29 Eylül 2012 Cumartesi

22.11.63 Stephen King'den Yeni Bir ''Ytong"

Evet bildiğiniz "ytong" 815 sayfa...
Buna mukabil kaç günde bitti derseniz : 5 gün.
   İlk 50 sayfadan sonrası sular seller gibi akıyor, bir tek arada geçen L.H.Oswald'ın takibat süreci hafiften aksıyor, nebliyim ilk defa bir King romanı okurken o sayfaları atlamak geldi içimden diyorum.
   Kaçış edebiyatı sevenler (örn.Bkz.Lawrence Block "Tetikçi") muhakkak seveceklerdir. Aniden 60 yıl kadar geriye gidip, yeni bir kimlik, hayat, özgeçmiş, çevre, arkadaşlıklar, meslek, aşk oluşturmak ne cazip gelir kimilerine !...
   Bilimkurgu ve paralel evrenler ve zamanda yolculuk konularına ilgi duyanlar da seveceklerdir. (Takura Spirit'e selam olsun !..)(bu göndermeyi de sadece "Kara Kule" müptelaları anlayabileceklerdir gibime geliyor)
   Usta, son yıllarda yazdıkları gibi bu eserinde de fantastik kuntastik ögelere elinden geldiğince az yer vermiş. Hayaletvampirkurtadamserikatilpalyaço gibi elemanlar pek arz-ı endam etmemeklerdir. Lakin eski romanlarına göndermeler yok mudur ? Elbette vardır. "O"'da, çürük sivri dişlerini göstere göstere çocuklara musallat olan palyaço ve çevresi bu göndermelerden nasibini almışlardır.
   Konunun eksenini oluşturan JFK suikasti; kimi yerlerde ikinci plana düşmekte ve bizler asıl o dönemin kanlı canlı oluşturulan şükela atmosferine (adeta bir Frenk Kapra filmi izlercesine) hayran hayran bakakalmaktayızdır. (ne yüklem ama !...)
   Tamam cesameti itibarıyla otobüste, yolculukta okunmaz ama şöyle herkesi yatırdıktan sonra iki parmak burbon, bir sıkım Kara Kaptan tütünü ve okuma ışığıyla saati unutturur, sabah kalkıldığında da Bay King'e de "iyi dilekler" gönderttirir bir kitaptır. 
   Meraklılarına iyi okumalar...

26 Eylül 2012 Çarşamba

Cleanskin "İngiliz Ergenekon'u"

Zamanlama ilginç. 
Yaklaşım objektif.
Devlet kendi koyduğu kanunları çiğner mi ? (kendi mevcudiyetini korumak için dahi olsa)
Bu esnada kişisel çıkarlar prensiplerin önüne çıkar mı ?
İslami terör (bakınız oksimoron tamlamalar kullanıyorum) ne kadar öcüdür ?
Medya aslında neyi yansıtır ?
Bu ve buna benzer sorular ilginizi çekiyorsa uzak durmayın.

Ayrıca "maşa" rolünde Şoon Biin yine Eddartstarkvari/Boromirvari (sıfatlara gel !..) şahane bir oyun (kontrol bende değil, kıllanıyorum, agresifim) ve tedirgin gözbebeklerini sergilemektedir.
Gepetto usta rolünde Şarlot Rempling bayık bakışları ardında yine sinsilikler peşindedir.
Kurgu akıcı ve hareketlidir, aksiyon "oha" dedirtmeyecek kadar zerafetle yedirilmiştir.
Sonlara doğru anlayabilmek için biraz fazla konsantrasyon gerektirse de genel olarak konu ortalama zeka düzeyine hitap etmektedir.
Hem sıkılmazsınız, hem düşünebilirsiniz. Her türlü... 

Paraya Teslim Olanlar ve Olmayanlar...(Neşet Ertaş'a Dolaylı Güzelleme)

   Kavramları açalım önce :

SANATÇI : Güzel sanatların herhangi bir dalında yaratıcılığı olan, eser veren kimse, sanat adamı, sanat eri, sanatkâr.  Sinema, tiyatro, müzik vb. sanat eserlerini oynayan, yorumlayan, uygulayan kimse. (TDK Güncel Sözlük)

PARA : Devletçe bastırılan, üzerinde değeri yazılı kâğıt veya metalden ödeme aracı, nakit.

