29 Haziran 2020 Pazartesi

"Delibo" Uyurkulak'ın Son Romanı.

 "Har"ı da, "Tol"u da, "Bazuka"yı da okumuş ("Merhume"yi atlamışım bak) ancak bu mecrada yazmaya, o kitapları okuduktan sonra başladığım için yazmamıştım (ne ayıp!). Dün "Delibo" bitti, yazmamak olmaz.
   Mahallenin mobilyası Delibo (Deli İbo) kaybolunca, işini de kaybeden Yusuf, çocukluk aşkı Yasemin'in saikiyle Delibo'yu aramaya hallenir. Olaylar gelişir.
   199 sayfalık roman, "hızlı okumamalıyım!" telkinlerine karşın bir günde bitti. Uyurkulak'ın romanlarında bir paralellik var. Elbette ki kahramanlar, kurgular, mekanlar, zamanlar çok farklı ancak yine de romanlarını bir bütün olarak ele aldığınızda (arka arkaya okursanız) birbirine yakın tadlar alıyorsunuz. Uçlarda karakterler, hepsinde derin bir edebiyat birikimi ve malumatfuruşluğun feriştahı, acı trajediler (sanki başka türlüsü varmış gibi!), ancak filmlerde karşınıza çıkabilecek yan karakterler (şahmaranlar çizen tombul otelci amca/Sabahattin Ali'nin piçi olduğu iddiasındaki emekli edebiyat öğretmeni/Ali Dede vs.), kimi zaman büyülü gerçekliğe kaçan olaylar silsilesi (Narlıdere Cemevindeki semah dönmeler, kuntastik meyhaneler, petetenin önünden geçen gül kamyonu), o pek özlediğim İzmir lehçesi (gelmiyom, istemiyom), kimi isimlerin (fakirin de yaptığı gibi) okunduğu gibi yazılması (Ken Loş) ve daha neler. Bir çok satırda "a ben de bunu hissetmiştim" "ben bunu bir yerde gördüm yav" dediğim yerler oldu. Sizin de olacaktır sanırım. 
   Romanımız başyapıt değil ancak didaktik okumalardan sonra taşlaşan (yahut yorulan) zihni dinlendirmek için son zamanlarda sıklıkla yaptığım polisiye okumalarından sonra ilaç gibi geldi. Ruha şetaret verdi. Hararetle öneririm efendim!

27 Haziran 2020 Cumartesi

"Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul" Nasıl Hüzünlü Bir Belgeseldir Bilemezsiniz!

   Bu mecrada nasıl oldu da bugüne kadar yazmadığımı bir türlü anlayamadığım belgeseldir. Nedir: mutad aralıklarla devamlı izlerim (hiç de sıkılmam!). Duvara Karşı'nın müziklerini yapan basçı aleksandırhaake, Fatih Akın yönetiminde 2005'de birbuçuk saatlik bu belgeseli çekmiş. 
   Çeken gözde, coğrafyadan uzak kalmanın etkileri görülüyor. Akın, belgeselin sonunda bu kadim şehrin en eski müziği olduğu yakıştırmasını gizli gizli yaptığı Müzeyyen Senar (bakın bu ismi yamuk yumuk yazmaya kalibrem yetmez!) şarkısını, köklerden değil bir halk müziği uyarlamasından yana kullanmış (ne uzun cümle oldu bu). Ya da şöyle ifade edeyim: buraya bir III.Selim bestesi konulsa daha iyi olurmuş. Neyse ne!
   Belgeselimiz; 2005 yılı itibarıyla kentin bir müzik haritasını çıkarıyor ama bunu öyle böyle değil süpersonik bir şekilde yapıyor. Sokak müzisyenlerinden (ne oldu sahi Siyasiyabend'e?), Kürtçe müziğe (yeni yeni serbestleşen türkülerle (müzikte milliyetçilik de en hazetmediğim şeydir)), rapçilerden (Ceza, Ayben), sokak dansçılarına, Orhan Gencebay'dan Sezen Aksu'ya, Selim Sesler'den (yattığı yerde dinlensin, iyi klarnetçiydi) Baba Zula'ya (en sevdiğim Kanada çingenesi Brenna MacCrimmon'a bin selam olsun! (yanyana biraladığımız gecelerin hatırına)) ve daha neler nelere tüm şehrin müzikal fotografisini temaşa ediyoruz bir garip geçmişe özlem duygusuyla.
   Müzikal açıdan değerlendirdiğinizde: güzel bir iş, özenli bir iş. Belgesel olarak kaçırılmamalı!
   Gelelim hüzün durumuna.
   Belgeselimiz günün müzikal fotoğrafını çekerken elbette ki toplumun, demografinin, hayat tarzının da bir görünümünü (üstelik de pek şükela şekilde) aktarıyor izleyiciye. İşte; doğduğum şehrin onbeş yıl önceki halleri ile bugünkü haline baktığımda, ister istemez bir hüzün çörekleniyor insanın iman tahtasına. Ne oldu da nerelere geldik? Nereye gitti o insanlar? Ne yaptık birbirimize? gibi sorular üşüşüveriyor insanın başına.
   Müziğe ilginiz vardır yoktur ama değişimin ne boyutlara geldiğini idrak etmeniz için kaçırılmamalıdır...

