıyor. Yazarın son kitabı "Hannibal Doğuyor", öncekilerin aksine çok hacimli değil, adeta novella uzunluğunda bir romancık. Yazarın dili öylesine akıcı ki, mesela İstanbul-Ankara otobüs yolculuğunda (yahut Ankara-Madrit uçak yolculuğunda) bitecek bir kesafette. Okurken yazarın detayları verip olayın kendisini okuyucunun hayalgücüne bırakmak, hayalgücü geniş okurların keyfine keyif katmaktadır.
   Konu kısaca şöyledir : II.Dünya savaşında bir dağ köşkünde doğa koşulları yüzünden tecrit olan haydutlar Hanibal'in kardeşini yerler ve olaylar gelişir. (yazar bunu okusa kafama terlik fırlatır herhalde..)
   Makarası bir yana : edebiyat tarihinde kendine göre bir yer etmiş Hanibal'in ruhunun, vicdanının ve insanlığının nasıl öldüğüne dair gayet de açıklayıcı bir metindir önümüzdeki. Okurken aristokrasi, zerafet, intikam, saplantı, delilik kavramlarının etrafında dolaşıyor. İncelik ve çılgınlığın nasıl yanyana büyüdüğünü görüyoruz.  Hanibal bir akrep kadar güzel ve cezbedicidir. Mükemmel bir tasarıma sahiptir, çevresiyle ahenk içinde yaşamaktadır lakin öldürür,  fıtratıdır bu.

   Kitabın sonlarında "yav o kadar okuduk bakalım filmi nasıl ?" diye geçirdim içimden ve akşama filmini de seyrettim.   
    Şimdi böyle süpersonik, adeta bir senaryo şeklinde yazılmış bir öyküden nasıl böyle vasat bir film çıkarmışlar diye merak ediyorum. Yok ! senaryoda yazarımızın imzası var, Gaspar kardeşimiz de başrolün hakkını veriyor, mekanlar, kostümler, müzikler, tamamdır. (bir tek Gong Li Madam Murasaki'de sakil durmuş, yerine Joan Chen olsaydı şükela olurdu). Diyeceğim ki un, yağ, şeker var ama helva olmamış. İki saati belgesel olarak izledim adeta. İlk bölüm intikam koşullarının oluşumu, ikinci bölüm intikamın alınışı şeklinde verilmiş. Romanda geçen, ince zevklerimizi gıcıklayan bir çok ayrıntı elbette filmde yer almamış (cırcırböcekleri mesela) ama filmde moron izleyicilerin kaba destrodolarına hitap edecek kendo antremanları ihmal edilmemiş. Kendo yapan bir Hanibal, kavram olarak : portakallı ördek ve gavurdağı salatası kadar yakışmaktadır birbirlerine...
   Eğer Hannibal Lecter'a benimki gibi patolojik bir ilgi duyuyorsanız, seyredebilirsiniz...

1 Mayıs 2012 Salı

"Le vendeur" Satıcının Ölümü


   Kanada'dan yine (Bkz.Incendies) yüreğinize düğümler atacak bir dram. Öyle tanınmış oyuncular, aksiyon, hareket, akıcı bir filmografi beklemeyin. Aksine; alabildiğine iç karartan (kar, hep kar) bir atmosfer, çok yavaş bir kurgu, durağan sekanslar, tanınmamış oyuncular, sade diyaloglarla donanmış bir film. Aslında yaşadığımız hayat da öyle değil mi ?


   Yaşı çoktan gelmesine rağmen emekliliği tercih etmeyen, hayatı işi/kızı/torunu ekseninde dönen Marcel'in hayatına misafir oluyoruz. Çevresindeki olumsuz faktörleri (ekonomik kriz sonucu kapanan, kasabanın tek ekmek kapısı fabrikanın kapanması vs.) gözardı eden, kendine yukarıda saydığım üç faktörü koza olarak ören, Aleksi Zorba'nın tam zıddı bir şahsiyet Marcel. İnanılmaz bencil (zahiren paylaşımcı olmasına rağmen). Etrafında ördüğü duvarların tek tek yıkılmasına rağmen, sağlam kalanların ardında saklanmaya devam ediyor. 


   Korkaksın, bencilsin, yalancısın Marcel !... Bize benziyorsun Marcel..


Daha fazla ipucu spoilere gireceğinden özetlere geçelim.


Mösyö Jilber'in oyunculuğu dikkat çekicidir.
O sıkıcı atmosferde yaşayan insanların, sevince, üzüntüye, drama ve bilumum duygulara aynı donuk bakışlarla tepki göstermesi ilginç.
Arada Marcel'in duvarlarının nadiren yıkıldığı zamanlar (araba tanıtımında aniden ağlayıvermesi), iç burucudur.


Kendime çıkardığım dersler vardır.


Şöyle ki : hayattan kam alma; ciddi ciddi üzerinde durulması gereken ve mesai harcanması gereken bir uğraştır. Bunu sadece işimizle sınırlarsak, bir gün Marcel'in durumuna düşüvermemiz işten bile değildir.
Nedir : belki Marcel memnundur hayatından ama bana korkunç gelmektedir.
Sağlam drama sevenlere öneririm...