17 Aralık 2025 Çarşamba

"Yunus Emre - Hayatı ve Bütün Şiirleri" Abdülbaki Gölpınarlı'nın Titiz Çalışması.

   Yunus Emre, eli kalem tutan çoğunluğun bildiği bir isim ama bu kitabı okuyanlar fazla yoktur sanırım. Abdülbaki Gölpınarlı çok önemli bir edebiyat tarihçisi ve şarkiyatçı (sonradan ubıh olduğunu da öğrendim anne dedem gibi). 51 yıllık bir çalışmanın sonucunda (1930'dan 1981'e) bu kitabı derliyor. Yunus'a ait olduğu kesinleşen tüm şiirler, Öğüt Kitabı ile hayatı gayet didaktik bir üslupla meraklısına aktarılıyor. 1981'den bugüne 18 baskı yapmış (en azından benim aldığım o edisyondu). Yunus, 13.yüzyılda yaşamış (hepi topu 53 yıl kadar), Anadoluda karışık bir güç savaşı ve dengesizlik hali varmış o zaman. Ne ki; gayet anlaşılır bir Türkçe ile yazmış eserlerini. Osmanlıca denilen köksüz ve aşure (gerçi aşure de güzeldir) gibi bir dili okumak için bayağı ders almanız gerekirken, Yunus'un yazdıklarının çoğunu anlayabilirsiniz. 
   Sorun şudur: sizler ve bu kitabı devirinceye kadar bendeniz; Yunus'un modern zamanlarda vitrine çıkarılan halini biliyoruz. Kitap neredeyse bir yıldır yatağımın başucunda. Sayfa sayfa ilerleyerek yaptığım okumalarda ikrah gelince bıraktım öylece. Rastgele sayfalar açıp okuyup düşünüyordum. Ne zaman ki: "a ben bunu daha önce okumuştum" demelere başladım kütüphane rafına geçti. Dine çok yöneldiği zamanlarda yazdıklarını ardarda okursanız biraz baygınlıklar verebilir (bana verdi). Buna mukabil onların içinde de tekrar okunacak ve üzerinde düşünülecek inciler vardır. Eğer edinirseniz sayfa sayfa ilerleyerek okumamanızı, benim yaptığım gibi okumanızı öneririm. 
Abdülbaki Gölpınarlı

"Amat" Her Okumada Ayrı Haz!

   Kimbilir kaçıncıya alıp, okuyorum. Rafta durunca kitapsever arkadaşlarıma okumaya veriyorum, onlar da çok sevince (gizli bir bencillik var bünyede (en azından kendimce öyle diyorum) ) hediye ediyorum. Bu, ilk okumamdan sonra aldığım 5 ya da 6ncı kitap. Bu kez cimrilik edip (yaş ilerleyince insan cimrileşiyormuş) bırakıcam diğer uzun İhsan Efendinin kitaplarının yanına temelli (gerçi iyot kokusu hastalığını kapmış bir arkadaşıma okumaya vericem önümüzdeki hafta, beğenirse yine hediye ederim (sen iflah olmazsın arakolpa!)). 
   Her okumada ayrı hazlar alıyorum. Son okumamdan sonra yelken faaliyetlerim hızlanmıştı. Haliyle üç direkli bir kalyonda geçen romanın hem denizcilik terimlerini hem de manevralarını daha iyi kavrayabiliyorum. Fazla hacimli olmamasına karşın (239 S.) içinde nice hazineler vardır. Misal: bu kez Enbiya 81.ayeti (kaldı ki onun yazıldığı kitabın da defalarca mealini okudum, tefsirleri karıştırdım) ilk kez bu kadar dikkatimi çekti. Pisagor'un (üstad tayfaya fisagor diyor (aynı aristatalis gibi)) zaman kavramının döngüselliğini (gayet de satirik bir üslupla) aktardığı sayfalar buna keza (neticede kehanet hatırlamaktır diyor üstad). Yazarımızın alıntı yaptığı kişilerin evlere şenlik lakapları (kılbaz, ölügözlü, buhur mütevellisi vs.), isimleri, her küçük ayrıntının zihinlere takla attıran ve güldüren küçük tarihçeleri, renkler, kokular, tatlar; fakiri kendinden geçiriyor. 
   Tek yadırgadığım: son 50 sayfada herşeyin çok hızlı gelişip alelacele bir paket yapılır gibi gelmesi. Bu; herhalde kitabın bir türlü bitmesini istemediğim içindir diye düşünüyorum. "Gülün Adı" kesafetinde bir şey olsaydı da uzun uzun okusaydım diye geçiriyorum içimden. Neyse ki atalarımız kitaplık diye birşey icat etmişler. Duruyor, yine okunur. 

6 Aralık 2025 Cumartesi

Blog yazmanın bitmesi!