"Little Joe" Ödüllerini Haketmiş Film.

 
   Çiçek ıslahçısı Alis, eşinden ayrılmış oğulcuğu Co ile İngiliz kibar semtlerinde yaşayıp gitmektedir. Biraz işkolik olan soğan kabuğu saçlı Alis, yeni geliştirdiği deneysel çiçeğe (biraz da oğluna öykünerek) "Küçük Co" adını verir. Gen modifikasyonunun ürünü olan bu varlığı imkansız bitki (çünkü yaprağı yoktur ve üreyememektedir), kendine gerekli ilgi ve bakım sağlandığında sahibini mutlu eden hormonlarla dolu nefis bir koku yaymaktadır. Deneme aşamasında bitkinin kimi yan etkileri olduğu ortaya çıkar, olaylar gelişir.
   1s45d'lık filmimizin temposunun çok yavaş olduğu, aldığı ödülleri haketmediği, sonunun baştan belli olduğu gibi mebzul miktarda eleştiri mevcuttur. 
   Dikkate almayınız efendim!
   Kordelamız herşeyden önce (iş olarak yaklaştığımızda) dantel gibi ince ince işlenmiş bir ürün. Her sahnesi, kadrajı, kurgusu, renkleri, müziği (bilhassa müziği (japon kukla tiyatrosunun müziğine benzer, tedirgin edici gürültülerle dolu bir müzik)), kostümleri, kastingi (ne işim olur kastingle?) oyuncu seçimi, mekan seçimi, sanat yönetimi ve elbette ki tedirginlik verici senaryosuyla çizgi üstü bir yapım fakire göre. 
   İzlemesi meraklandırıcı (bu merak galiz bir merak değil daha ziyade bâtın bir meraktır yalnız!) olduğu gibi bittikten sonra da zihinde farklı kapıları aralayabiliyor ve sorular sorduruyor. Gen müdahaleleri nereye gidiyor? Kârlılık nelerin üstüne basabilir? Ergenlerin değişimi bizleri ne kadar etkiler? Ve daha neler!
   Bence bilimkurgunun iyi bir örneği olan bu örneği es geçmemek gerektir...

25 Haziran 2020 Perşembe

"Fener Balığı" Nuray Atacık'tan bir Polis Romanı.

   Elektrik Mühendisi Nuray Hanım'dan 500 sayfalık bir ilk roman. İlk roman olmasına karşın polisiyelerin o okuru tuttu mu bırakmayan havasına sahip. Polisiye roman nasıl yazılırsa öyle yazılmış. Bir cinayet, çözmeye çalışan insanlar. Ancak romanımızı polisiye olarak adlandırmak için (elbette fakire göre) katilin son ana kadar ortaya çıkmaması ve sonra okuru şaşırtarak, ters köşelere yatırarak son sayfalarda bir açıklama olması beklenir. 
   Fener Balığı böyle yapmıyor. Ortanın sonlarına doğru katilin kim olduğunu biliyor, bazı sayfalarda onun anlatımıyla dahi sayfaları çevirmekteyiz. Bu açıdan bakıldığında romanımıza polisiye roman değil "polis" romanı demek daha doğru olur gibime geliyor. Çünkü, cinayeti çözmeye çalışan polis ekibinin oldukça ayrıntılı bir karakter çalışması, olayların gelişmesi gayet güzel verilmiş. Ortalara doğru artık gözünüzde canlandıracağınız kadar ete kemiğe bürünüyorlar. Katilin kim olduğunu bilmemize karşın son sayfalarda yükselen tansiyon nedeniyle son sayfaya kadar merakla okunuyor. Bu biraz da ilk sayfadan itibaren karşımıza çıkan (adeta karikatürize edilerek işlenmiş) para ve güç meftunu zayıf karakterli antagonistten (ne işim olur antagonistle?) kötü adamdan kaynaklanıyor sanırım. 
   Kendimizden polisiye yazarlarına ilgi gösterelim ki, daha iyi işler okuyabilelim. Bu da okunmayı hakeden bir iş. 