   Şarkı söyleyen, beste yapan, seslerle sözlerle insanların içlerinde bir yerlere dokunan müzik sanatçılarının yeri ayrıdır benim için. Onlar, bende saklı duyguları harekete geçirmişler belki de yeni duygular oluşturmuşlardır. Özeldir onlar, güzeldir...

   Devir kapitalizm devri, para herşeye sirayet etti, bozmadığı bir şey yok !...
Değdi mi Orhan Baba ?
Değdi mi Müslüm Baba ?

Değdi mi İbo ?
Değdi mi kızlar ?
Değdi mi Ana Kız ?









Değdi mi Popçular ?
   Buna benim özel, güzel saydığım müzik insanları da dahil. Para kazanmak için reklamlara çıktıklarında indimdeki makamları yerle yeksan oluyor.  Telefoncunun önünden geçerken birebir boyutlardaki beni içeri davet eden Orhan Gencebay kartonunu gördüğümde "Ya Evde Yoksan'ı nasıl bir daha dinleyeceğim hulus-i kalple ?" diye endişelere garkoluyorum.

  Zannımca müzik işinde güzel para var. Reklama çıkan "zenaatçıların" hiçbirinin Karabağlar'da oturduğunu zannetmiyorum. Karabağlar'da oturup da reklama çıkmayan, albüm tanıtımı yapmayan, başbaş yanında şakşakçılık yapmayan (bkz."cuhara") sanatçılar ise gönlümüzün tahtına kurulmuşlardır ve inmeyeceklerdir.

   Nur içinde yat Neşet Usta, yaradan seni yattığın yerde dinlendirsin...


"Red Lights" İki Cami Arasında Beynamaz..

   Film aynen başlıkta açıklandığı gibidir.

   Pozitif bilimlere sarsılmaz inancıyla; Amerikan toplumundaki metafiziksel palyançoların (harf hatası yoktur, palyançolardır evet) maskelerini düşürmeye ahdetmiş bir Sigurni Viivır, yancısı yılık gözlü Kilyın Mörfi, "benim ne işim var yahu burda" der gibi rol kesen (ama hakkını vermek gerek, iyi kesen) bir Rabırt Deniro filmimizin başlıca karakterleridir.    Metafiziğe inanan ve inanmayan; her iki uç düşüncede olanlara da hitap eden bir akışla ilerleyen filmimiz sonlara doğru "hah tamam işte" olan pozitivistleri son anda ters köşeye yatırmaktadır. Ben tatmin olmadım... 
   Canınız sıkılır da meraklı bir şeyler izleyeyim derseniz pişman olmazsınız. Son anlara kadar kendini izleten bir tempoya sahiptir, evet.  Lakin vereceği mesajlar konusunda kafası karışık bir filmle karşı karşıyayızdır.   İyi meşaz veren bir film seyredeyim de bitince düşüncelere garkolayım derseniz uzak durun, kafanızın karıştığıyla kalırsınız (ya da ben alt metinleri okuyamayacak kadar bönümdür)..
NOT : Direkt mesaja odaklanmak istiyorsanız işte de linki Religulous

"Nereye Gitti İstanbul" Hakkaten de ?

"Bir tanrı ve tarih güzeli, tabu;
Güneş ve sular mucizesi, bir giz...
Her zaman sonsuz elbet, İstanbul bu.
Körelen belki de biziz... Kalbimiz."
A.Muhip Dranas
   "Geçmiş bir bakıma; içinde yaşadığımız zamandan çok daha gerçektir; en azından çok daha dayanıklı, çok daha süreklidir. Şimdiki zaman akıp gider, yiter, parmaklarımızın arasından kum gibi kayar. Maddesel ağırlığına ancak anılarda kavuşur."
Bu da Tarkovski'den...
   Kitaptan bu kadar "intihal" kafidir.

   Deneme değil, anı değil, otobiyografi, ropörtaj, söyleşi, öykü değil. YKY'de kitabın üzerine "Yaşantı" yazmış zati. Boysan Dede kimi yerde muzip, kimi yerde öfkeli, her yerde haklı tespit ve anılarıyla bir kere daha fakiri kendine hayran bırakıyor. 

   Kitabın adı fazla bir açıklamaya ihtiyaç duymuyor zaten. Nereye gitti İstanbul ? diye merak edenlere...
Yalnız üstadın bir patlıcan betimlemesini de buraya yazmasam karnım şişer.
   "Ya patlıcan ?... Ben çocukluğumda evin alışverişini yaparken, pazardan nasıl alınacağını bilirdim. Katı olmamalı, ama parmak da gömülmemeliydi (bir şeye benzeteceğim ama, çekiniyorum). 40 türlü yemeği olur denir, yanlıştır, 140 türlü olur. Hele o ipek kordelalara sarılmış gibi bohçalanan, aralığından diş sarmısaklar gözüken turşusu var ya, insan lafını şaşırır."

