30 Haziran 2018 Cumartesi

"Sicario : Day of the Soldado" Bir Sikaryo Değil !

   Niyuvcörsiyli intihar bombacıları (tabiyki bilmiyoruz onların niyuvcörsiyli olduklarını) alışveriş merkezini (hemi de üç kez) patlatır. Bir süre önce de Meksika Amerika sınırından kaçak geçmeye çalışan bir gruptaki bir mülteci adayı yakalanınca kendini patlatmıştır. ABD uyuşturucu kartellerini terör listesine ekler, bazı kimseler bulunur ve CIA yöntemlerince oldukça ciddi bir şekilde sıkılır. Her canlıyı sıkarsanız birazcık bok çıkar, asıl sorun o sizin işinize yarayan bir bok mudur ? ABD yönetimi bu soruya bir cevap bulamaya zahmet etmediklerinden buldukları boka balıklamasına dalar ve bildik yöntemlere başvururlar. Gelsin kiralık askerler, başlasın black-ops. (filmin bir yerinde kovboyumuz, ekibi kiraladığı kişiye isteklerini sayınca, silah tüccarı "-Nerede darbe var ?" diye sordu, müstehzi bir biçimde gülümsedim. (gerektiği zaman müstehzi bir şekilde gülümseyebiliyorum)). Derken işler gelişir.
   Birinci film (Sicario (Meksika'da tetikçi demek oluyor)) daha önce detaylı olarak yazamadım ama yazdım. İşte de bağlantısı. Birinci film uyuşturucu üzerine kuruluydu, bu insan kaçakçılığı üzerine. Birinci filmde sıkı bir intikam hikayesi vardı (Beniçiyodeltoro'nun gözündeki iğne ışığı pırıltı) bunda böyle bir şey yok. İyot gibi açığa çıkan kovboyların, ABD yönetiminin ultrasonikbombastik ferasetinin, ABD politikasının çıkarları için yapacağı kirli işlerin boktanlığının (teröre terörle karşılık vermesinin) (sanki kirli işlerin boktan olmayanı var da !) hikayesi var. Birinci filmde sıkı aksiyon sahneleri vardı, bunda da var. Aynı kast (emilibılant hariç) duruyor. Gerilimli sahne yaklaşınca zım zımm yükselen müzik var (bazen ters köşe yapıyor ama dikkat !). Senaryoya uygun filtre kullanımı aynen birincisindeki gibi (kimi zaman objektife biri işemiş gibi sarı, kimi zaman sabaha karşı işkembeci dükkanının floresan lambaları gibi beyaz). Tempo birinci filmdeki gibi biraz ağır, hatta ikinci yarı sarkıyor diyebiliriz, iki saate uzatılması pek iyi olmamış. Hani iyi gişe yaparsa gerisini getiririz mantığıyla kapanışta açılan kılçık olmamış. Ama nedir : eli yüzü düzgün bir filmdir. Bildiklerinizden fazlasını söylemez, sorular sordurmaz. Haftasonu vakit geçirmek için de değerlendirilebilecek bir opsiyondur. 
PS : İki yıldır memleketimde yaşayan bir İrlandalı (işten ayrıldı gidiyor) "burayı çok özleyeceğim." dedi. "Nesini ?" diye sordu fakir. "Traffic rules.... Everything is optional" dedi. (üstelik şaka yapmıyordu) Opsiyon deyince o geldi de aklıma o yüzden müstehzi bir şekilde gülümsedim.


"Akış" Mutluluğun Bilimsel Açıklaması.