18 Haziran 2020 Perşembe

"Dersimiz Cinayet" Christie'den Poirot.


   Kendimi bildim bileli okuyorum. Sadece eğlenmek için okuduğum zamanlarda Christie Teyzenin neredeyse tüm kitaplarını okumuş, Poirot'nun hafiften hayranı olmuştum. Nedir: 30 yılı aşkın elime almadığım için, geçenlerde bir ucundan "Dersimiz Cinayet"e başlayınca, eski bir eldiveni elime geçirir gibi oldum. Kitabın başında "Cinayete Karışanlar", "Hercule Poirot'un Elinde Şu İpuçları Vardı", "Hercule Poirot Şu Soruları Yanıtlamak Zorundaydı" bölümleri, Poirot'nun yumurta kafası ve sıkça kullandığı "küçük gri hücreleri". 
   Elbette 30 yıl önce okuduğum (ve hayli ayrıntılı) bu zekice cinayeti anımsayamadım ancak kabul etmeliyim ki, Agatha Teyze'nin yazdıkları bugün bile hala merakla okunuyor. Eğer gündemden, hayhuydan uzaklaşmak için kafa boşaltmayı düşünürseniz yatmadan önce öneririm. Steril bir merak duygusuyla uykunun şefkatli kollarına atılırsınız.

"A Man Who Killed Don Qixote" 25 Küsur Yıldır Çekilemeyen Film.


   Brazil'den beri Montipiton üyesi (pitonları bilen bilir!) terigilyım beyin hastasıyız. Bu talihsiz pelikulayı çekmeye taaa 1989 yılında hallenmiş. Değişik rolleri değişik kişilere yazmış. Bunlardan bazılarının gündemi çok yoğunmuş (Conidep), kimileri ise zamana yenik düşmüş (Conhört), para ise gelmekte pek nazlanmış. Öyle olunca üstad taa 2018'de çekebilmiş filmini.
   Gençliğindeki sinema ışıltısını reklam filmleri çekmekte oldukça söndürmüş bir genç yönetmen, tesadüfen ilk çıkış yaptığı öğrencilik filminin (ki bu da bir Kişot (haydi İspanyollar gibi söyleyelim: Kihote) senaryosudur) izlerini bulur, olaylar gelişir.
   İlk yarı ben dahil diğer izleyicileri de içine çeken senaryo, ikinci yarıdan itibaren benim haricindekilere hitap etmedi. Nedir: terigilyım filmlerinin müptelası değilseniz, açmaz. Düz izleyiciye darmadağınık, k.çı başı başka yerde bir film gibi gelebilir. Ancak izlediğiniz filmlerde bazı sahneler, çekim açıları, efektler size bir yönetmeni çağrıştırıyorsa (var böyle yönetmenler!) ve Bayan Gilliam'ın oğlunun filmlerinde bu izleri ayırt edebiliyorsanız, değmeyin keyfinize. Arkanıza yaslanıp, bu neresinin hayal, neresinin gerçek, neresinin geçmiş, neresinin şimdi olduğu belli olmayan kordelanın tadını çıkarın...
   Ayrıca Kihote (iyice ispanyola bağladım!) rolünde canıtınprayz iyi kotarmış, edımdrayvıra ise kaylorenden beri ısınamadım (bir tek Paterson'da iyiydi), kastın geri kalanı, kostüm, dekor, kurgu usta işidir. Bir de kordelamız oldukça yaşlı, yaşlılara hürmet etmek gerekir!

"Bir Soran Olursa" 1987'den Yalçın Küçük

   Prof. Yalçın Küçük, ülkemizde farklı düşünen ender münevverlerden biri. Geçen yıl oldukça şaşırarak okulumda (DTCF) İbranice sınıflarını takip ettiğini öğrenmiş, 80 yaşında birinin öğrenme azmine hayran olmuştum. Taa 1987'de yayımlanmış bu kitabının "bu kitap" olarak yazılmadığını, farklı zamanlarda yazılmış makaleler, konuşma dökümleri ve ropörtajlardan oluştuğunu söyleyelim. 272 sayfalık bu kitap günümüzü aydınlatmasa da, askeri darbe sonrası Türkiye'den değişik izlenimler edinmenize neden olabilir. Ayrıca Hoca'nın yaşanılan dönemin ötesine yönelik saptamaları var ki tadından yenmez. 
   Kaçırılmamalı diyemeyeceğim ama bulunursa okunmalı...