"Satori" Çakma Şibumi...



   Okuma illetine müptela olup da "Şibumi"yi ıskalayan var mıdır ?
   Onlar bu satırdan sonrasını okumayabilirler..
   Nikolay Hel, mükemmel bir antikahraman, sosyopat, aşık, feylesof, zen ustası, mağara tırmanıcısı ve nihayetinde bir tetikçi idi. Konu edildiği Şibumi, başka bir yazıya konu olacaktır. 
   Konumuz "Satori"...
   1. Endüstriyel açıdan : "Şibumi" çok satmıştır, hala da satmaktadır. Her zaman korsanı vardır, tüm yayınevlerinde bulunur (denemesi bedava). Efsanevi yazarı; Trevanian lakabıyla mülakkap Rod Whitaker ismiyle müsemma erkişi devam kitapları da yazmıştır (Bkz.Canıtın Hemlok). Bunlar Şibumi kadar olmasa da kendi okur kitlesini yaratmış kült kitaplardır. Şibumi'nin devamı ya da öncesi olsa şükela olacaktır ancak Bay Trevanian mızıkçılık edip yazmamış utanmadan üstüne üstlük ölmüştür. (parantez açıp belirteyim : bugün Neşet Ertaş öldü. Bir tabur Trevanian Neşet Usta'nın bam teli bile olamaz fakirin indinde... (burada "fakir" hem isim hem teşbih amacıyla kullanılmıştır (konuya dönelim hemmen)))(üç parantez içiçe rekorumu kırdım az önce !) Ne yapılacaktır ? Başarılı bir akademisyen bulunup Trevanian'ın üslubu kopyalanacak ve bir replikant ortaya çıkarılacaktır.
    2. Edebi açıdan : Bay Hel, Şibumi'de geçmişe yönelik çok boşluk bırakmıştır. Arızalı okurlar bunları merak etmektedir. Ne yapılacaktır ? (Bkz.Md.1'in sonu)
   Bay Winslow burada devreye girmekte ve Satori'yi meraklı gözlerimizle temaşa etmemizi beklemektedir. Biz de öyle yapmaktayızdır. Hem de yayınlandığı ilk günlerde satın alıp korsanının çıkmasını bile beklemeden (Trevanian'ın kitaplarının asla korsanını almam. Bay Winslow çok ticari olduğundan kitabın aslını alırken parayı uzattığımda ellerim titriyordu (böyle de hastalıklı bir ahlak anlayışım vardır)). 
   Evet Bay Winslow Trevanian'ın üslubunu çok iyi analiz etmiş ve onunkine benzer bir akış örgüsü ve üslupla hareket etmiştir. Ama birşeyler eksik kalmıştır. Şimdi sözlü olarak çok daha iyi ifade edebileceğimden kısa kesiyorum, zira bir başlarsam okuyan sıkılır. Kısaca özetleyeyim : Bursa Heykel'de İskender'de döner kebap yediyseniz (gerçek İskender'de, Arnavut olanda) daha sonra yiyeceğiniz başka İskenderler pek yavan gelecektir. Hep o gerçek tadı arayacaksınızdır. İşte Satori de sonradan yediğiniz iskenderler gibidir. Asla aslı gibi olamayacaktır. 
   Son bir şey daha : Bay Winslow da asla bir Trevanian olamayacaktır. Aşağıdaki suretlerine dikkatlice bakarsanız farkı daha iyi anlayabilirsiniz.


25 Eylül 2012 Salı

Oteller Kitabı "Ama Küçük Olanlarından Değil !.."