    Blog yazmak cançekişiyordu da yavaştan öldü galiba. Takip ettiğim yazarlar uzun zamandır yazmıyor. Okuma listem neredeyse altı aydır sadece benim yazdıklarımla dolu. Adetimdir: bir yere gitmeden önce couchsurfingdeki yerel ahbaplardan bilgi almanın yanısıra blog yazılarını da bir okurum. Nedir: yazmak zor bir eylemdir. Bir yeri yazacak kadar çok sevdiyseniz yazdıklarınıza güvenirim. Bunun da ayrımını yapmak yıllarımı aldı. Herkesin beğenisi, beklentisi, ateşleyici faktörü farklı çünkü. Bulursam değmeyin keyfime. Didikler işime yarayanı programıma alırım. Şimdiye kadar beni hiç zorda bırakmadı bu yöntem. Turist tuzaklarından uzak kalıp bir yerin ruhunu daha iyi anlamama neden oldu. Sadece o değil kitap, hayat, mekan, film önerileri de aldığım oldu. 
   Şu hayatın kendisi dahil olmak üzere herşeyin sonu var. Buranın da sonu geldi demek ki. Hazin! Modern zamanlarda insanların zamanı hem çok kıymetli hem de bu kıymetli zamanlarını çöpe harcıyorlar. Her bilgi, her veri; çok kısa ve hızlı olmak zorunda. Beynimiz daha bu verileri işlemek için o kadar hızlı değil, entegrasyon 1 iki kuşak alacak. Şimdiki gençler bunun üstesinden geliyor yavaştan. Ama hazmetmek ve içselleştirmek konusunda oldukça zayıfız. Yahut ruhumuz beynimize yetişemiyor. Bilemiyorum Altan! Neticede başta gördüğünüz logolar galebe çaldı.
   Ben bunları kendime yazıyorum. Yıllar sonra okuduklarımın, izlediklerimin, gezdiklerimin neler olduğunu hatırlamak ilginç bir deneyim oluyor. Kitaplığımda tuttuğum filmleri, arşivimdeki filmleri, albümümdeki gezi fotoğraflarını on yıllar sonra incelemek. O dönem nelere dikkat ettiğimi, şimdiki perpektifimle karşılaştırmak; ufuk açan, aydınlatan bir şey. O yüzden yazmayı bırakamam. Ayrıca okuduklarımı bir kişi dahi okuyup önerilerden faydalanırsa bana artı değer olur. Öyle çok okunmak (ve hatta hiç okunmak), tanınmak gibi bir derdim yok, ölümümden bir 20-30 yıl sonra bu dünya üstünde hiç var olmamış gibi olacağımı biliyorum (acı ama neredeyse herkes için geçerli bu). Kendime yazmak hoşuma gidiyor. 
   Bu mecra bir iki yıla gümler. Bunun üstesinden nasıl gelinir diye bir yardım alıp gerçekleştirmeyi ertelememem gerekiyor. Haydi hayırlısı!

"İsveç Kibritleri" Dönem Romanı.

 

   Kitap kulübümüzün bende çuvallayan ayın kitabıdır. Yazarımız çocukluğunun sokağını bir çocuğun gözünden anlatıyor. Acaip ayrıntılarla dolu. Fransa'da pek popüler ve çok satılanmış. Heyhat, kitap benim için başarılı bir dönem mekan romanı olmaktan fazla bir şey değil. Eğer o dönemi merak edip (30'lar Monparnas) okusam ilgimi çeker de, hiç ilgi duymuyorum. İlk bölümlerden sonra baktım acaba uzunca bir dönemi mi kapsıyor diye. Ortalarda, sonlarda Olivier hiç büyümüyor. Sadece 10 yıllık bir fotografi ile bir sokağın anatomisi veriliyor. Bu da fakire uymuyor. İlk bölümden sonra hızlı okuma ile 3 saatte bitirdim, kitap kulübümdeki başka bir arkadaşıma hediye ettim. Velev ki 70 yaşına yakın bir Parizyen değilseniz ilginizi çekmez efenim.  

"Ateşli Silahlar ve Bilardo" Afili Filintalar Tarzında Yaşadığımız Hayat!