   Fotografisini aşağıda gördüğünüz dede; her ne kadar Hırvatistan'da doğmuş olsa da, Jung'un bir konferansına katıldıktan sonra rotasını psikolojiye çevirmiş, Amerika'lara hicret etmiş, bir takım okullarda okumuş, sonunda profesör olmuş ve kafayı mutlulukla bozmuştur. Mihali Çiksenmihali, 25 yıldır mutluluğu bilim olarak inceledikten sonra bununla ilgili "Akış"ı yazmıştır.
   Mutluluk, kesinlikle izafi ve kişisel bir kavram. Bir sürü şeyle bağlantısı var (en çok da beyin tarafından salgılanan kimyasallarla). Fakat bu kimyasalların salınımını tetikleyen faktörler her kişide farklı. Bay Çiksenmihali, uzun zaman bu konuyu anketler, istatistikler, deneyler, akademik forumlar, kafa patlatmalar, bitmek bilmeyen tartışmalarla incelemiş. Bu konuda yaptığı TED konuşmaları yuutupta var. Ama detayı kitapta. 
   Baştan söyleyeyim : bu kitap bir kişisel gelişim kitabı değil ! Yani öyle mucizevi reçeteler, "neş eli (burada "neş" ayrı söylenecektir) ol ki genç kalasın" tarzı laylaylom çözümler, ulvi metinler falan yok. Kitap sadece mutluluk kavramına bilimsel bir açıdan yaklaşıyor. Buna neyin sebep olduğunu anlamaya çalışıyor.
   Elbette kitabın konu aldığı araştırmalar coğrafyamıza yabancı. Haliyle gösterilen örnekler de pek içselleştireceğimiz cinsten değil. Yalnız insan zihninin işleyişi ile ilgili yaptığı tespitler çok ilgi çekici. Misal : zihnin boş kaldığı anın termodinamiğin 2.yasası (haydi buna entropi diyelim (ya da ukala dümbelekliği yapmayıp doğrudan kaos (ne işim olur kaosla) düzensizlik diyelim))  olduğunu yazdığında ciddi afallamıştım. Oysa bazı kişisel gelişim kitaplarında (bazı spiritüel yayınlarda da) rahatlamak için zihni boşaltmak gerektiği yazıyordu. Mihali Bey (soyadını yazması uzun) tam tersini iddia ediyordu. "Boş zihin kaostur, zihnini meşgul edecek bir şey bul, bulacağın şey seni mutlu etsin !" diyordu. Ve bulacağın şeyin bir "akış" yaratmasının seni mutlu edeceğini savunuyor ve hatta istatiksel verilerle bunu kanıtlıyordu. Bir bilim insanı için en zoru da mutluluğun kanıtlanmasıdır herhalde !
   Neyse. Kitap biraz hacimli (sadece notlar 50 sayfa, kaynakça ise (karınca duası gibi yazılmış, yakın gözlüğü yetmedi büyüteç gerekti) 18 sayfa, kitabın kendisiyse 343 sayfa). Laf kalabalığını atlar ve bazı deneyleri hızla okursanız 150 sayfada vereceği fikri anlayabilirsiniz. 
   Resme, biraz uzaktan, geniş açıdan, nehrin kıyısından, derinlemesine bakabiliyorsanız, içinizdeki merak canavarı tatmin edilmeyi bekliyorsa, okuma illetine tutulmuşsanız (ki mutsuzluğun en olmazsa olmaz koşuludur) pek de mutlu olmadığınızı varsayabilirim. İşte o zaman böyle kitapları kovalarsınız. Eğer tecrübeli bir kâri iseniz kişisel gelişim kitaplarından koşarak uzaklaşacaksınızdır (Dale Carnegie'e selam olsun ! (sincaplar kovalasın)). O zaman bu kitabı edinip okuyun. En azından mutluluğu bulamasanız da, neden mutsuz olduğunuzu anlar gibi olursunuz. (en kötüsünden el örgüsüne başlarsınız)

"İstanbul'da Bir Zürafa" Büyüklere Masallar !

 
   166 sayfa, 31 bölüm. Bölümlerin hepsi de, insan denilen en vahşisinin (ingilizcede "earthling"deniyor, anlam olarak güzel !) diğer dünya mukimleriyle olan geçmiş zaman münasebetleri üzerine kurulu. "Tapirin Neşesi", "Kuşların Konservatuvarı" gibi fantastik adlar taşıyan iki üç sayfalık (öykü mü desem, deneme mi desem, masal mı desem bilemedim) yazılarla kendinizden geçiyorsunuz. 
   Kubbeler arasındaki bir zürafayı kapak yapan kitapta sadece hayvanlar yok. Aslında, zürafalar, tapirler, aslanlar, güvercinler ve diğerleri; tarihin ve günümüzün yaşananları arkasında bir fon olarak varlar. Bu eksen sayesinde edebiyat, düşün, resim velhasıl sanat dünyasını, (dur bakalım sadece sanat yok !) siyaseti, sosyolojiyi, psikolojiyi ...... Amaaan nasıl toparlayacağımı bilemedim. Sunay Bey, hayvanları terkisine atarak çok güzel masallar anlatıyor. Bu masallar gerçek ! Hepsi de yaşanmış. Bilgi dağarcığınıza atacağınız (ne kadarını kullanırsınız bilinmez) yüzlerce, binlerce ilginç malumat, çok şükela bir anlatımla sizi başka bir zamana götürüyor. Resneli Niyazi'nin geyiği de var, Cezayirli Hasan Paşa'nın aslanı da (mesela Cezayirli Gazi Hasan Paşa Kışlası'nın girişindeki demirli taş benim de dikkatimi çekmişti de "bunu niye buraya koymuşlar ?" diye merak etmiştim. (Hasan Paşa'nın aslanını bağlaması içinmiş)). Ernest Hewingway ve Hans Christian Andersen'in bir dönem İstanbul'u ziyaret ettiklerini ve yaşadıklarını da bilmiyordum. Güvercinimin doğduğu hastaneye ve semte ismini veren Zeynep Hanım ve Kamil Bey'in kimler olduğunu bilmediğim gibi (ayıp, ayıp !).
   Okudukça neler bilmediğinizi anlatan bombastik bir yaz kitabı. İş Bankası Yayınları basmış, fiyatı oldukça makul. Herkesin tatile koşuşturduğu bu dönemlerde yollarda, şezlonglarda, yürüyüş molalarında okunası bir kitap. Yakın durmak gerekir.