   "Oteller Kitabı, bir kente ulaştığınızda, hangi otelde kalmamak gerekiği konusunda size bilgi vermekle birlikte yalnız o telleri anlatmaz, başka tellerden de çalar" diyor arka kapak.
   Sayın Bay Şensoy'un üslubuna ve daha önceki kitaplarına aşina iseniz bu kitabı da sanki yaklaşan kışın ilk sahlebini içer gibi okuyacaksınızdır. Kıvamlı, sıcak, üstü tarçından kabuk tutmuş ve çok lezzetli... Anlatılanların arkaplanı zaten zihninizin çekmecelerinde mevcuttur. Okurken, unuttuğunuzu zannettiğiniz bilgi ve mizah kırıntıları önünüze dökülecek size de onları parmağınızı ıslatıp tadına bakmak kalacaktır.
   Anadolu'nun ücra otellerinden, Fransa'nın havalı otellerine kadar yapılan konaklamalar adeta bir arakolpa objektifliğinde (bu tamlama oksimorondur) okuyucuya aktarılmaktadır. Arka kapakta yazıldığı üzre sadece o teller yazılmamakta, aslında oteller dekor olup, zor bir hayatın da bir nevi özeti geçilmektedir.
   Tiyatroya, geziye yakın olanlar ıskalamasınlar bence... 
NOT : Tek makul kritiğim : kitabın büyük puntolarla ve geniş satır aralıklarıyla yazıldığından tuğla hacimli ve civa kesafetinde olmasıdır Hasan Ali Yücel dönemindeki Varlık Yayınları konseptinde yayınlansa 434 sayfa değil 170 sayfa ve 500 gr.ağırlığında değil 150 gr. ağırlığında olacak olmasıdır (bilmem oldu mu cümle ?)

18 Eylül 2012 Salı

"Zifiri Karanlık Yıldızsız Gece" Öykü ve Stephen King Sevenlere...

Bu adamcağızın kafası normal çalışmıyor.
Kendi de normal değil zaten.
Allah standarttan ayırmasın (kaybedenler kulübüne de selam olsun !)

   Önceki kitabı "Kubbe" tam bir zenaat eseriydi. Okurken roman gözlerimizde canlanıyor, adeta bir senaryo didikliyorduk. Başlaması gerektiği gibi başlıyor, kahramanlar-antikahramanlar-yankarakterler yerli yerine geçiyor veee "ekşın" olayor, sonu ise tam holivut filimlerindeki gibi bitiyordu.

   Daha önce de Bay King'in öykülerini okumuş, kimilerine hayran kalmış, kimilerine de sövüp saymıştım. Genellikle hayalkırıklığı yaşattırmazdı ama. Bazılarından holivut senaryolar çıkarmış 500 kelimelik bir öykücüğü 1buçuk saate yedirerek "eh işte" filmler bile yapmıştı (Misery'yi tenzih ederim). Genellikle de "alacakaranlık kuşağı" tarzı ordövr tarzı yapımlara konu olmuştu. 

    Kitabımız Stiivın Amca'nın dört hikayesinden mürekkeptir. Her öykü içinde bir derinlik barındırır. Diğer öykülerinin aksine buradakilerde öyle fazla fantastik kuntastik ögeler (hayaletvampirkurtadamzombi) yoktur ("makul uzatma" hariç, oradaki kuntastik öge de o denli günümüze adapte olmuştur ki, fakir satır aralarında müstehzi gülümsemeler sarfetmiştir). Öyküler zor öyküler,  Satırlar sert, katır kutur okunuyor. İnsan ruhunun karanlık, yıldızsız köşeleri dürtükleniyor, irkiliyor, rahatsız oluyor, ürperiyoruz. Benim favorim "Koca Şoför", "1922", "Makul Uzatma" ve "İyi Bir Evlilik"tir. Bilmem anlatabildim mi ?

   Yıldızsız yoğun karanlığı pas geçmeyelim... Öyküler iyidir.. 

   Bu meyanda; süpersonik çevirmenimiz Canan Kim'e de bu özenli, düzenli, şükela emeği dolayısıyla "uzun günler, hoş geceler" temennimizi iletiyor, olabilecek en kısa zamanda kendisini hareket edebilir durumda görmek istiyoruz. (bu süpersonik çevirmenimizi bilmeyenler varsa araştırsınlar, hayran olsunlar)

   Kingseverlere ve sevmezlere hararetle öneririm... 
NOT :  Kenedi suikastine yönelik yazdığı son romanı da edindim (herhal bir "kubbe" benzeri yapımla karşı karşıyayız (kitap hacmen bildiğiniz "ytong")) bitirir bitirmez bu sayfalarda...

"Fetih 1453" Yeşilçam'da Holivut

   Fatih Aksoy güzel para harcamış ve bana pek çok şey kazandıran bir film yapmış. Şöyle ki :

1. IMDB denen kategorilendirme mekanizmasının çok telmaşa olduğunun (filmin puanı 8.4, "otomatik portakal"la aynı !!!...) idrakine vardım.