   Bir arkadaşım elime tutuşturdu, hoşuna gidebilir dedi. İnsanın okuma zevkini bilen arkadaşları olması ne güzel. 
   Necip Fazlı kaybedendir. 30 yaşına varmış, mecburi hizmet sevgilisi var, motor kurye ama ehliyeti yok, 6400 lirası var, kirasını verince eline birşey kalmıyor, Sultangazi'de yaşıyor, abisini kıskanıyor (abisi varoş kralı, yavaştan yırtıyor), ideali pahalı otomobillerde (sadece mercedes ve bmw var onda) müzik zevkini yoldan geçenlere de yansıtmak. Yavaştan kaybeden olduğunu ayıyor ve bilinç kayması yaşıyor. Alter egoları onu bu hayattan çıkarmakla kalmayıp gusto oluşturuyorlar (artık aston martine binip makalın içiyor). Bir noktadan sonra alter egolar çoğalıyor, tutulduğu güneşin alter egosuyla dahi müşerref oluyor. Olaylar gelişiyor.
   Bonomo'nun ilk romanı olmasına karşın hiç bir acemilik sezmeden okunuyor. Daha ilk bölümden itibaren fakiri içine aldı. İki günde (iş günü, uykudan feragat ederek) okundu ve bitti. Arkadaşıma verip kendime ayrıca alacağım, rafta dursun arada okurum. Afili Filintaları bilen bilir. Hah işte onların tarzına çok yakın. Hem çok şükela karakter betimlemeleri hem bombastik sosyal tespitler, hem de psikolojik analizler var. Kullanılan dil akıcı, kurgu doludizgin, diyaloglar güncel ve sokaktan (her türlü sokak var, sultangazi de, etiler/ulus da, tahtakale de). Ben severek okudum, öneririm...

"Kokotlar Mektebi" Hüseyin Rahmi'nin Kaleminden Dönemin İlişkileri.

   Hüseyin Rahmi'nin en uzun sürede okuduğum romanıdır. 
   Altını üstünü çizdiğim, üzerinde düşündüğüm, bölümü bitirince kaynak yokladığım lugat karıştırdığım bölümler ganiydi. 
   Bazı şeyleri önceden yazmam gerek. Kokot; her ne kadar bugün pek bilinmiyorsa da dönemin eskort hizmetine verilen isim. Konumuz ilginç. Fransa'dan Bab-ı Âli'ye gelmiş bir fahişe eskisi, yaşının ilerlemesi üzerine (mihrap ve aura yerindedir ama) bu yola düşmüş kızlara "bari işlerini doğru dürüst yapsınlar" mottosuyla bir mektep açar. Kağıt üstünde "barınma yurdu" olarak görünen yerin, kendi meşrebine göre mantıklı ve ulvi bir amacı vardır. Bunu kalem efendilerine de anlatmak amacıyla, dönemin ünlü bir yazarına gider ve olaylar gelişir. 
   Üstad burada yazarın tarafından ve oldukça ortodoks bir gözle bakıyor şeylere. Ancak karşı tarafın argümanlarını o kadar akılcı ve gerçekçi bir şekilde açıklıyor ki kimi zaman "acaba HRG karşı tarafın savlarını mı destekliyor?" diye geçiriyorsunuz aklınızdan. 
   Teşrih masasına yatırılıp didiklenen asıl şeyler: evlilik, ilişkiler ve bunların sürdürülebilirliği olmasına karşın üstadın yaptığı kimi tespitlerin günümüzde de "yazılmayan kural" olarak yaşadığını görünce; metnin zamansızlığını daha iyi anlıyorsunuz. Bu tespitlerin kadınlar için olanları derin bir gözlem ve içselleştirme gerektirir. (uzunca bir parantez açalım. Yazarımızın hayat tarzı hakkında elan yapılan bir gözlem "hımm bu kişi gizli eşcinsel olabilir" dedirtir. Birçok dedikoduya karşın bu konuda herhangi bir açık, ifşa, eylem olmamıştır. Buna karşın belirtelim ki, usta münzevi ve yalnız bir hayat sürmüştür. Dönemin genelgeçer toplum kurallarına aykırı olarak evlenmemiştir. Dantel örmek, güzel yemek yapmak, reçel kaynatmak, turşu kurmak en bilinen hobileridir. Elbette bunlar bir kişinin cinsel tercihlerini yansıtmaz ama milletin ağzı torba değil işte! Bir de kadınların dünyasını kadınlardan iyi bilir ve yazar). Erkekler hakkında detaylı değildir tespitleri ancak hepsi de doğrudur (belki de erkek cinsi o kadar derin değildir). 
   Sadece bunlar için dahi açın okuyun, pişman olmazsınız. Bir de yazmak ihtiyacı üzerine küçük bir alıntı yapıyorum aşağıya. Pek hoşuma gitti.

"Yazayım mı, yazmayayım mı? Bu sorunun burgusuyla kaç gündür beynim oyuluyor. Su yasak ateşli bir hastalığın hararetiyle yanıyor gibiyim. Önümde hokka, kalem, kağıt, tıpkı kesme billur bir bardak içinde buğulanmış buzlu su gibi duruyor. Bu su zehirli de olsa susuzluğumun şiddetine tahammül edemeyeceğim. Bardağın içindekini son damlasına kadar kanımın yangını üzerine boşaltacağım. Buna meslek humması derler."
Sait Faik de "yazmasaydım, deli olacaktım" der. Zor işler vesselam!