İçimden böyle ılık portakal şurubu gibi birşey aktı. Dedim "Hayat bayram olsa!". İşim sağolsun zincir otellerde konaklama imkanı verse de eski bir evden restore edilmiş daha mütevazı ve niş bir yerde kaldım (iyiki de).
Konuştuğum her insan, güleryüzlü, yardımsever, ilgili ve bilgiliydi. Habib-i Neccar camiinde Pavlus ve Yuhanna'nın mezarında dua eden temiz yüzlü müslümanlar gördüm. Affan'ın Kahvesinde sahipleri gözleri parlayarak yaptıklarının Adana bici bicisinden farklarını anlattılar (gayet sarih İstanbul lehçesiyle (hanımefendi "mutbak" diyordu)).
Çınar Restoran yine ilk gittiğim 30 yıl önceki gibiydi (bak yine di li geçmiş zaman). Bir tek tavanın ahşaplarını değiştirmişler. Hafta içi kalabalık, eğlenceli (Antakya mezelerini al, yerine tapas koy olsun sana Endülüs, demografi aynı).
Künefeciler meydanında geceyarısından sonra boş masa bulmak zor. Yine kapalı depolarda saklanan kocaman balkabakları, mahalle arası humusçular (ki büyük şehirlerde en pahalı yerlerde bulamazsınız öylesini (Kadıköy Çiya'yı tenzih ediyorum)) İş güç Harbiye'ye gitmeme engel oldu ama akşamları şehrin tadını dört dörtlük çıkardım. Dört günün sonunda ayrılırken (ne zordur) "çalışmak bitince (havası pek nemli ve sıcak olmasına karşın) insan burada yaşar, ne güzel son durak olur" diye geçirdim içimden. Bırak coğrafi ve mimari özellikleri, çok daha zengin bir hazinesi var Antakya'nın: İnsanları.
Kaç gündür elim klavyeye gitmiyor. İnsan arkasından bıçaklandığında bir ciğeri söner de diğeriyle nefes almaya çalışır ya! (ben gördüm öyle vaka), işte öyleyim. Tüm anılarım yerle yeksan olmuş, o güzel insanlar bir yudum suya muhtaçlar. Uzaktan ne kadar destek olunabilirse oluyorum ama içim acıyor. Tüm temennim; Antakya en büyük hazinesini yitirmesin, o insanlar yine dönsünler oraya. Afet bölgesinin tümüne içim yanıyor ama en çok anılarım Antakya'da olduğundan oraya nar gibi köz bastırıyorlar sanki.