2. Filmi, beklentilerimi minimal tutarak izledim o yüzden pek hayalkırıklığına uğramadım. İki küçük kase kuruyemiş ve mebzul miktarda alkolle gideri vardır.

3. Bu kategoride (çakma holivut) yapılmış ilk filmdir. Pek hayınca eleştirmemek lazımdır. Eleştirenlerin, aynı tarzda yapılmış hint filmlerine bakıp nedamet getirmeleri gerektir. 

4. Eğri oturalım doğru konuşalım : filmin sonlarına doğru Hasan'la, cenevizli şovalyenin kapışmaları çekim tekniği olarak etkiledi beni.

5. Filmin bir yerinde Bizans Tekfuru Sultan Mehmet'e "müteveffa babanız" diyordu. Bildiğim kadarıyla göçen gayrimüslimler için "müteveffa", müslimler için "merhum/merhume" denilir. Danışmanlara baktım : bir sürü akademik titri olanlar var. Buna dikkat edeylerdi iyiydi.

6. Diğer sübjektif ve yalan yanlış tespitlerimi ise fotoğrafaltı yazdım dileyen okusun diye.

7. Özet içinse Ekşi'den "minimalistdegilsindedilerkizvermediler" başlıklı yazarın film özeti bana pek münasip geldiğinden, virgülüne dokunmadan aşağıya yapıştırıyorum. Meraklısı üşenmez okur. Filmi seyredenler okurlarsa, garanti gülümsetecektir.

"bildiğiniz gibi türk tarihinde en iğrenç, en tiskinç, içten fesat erol taş gibi gülüp tavuk bacağı ısıran millete bizans denir ...
hikayemiz bu bizansı bitirip kendini ispatlamaya çalışan 2. mehmet in acıklı bir o kadarda ibret dolu hikayesini anlatıyor .

film başlarken antoni kuinli çağrı filmine selam çakıp kamera ile konuşan arap mizanseni ile açılıyor , allahtan öle devam etmiyor ve bir sonraki sahnede şile bezi gömlek giymiş adamların fışkiye çevresinde kılıç kalkan oyunu icra etmesi ile devam ediyor işte filmimizin kahramanı bu 2 kişi,birisi 2.mehmet diyeride hasan
2.mehmet'in babası ölünce edirneden, saruhana aps posta gönderilir,postayı alan mehmet otobandan basıp edirneye gider allahtan gasilhanedeki adamlar biraz yavaş davranıp daha babasını anca yıkamışlardır, babasını gören mehmet tahta çıkar rüyasında dedesi osmanı görür osman '' istanbulu alırsan sana bu yüzüğü vercem '' diye mehmeti kandırır . kanan mehmet tez bana ordu kurun '' allah yoluna cenk edelim şan allalım şaaannnn kuranda zafer vaad ediyor hazreti mevlam '' diyerek gaza gelir.

öte yandan bursanın şirin bir ilçesi olan ulubatta yetişmiş hasan ve adını sanını duymadığımız yancısı (ulan adama bir replik felan yazsaydınız bari okadar şekil yapmış ) bizansa gidip ajanlık felan yaparken aslında vinç yapmak isteyen topçu ustası urbanın küçükkene köle pazarından alıp kendisine evlat yaptığı cavur isimli kızı ile tanışır kızın boynunda kafam kadar gevşen vardır hasan bu gevşen ne ayak sen cavur değilmisin der kızda benim annem bundan çok önceleri bir kara murat filminde '' kahpe bizanslıların bastığı köyde kucağında bebesi ile kaçarkene arkasından kılıçla kesilen kadın'' dı der hasanda haa biz o filmlerle büyüdük felan der aralarında bir elektriklenme olur.
kendilerine top dökmek istemeyen urban ustayı ergenekon kapsamına sokan bizanslılar tam silivriye atacaklarken hasan ve yancısı gelir bunları kurtarır, gelin sizi edirneye götürelim orda ciğer felan yeriz diye ikna ederler . ne hikmetse o dakikaya kadar top dökmek istemiyorum diyen vinç ustası urban top dökmeye ikna olur kocaman bir top yapar adını şahi koyar .