26 Haziran 2018 Salı

Hayatın Olağan Akışına Aykırı Durumlar.


   Komplo teorilerinden hiç hazzetmem.

   Philip K.Dick'in miydi kimindi hiç hatırlamıyorum "Paranoyak, çevresinde neler olup bittiğinin az çok farkında olan kişidir." diye bir lafı vardı. Bu (oldukça paranoyak söyleme) katıldığım ve katılmadığım durumlar vardır. Eugene Ionesco'nun ise "Gergedan" diye şükela bir oyunu vardır. Bu aralar görme fırsatınız varsa, gidip görülmelidir. Havalar (neredeyse Temmuz'a gireceğiz, gece kapitone battaniye örtünerek uyuyoruz. Not. Ankara) bir garip. Bir yazı hazırlamam gerektiğinden ağ günceme de gerekli ihtimamı gösteremediğimden zaten az olan müdavimler bir bir ayrılıyor (yaprak dökümü). 
   Farkındaysanız bir türlü konuya giremiyor, girizgahın etrafında dolanıp duruyorum.
   Sevgili Kâri, "hayatın olağan akışı" diye bir kavram var. Genellikle duruşmalarda, iddianamelerde, savunmalalarda falan kullanılıyor. Tarife gerek yok, okununca ne demek istediği anlaşılan bir kavram.
   Ankara'da, matbuatın kolaylıkla ulaşılabildiği bir semtte yaşıyorum. Mukimi olduğum binanın apartman görevlisi her sabah yedi sularında evimin kapısına astığım torbaya gazetemi bırakır. Bu hayatın olağan akışıdır. 
   Eğer geç sayılabilecek saatlerde bir maç falan varsa (misal : bir önceki gün saat 17.00'daki milli maç) gazetenin evimize ulaşma süresi sabah yediden, öğle saatlerine kadar sarkar. Bu güne kadar hep böyle olduğundan bu tip gecikmeler de hayatın olağan akışı içinde kabul edilebilir.
   Malumunuz : geçtiğimiz hafta bir seçim yapıldı. YSK seçim sonuçlarını, medya kanallarına 18.45'de vermeye başladı. Kesin sonuçlar için ise geceyarısına kadar beklememiz gerekti. Bu durumda; hayatın olağan akışı : gazetelerimin Pazartesi öğlene doğru kapıma bırakılmasıydı. 
   25 Haziran 07.00'da gazetem kapımın önünde idi. İçinde her partinin pasta dilimi oranlarıyla seçim sonuçları vardı. Tüm köşe yazıları; seçim sonucuna göre bihakkın yazılmış, yorumlar yorum yorum yorumlanmıştı. 
   Hepi topu tek bir skor için okuyucuya ulaştırılması öğlene kadar sarkan matbuatın, gece yarısını bulan bir değerlendirmenin (üstelik çok fazla tarafı ve bölgesi olan bir incelemenin) ardından sabah 07.00'da (yedide) kapımın önüne bırakılması; bence hayatın olağan akışına aykırıdır.
   Sosyal medyada "yok efendim muhalefet liderlerinin tehdit edildiği" ve hatta "kaçırıldığı, gözlerinin korkutulduğu" şeklindeki yorumları okudum. Katılmıyorum. Zaten konunun eksenindekiler de yalanladılar. Bu arada gündemi sosyal medyadan takip etmek, hiç gerçekçi olmayan bir pseudo (süyudo okunur (anlamı ise gerçek gibi görünen sahtedir (hah ! malumatfuruşluğumu da yaptım ya, rahat uyuyabilirim))) algıyı yaşamanıza neden oluyormuş ki bunu daha başka bir yazıda açıklamak farzdır. Hemmen konuya dönelim. Velhasıl seçim sonrası sabahı saat yedide kapıya bırakılan gazete, hayatın olağan akışına aykırıdır. Nasıl açıklayacağımı bilemiyorum. 
   Önerim : bulabilirseniz İonesco'nun "Gergedan"ını izleyin, bilimkurguya yakın durun (kaçış edebiyatı nasolsa), kendinize bir "akış" bulun (bununla ilgili kitabı da yazmaya, elimdeki uzunca yazı bittikten sonra başlayacağım), güneşli günler göreceğiz (Ankara'ya yağan yağmurlar da elbet bir gün bitecek (burada metafor falan yok, meteorolojik tespit yapıyorum.)).

18 Haziran 2018 Pazartesi

"Solo: A Star Wars Story" Süpersonik Space-Opera.

  Star Wars serisi bilimkurgu değil, space-opera olmakla birlikte, fanları (ne işim olur fanla) hayli müptelaları olan bir seri (fakir de bunlardan biri). Evet, izlemek farklı düşünmeme neden olmuyor, sorular sordurmuyor ama güzelce eziyorum zamanı (iyice kocadığımda, zamanın kıymetini anladığımda çok hayıflanacağım bunlara. Kesin !).
   Bu seferde 2 saat 15 dakikamı güzelce harcadım, hiç sıkılmadım. Geçenlerde oğlu tarafından böğrüne laytsaberler sokulmak suretiyle galaksilere yürüyen Han Solo'nun; gözönünden ayırmadığı zarları, çubaka (isim yazma konusunda Star Wars müptelaları beni meşe odunu ile hırpalama isteği duyuyorlardır sanırım) ile tanışmasını, milenyumfalkonu nasıl olup kazandığını, Lando ile rabıtasını, hülasa evveliyatını izledim. Salonlardan çabucak gösterimden kalkması ise şaşırtıcıydı, izleyecek salon zar zor bulunuyor (Ankara itibarıyla).
   Pelikulamız çok güzel bir Holivut işi. Zanaatına diyecek yok. Oyuncular iyi oturmuş. Sinema sanatına bir katkısı olmamakla birlikte, holivutun amacına (para kazanıp, beyinleri uyuşturmak) çok yakışır bir "iş" çıkarılmış. Ezecek zamanınız varsa, buyursunlar efendim !

14 Haziran 2018 Perşembe

"Tanrının Kapısını Çalan Bilim" Dindarlar Okumasın !

   Lord Adam Gifford 1887'de demiş ki : "Bilim aldı başını gidiyor, biz hala bin küsur yıllık bir kitabı okuyup yorumlamaya çalışıyoruz. Bilimle teoloji arada bir araya gelip hasbıhal etseler, ortak noktalar bulsalar !" (tamamen uyduruyorum). İşte o günden beri Edinburg'da bilim insanları ve din adamları (birinin insan, diğerinin adam olması oldukça ilginç değil mi ?) biraraya gelerek düşünce alışverişinde bulunuyorlar, bildiriler yayımlıyorlar. 
   1985'de (herhalde Cosmos belgeselinin sansasyonel etkisiyle) astrofizikçi Carl Sagan da bu konuşmalara davet edilir. Heyecanlı bildiriler okunur, zihinlerde şimşekler çakar, izleyiciler salona sığmaz, kahkahalar atılır, konferans biter. 11 yıl sonra 1996'da Sagan  ölür. 2007'de, genellikle birlikte çalıştığı eşi Ann Druyan, Sagan'ın ölümünün 10.yıldönümü için "Ya şu Gifford konuşmalarını kitap haline getirsek nasıl olur ?" der (yine tamamen atıyorum). Bu kitap ortaya çıkar. Öyle kolay olmaz baskıya hazırlamak. Edinburg'dan istenen toplantı tutanakları "kayboldu !" diyerek verilmez. Adının verilmesini istemeyen bir "inside man",  artık nerelerden bulup buluşturduysa verir Ann Druyan'a.
   Kitapta çeşitli konuşmaların diktesi var. Elbette konuşma dili olduğundan okunması biraz zahmetli olabiliyor. Bunda çevirinin de son yıllarda okuduğum en kötü çeviri olmasının etkisi var (gugıltransleyt Türkçesi sanırım). 
   Önceden uyarımı yapayım ! Öyle yatmadan önce birkaç sayfa okunacak bir kitap değil. Mecburi okumalarımın arasına sıkıştırıp yatmadan önce birer bölüm okumayı denedim. Vallahi uykularım kaçtı. Sagan, (belki bazılarını tanıyorsunuzdur) kimi ateist ve deistler gibi değil. Daha ılımlı, daha iletişime açık bir bilim insanı profili veriyor. Bu minvalde : din, bilim, evren, mantık gibi kavramları okurun (söylendiği zaman da dinleyicinin) anlayabileceği ve bir din adamının bile reddedemeyeceği basitlikle aktarıyor, sorularını soruyor, çözümler öneriyor. 
   Konuları yazdıklarımda özetlemeyi sevmiyorum ancak aklımda kalan bir iki soruyu şöyle yazayım.
   Hemen her dinin ortak bir emri var. Öldürmeyeceksin ! Biliyoruz ki dini kurumlar, devleti yönetenlerle iyi ilişkiler içinde. İnançlarının "öldürmeyeceksin" emrini, devletlere kabul ettirmeye kalksalar ve şu (gittikçe) küçülen dünyamızı binlerce kez yok etmeye yarayan nükleer silahları yok ettirseler nasıl olur ?
   Musevi-Hristiyan-İslam inançlarındaki Yaratan/Tanrı/Allah/Rab kavramı çok küçük farklılıklar gösteriyor (burada bir betimlemesini de yapıyor). Havadaki serçelerin uçuşunu, yerde yuvarlanan küçücük taşın düşmesini, insanın su içerken oturup oturmadığını gözleyen, kendine yapılan her yakarışın (duanın) gereğini yapan bir güç. 400 yıl kadar önce tüm kavrayabildiklerimiz dünyamız ile sınırlıydı. Şimdi evrenin sınırlarına diktik gözümüzü, gittikçe de daha ileriye gidiyoruz. Ulaşılan cesamet korkutucu. Bilebildiğimiz kadarıyla bu kocaman evrende bizden başka canlı yok (bilebildiğimiz kadarıyla'nın altını çizelim). Bu kadar büyük bir evrende (hala da genişlemekteyken) Yaratıcının sakız çiğnersek orucun bozulup bozulmayacağını kontrol eden bir irade olması ilginç.
   Neticede : Sagan'ın Tanrı ile bir meselesi yok. Tanrıyı anlamakla ilgili bir meselesi var. Havsalamızın bu konuda halen yetersiz olduğunu düşünüyor. Hepi topu 256 sayfalık bir kitap ancak düşünce sisteminizi şöyle bir sallamaya yeter. O bakımdan dikkatle okunmalı.