gerçi gerçek hayatta bu toplardan 5 tane yapmıştır ama filmde prodiksiyon ekibi bi tane yeter diye düşünmüştür topu alan mehmet 100,000 kişilik mütevazi ordusu ile 10,000 gözü kanlı kahpe bizanslının savunduğu surun önüne gelir.
bu sırada bizansın gür sesli hükümdarı herkesi hipodromda toplar mikrofon falan kullanmaz fakat herkes onu duyar ülkemizi savunalım falan diye kahpe kahpe konuşur o sırada vatikan da japon balığı gibi bi o yana bi bu yana grup haline gezen papa (kaçıncı janbon olduğu bilmiyom valla ) biz bunlara yardım etsek mi etmesek mi diye konuşur
bunlar böle ampır ampır koşunurken bizimkiler boğazdan geçerken kılavuz kaptan istemeyen bir ceneviz gemisini fotoşop vasıtası ile batırır bunu duyan cenevizliler urbanın kızının eski manitasını istanbula yollarlar neyse işte kuşatma başlar ...

bizimkiler saldırırlar bizanslılar kahpelik yaparlar ortam gerilir bizimkiler bi türlü içeri giremezler moraller bozulur bu sırada mehmet çadırında şizofrene bağlar tespih taneleri üzerinde tepinme ritüelini gerçekleştirir,moraller sıfır olmuştur derken gandalf çıka gelir mehmete gel oğlum kuşatma felan derken senin canın sıkılmıştır beraber bir eyüp sultana gidelim çay felan içeriz çarşıda gezeriz kafanı dağıtırsın der. mehmet orman havasını alınca kafası zehir gibi olur gemileri karadan yürütmek, taksim eminönü metro inşaatı gibi fikirler geliştirir gerçe metro fikri pek tutmaz lakin metro inşaatında spartacus dizisinden figuranları oynatmak iyidir gel zaman git zaman kahpe bizans kahpelik yapamaz hale gelir ...
bu arada diktiği kulesi bizans belediyesi tarafından fotoşopla yıkılan hasanın canı sıkılmıştır ben dalarım bu bizansa der surlardan içeri dalar karı kız mevzusu yüzünden kavga dövüş eder surlara bayrağı diker o sırada kuş avlamak için diğer kuleye çıkmış bi bizanslı okçu 10 dakikada bir buna oklar atar hasanın eli dolu olduğundan karşılık veremez ölür bunu yaklaşık 2 kilometre öteden dürbünsüz gören sevgilisi doğum konrol yöntemlerini uygulamadığı için pişman olur şehiri ele geçiren mehmet ilk iş olarak sultanahmete gider ayasofyayı felan gezeyim der bu sırada ayasofyaya sığınmış olan kahpe bizanslıları görür ben sizin gibi kahpe değilim dininize karışmıcam şimdi cuma namazını kılıcam çıkın gidin lan kilisemden der hali yaptıkları kahpelikten utanır film biter yazılar çıkar ..."

Man of Gondor
Arçıırs Redi !...
Biz Bizanslılar hep içeriz....
İşimiz gücümüz alem....
İçtik mi dibine kadar içeriz.
Biz Bizanslılar vururuz patlasın, çalarız oynasın !
Hem hayınız, hem içkici....
İçiyoruz, o halde kötüyüz...
-  Du bakalım derdest edilmeden biraz daha içiyim...
Klintın'da böyle bebek sevmişti (intihale dikiz)
Bu çekim hoşuma gitti
Ciigiiayın çuvalladığı sahnedir. Tribünler duvara yapışmış afiş gibi durmaktadır.
O ahali tekfuru nasıl duyabilmektedir ?
Böyle el öptüren bir papa modeli var mıdır ?
Böyle yanlış ok atabilen bir padişah modeli var mıdır ?
300 Spartandaki Cek Snaydır değil Fatih Aksoy (bari bu intihal olmayaydı iyiydi)


17 Eylül 2012 Pazartesi

"Kimse Sormazsa Ben Sorarım" Bir Günlük Kitap..

   Kimileri şeffaf diyor, kimileri meraklı. Fakir, teşhirci sıfatını da eklemek ister titrlerinin önüne. Seveni de vardır sevmeyeni de, fakir arada kalanlardandır. Ne yaparsak yapalım, güzel ülkemizin, güzide basınımızın bir gerçeğidir kendisi (nasıl her köşebaşını dönünce karşımıza çıkan seymen kıyafetli plastik kedi heykelleri Ankara'nın bir gerçeği olduysa O da öyle). Ayşe Arman, hem kıskanılan, hem beğenilen, hem eleştirilen, hem hakir görülen ilginç bir figürdür. Ropörtajları genelde tavuk suyuna çorba hikayeleri gibi olsa da arada zihin açıcı satırlar da ihtiva edebilmektedir. 
   İşte kitabımız, bu ropörtajların Arman'ın kendi beğenisine göre oluşturduğu bir seçkiler buketi şeklindeki tezahürüdür. Murathan Mungan da var, Mehmet Ağar da. Oğuz Aral, Meral Okay, Emin Çölaşan, Ahmet Altan, Ferhan Şensoy, Orhan Pamuk da var; Tarkan, Özcan Deniz, Kaya Çilingiroğlu, Hikmet Tosun (gassal) ve hatta bir Rus Fahişe de. Yani bir çeşit "al gözüm seyreyle salih" durumu. Ropörtajların en yenisinin 10 yıl önce yapıldığı düşünüldüğünde aslında şimdi okumak çok daha öğretici olur diye düşünüyorum.
   Okurken çok fazla yoğunlaşma gerekmediğinden abartmıyorum en fazla bir, 1 buçuk günde bitirebilirsiniz. Kısa yolculuklarda gideri vardır.

"The Tall Man" Tahmin Ettiğiniz Gibi Değil..

   Afişe bakıp da; "Ooo !.. "ne yaptığını biliyorum", "geçen yaz ne yaptığını biliyorum", "evvelsi gün 17.41'de ne yaptığını biliyorum" (bu sonuncusunu kendim uydurdum) tarzı bir korku/gerilim filmi" derseniz fena halde yanılırsınız. Yönetmenimiz Paskal Logiye, afişte, fragmanlarda bu tarz bir tanıtımı tercih etmesine rağmen filmin ilk yarısını geride bıraktığınızda konunun o kadar da klişe olmadığını ve hatta son 15 dakikada tamamen farklı mecralara aktığını idrak ediyorsunuz. Yönetmen bey bizi güzelce ters köşelere yatırıyor.
   Olaylar; Amerika'nın o reklamı yapılan şanjanlı yüzünde göremediğimiz sönük (ve hatta  karadelik statiğine sahip) bir kasabasında geçmektedir. Filmin ilk dakikalarında sağlık ocağında doğuruveren yeniyetmeyi ve kızının hamile olduğunu bilmeyen anneyi (Ohaa !..) gördüğümüzde toplumsal yapı hakkında bir fikrimiz oluşmaya başlıyor. Daha sonraları karısını döven hilibililer, şiddeti içselleştirmiş kadınlar; bu resmin son fırça darbelerini de vuruyor. Bu küçük kasabanın yegane sıkıntısı (bakın sorunu demiyorum) kaçırılan çocuklar, bebeler oluyor. Aynı bir gravyer peynirinin (eski kapalı madenin tünelleri) üzerine inşa edilmiş, etrafı ormanlarla çevrili, evlerin çevrelerinin bir çöplük görüntüsü verdiği kasabamız, altyapı olarak da bu senaryoya pek yaraşır bir görünüm veriyor. Daha sonra olaylar gelişiyor...
   Cesika Biyel, güzelliğinin avantajını kullanmaktansa oyunculuğunu kullanmış ve iyi de yapmış. Takdire şayandır. Dekor, kostüm, ışık, kast, senaryo, kurgu, müzikler gayet yerindedir. Hem gerileyim (azıcık), hem "öğrenilmiş çaresizlik kader midir ?, yoksa dış müdahale gerekli midir ?" sorularına yönelik tefekküre dalayım derseniz öneririm.  Yok, gerilim filmi seyredeyim diyorsanız uzak durunuz.


"Dört Köşeli Üçgen" Salah Usta'dan Roman...

   Ustanın adetidir : kelimeleri köpürtür. 1961 basımlı bu romanında da yine aynı şeyi yapmış. Aslında romandan ziyade bir monolog, bir iç hesaplaşma, bir iç sayıklama durumu sözkonusu... Kahramanımızın ne adını, ne yaşını, ne sosyal durumunu ve hatta yaşadığı yeri tam olarak bilememekteyiz. Tüm kitapta protogonistin gözlem yapma obsesyonu ve sonuçları irdeleniyor. Zannımca toplumumuzda sanatçı olmanın getirdiği zorlukların metaforik hicvidir sözkonusu olan. Aradan geçen 51 yıl gözönüne alındığında, yayınlandığı dönem için bir hayli iddialı bir eser. Lakin üzülerek söylemeliyim ki Salah Ustanın şiirlerinden, günlüklerinden ve özellikle denemelerinden aldığım hazzı romanından ne yazık ki alamadım. Tevekkeli okuduğum biyografilerinde de bu romandan pek söz edilmemiş. Zaten ilgi de görmemiş olacak ki ikinci baskıyı birincisinden 19 yıl sonra yapmışlar, gerisi de gelmemiş.
   Eğer Salah Birsel'in kafa yapıcı üslubuna müptelaysanız, değişik bir tat, bir doku denemeniz için önerebilirim, yok eğer değilseniz hiç yaklaşmayınız, bitirmek çile olur...