3 Haziran 2018 Pazar

"Ahlat Ağacı" Yine Bol Diyalog.

   Son sahnelere doğru İdris'le Sinan konuşuyorlarken konu kuyuya geldi. İçimden dedim "hah ! terse yatıyoruz.". Sonraki sahneyi görünce de dedim ki içimden "bu sefer yemezler !". Hakikaten de dediğim gibi oldu.
   Böyle pattadanak girmemek lazım yazıya ama yeni çıktım ve ters köşeye yatmadığımdan mıdır nedir, nedensizce seviniyorum. Neyse...
   Önce Anadolu'nun içine, sonra (fonda Kapadokya olsa da) kente yönelen NBC, kamerayı şimdi de taşraya yöneltiyor. Yine uzun (3s8d), yine bol bol diyalog var, kadrajlar tablo gibi, Bach kulakların pasını siliyor (sadece yükselen üç nota ama kullanıldığı yerler isabetli), kimi yerlerde müziğin yerini yaprakların, martıların sesleri alıyor ve pek iyi oluyor. Evrensel meseleler de var, yereller de. Edebiyat çevreleri (endüstrisi mi ?), dinde yeni yaklaşımlar (o nasıl uzun diyalog öyle, 5 sahnede (galiba) tek diyalog) , baba oğul ilişkileri (Oidipus muydu o ?), kasaba sıkıcılığı, aşktan bir kuple (klişe mi çeşmebaşı), metaforsa metafor (filmin tek 3d efekti (güzel olmuş yalnız)), taşlamaysa taşlama (belediye başkanı, kumcu İlhami (Kubilay Tuncer ne şekle girmiş öyle ! tanıyamadım vallahi)), ahıra dönen köy okulları, Çanakkale'deki at heykelinin içi, çay bahçesinde gaile hesabı yapan piyangocu (ki çok sevdim !), elmaya dalan genç imamlar, ganyanın zararları, rüyalar, İran sinemasında çokça gördüğümüz ortada gördüğümüz küçük bir suç (300 TL) ve daha neler...
   Azıcık sinema bilgimle NBC filmi hakkında ahkam kesecek halim yok. Ama akşam saatlerinde gittiğimiz salonun yarısı (iftar saati olmasına rağmen) doluydu. Uzun süresine rağmen zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Kimi sahnelerde gülenler oldu. Bitince üstünde konuşulacak çok şey kaldı. Sinemada görülmesi çok iyi olur...