12 Eylül 2012 Çarşamba

"Osmanlı ve İran'da Mezhep ve Devlet" Taha Akyol

   Yarım kan çerkesim ama Taha Akyol'u sevemedim bir türlü (adamcağız tam Çerkes). Yok kendisinin sıkı birikimi var, iyi okuyor, tahlilleri de yerinde, İlber Hoca'yı kitlelere tanıtmış, popüler tarihi sevdirmiş. Daha ne olsun ? Yok yine de sevemiyorum, fazlaca bürokrat görüntüsünden mi ? iktidara her daim yakın oluşundan mı ? Demirel'in has adamı olmasından mı ? bilmiyorum artık ama adının önünde "gazeteci" titri var. Uğur Mumcu'nun da vardı (yattığı yerde dinlensin)(bizim tarafımızdan da dinlensin). Belki gazeteci kriterlerim yüksek. Bilemiyorum artık. Neyse gelelim kitaba...

   Kitabımız, aklımızın bir köşesinde bulunan ama fazlasıyla aydınlatılamamış bir çok soruya, uzman tarihçilerden bol bol alıntılar da yapılmak suretiyle cevaplar vermektedir. Hemen yanıbaşımızda olan ama bizlerden çok farklı din, toplum, siyaset dinamiklerine sahip olan İran'dır kitabın konusu. Fars'ın Pers olduğu günlere kadar uzanan bir dizi tespit taa bugünkü İran'ın fundamental devlet düzenine kadar gelmektedir. Bu minvalde; Bektaşilik, Türkmenlik, heterodoksi, Çaldıran, Osmanlı'da isyanlar, Mezhepler ve Medreseler, Din, Hukuk ve Devlet, Ulema, Osmanlı modernleşmesi ve İran Devrimi gibi konular işlenmekte, önceden zikrettiğim üzre uzman kişilerden alıntılar yapılmakta, bu konuda (biraz bayıcı bir üslupla da olsa) bilgi sahibi olmaktayızdır. 

   Aklımda kalanlar :
  • İran'dan farkımız adli yapının dine değil devlete dayalı olması (taa Osmanlı'nın son dönemlerinden beri), adaletin uhrevi değil adli kurallara dayandırılmasıymış. Bu fark da iki toplum düzeni arasındaki bunca farka neden olmuş. (nedir : toplumları değiştirmek için önce adliyeye el atmak gerekirmiş. Şükür ki bugün adliyemiz tamamen bağımsız, üniversal içtihatlara göre (bilhassa Pensilvanya içtihatlarına) adaleti sağlamaktadır.)
  • Cumhuriyet idaresinin başlıca zaafı toplumsal dinamikleri dikkate almamak olmuş (bir dereceye kadar haklı bir tespit sayılabilir). Toplumsal dinamikler, Cumhuriyetimizi muhakkak ki çok müreffeh çok modern bir seviyeye taşıyacakmış.  Bugün; toplumsal dinamikleri dikkate alan yöneticilerimiz sayesinde bulunduğumuz bu nokta da tam istenilen müreffeh ve modern bir noktadadır. (52 günde 126 şehit, sıcak (nereden geldiği belli olmayan) paralarla şişirilen ekonomi, artan kadına şiddet vakaları, cinnetin eskiden manşetlerde çıkan bir olayken vaka-i adiyeden sayılması, türban konusunda on yıllık iktidarın bir türlü muktedir olamaması (çünkü o işten iyi ekmek çıkar), bozulan sosyal yapı, neyse bu böyle sürer gider... kısaca "çoğunluk faşizmi" (bkz."ileri demokrasi) diyelim de konu kapansın)
  • Aslında aklımda kalanları yazarsam uzar gider. Neyse; ne diyim okuyun görün...