3 Haziran 2020 Çarşamba

"I See You" Düşük Bütçeli Ters Köşe.

   Ürkek bünyelerde önce korku sonra gerilim ve nihayet polisiye tadı bırakacak filmdir. Holivut yapımı olmasına , düşük bütçesine, hiç bilinmeyen kastına (bir tek Helınhant var tanıdıkbildik ama o da yaşlandıkça iyiden korku filmi afişine benzemiş Allahın gücüne gitmesin), başarısız müzik ve ses miksajına (neydi o ucuz korku filmlerinin "zınn zınn" gerilim sesleri!) karşın başarılı kurgusu ve senaryosu ile insanı devamlı ters köşelere yatıran, bir şans verilmesi gereken filmdir.
   İlk tvistten (ne işim olur tvistle) şaşırtmacadan sonra ilginiz yükseliyor ve devam ettikçe daha da yükseliyor, doğaüstü tekinsize karşı olan tedirginliğiniz yok olurken ilginiz yükseliyor ve finalde bir kez daha şaşırıp çıkan yazılara bakıyorsunuz.
   Bu aralar sinema kesat! Böyle filmler az geliyor, izlemek lazım.

"Kent" Altın Çağlarında Bilimkurgu

   Simak bey taa 1952'de yazmış bunu. Bilimkurgunun bilimkurgu olduğu çağlar! Çook uzun yüzyıllar (belki de binyıllar) sonrasında o zamanların neredeyse efsane/mit değerlendirildiği günümüzden çok sonra geçen sekiz öykü. (karışık oldu biraz!  Şöyle örnekleyeyim: kitaptaki öyküler 4230 yılında okunuyor, 3000'li yılların başında geçen olayları konu alıyor (tarihler atmasyondur!)).
   İlk öyküde, artık işlevini yitiren "kent" kavramı teşrih masasına yatırılıyor ve çok farklı yeni fikirlerin zuhur ettiği bombastik bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz. Kiminde insanoğlu Jüpiter'in muazzam basıncı ve amonyak denizlerinde yaşayabilmek için biyolojik değişim geçiriyor ve Jüpiter sakini oluyor. Amanın o da nedir oluyor ve her nedense o gövde/ruh kombinasyonu daha şanjanlı olduğundan neredeyse tüm insanlık mutasyon geçirmiş Jüpiterli bir ırk oluyor, Dünyamızda kalanlar ise gittikçe azalıyorlar ve en nihayet bitiyorlar. Tabiy ki bu sadece bir özet, bunun onlarca alt kurgusu olan öyküleri de anlatılan sekiz masalda bir güzel ele alınıyor. 
   Geldik işin garip tarafına: kim anlatıyor bu öyküleri ve öykü aralarındaki değerlendirmeleri kimler yapıyor. Bunu öğrenmek için artık kitapçılarda olmayan, ancak nadir kitap satan sahaflardaki kitabı alıp (bugün itibarıyla temiz kopyasını 14 TL'e buldum, bence uygun) öğrenmek gerekiyor. Ancak şöyle bir ipucu verebilirim: hayvan dostları pek gülümseyecekler sonucu öğrendiklerinde.
   Bilimkurgu ve hayvanları sevenler alıp 1952'den günümüze gelen ilginç fikirlere şaşırabilirler. 

"Yalanlar Bilimi Psikiatri" Çılgın Macar'dan Acı Gerçekler...

 
   Thomas Szazs (soyadı da palindromdur ha!) psikoanaliz psikiatristi, emmeritus profesör, çılgın bir Macar. Önce "Deliliğin İmalatı"nı yazmış (mecbur onu da alıp okuyciiz) sonraları da işbu kitabı. 
   Fıtratım batsın! çok sıfatlı metinlerden hep kıllanmışımdır (misal: "azgın, hain, ırz düşmanı kelebekler, mütecaviz bir şekilde çiçeklere konuyorlardı"). Bay Szazs da çok bilenmiş olacak ki Sigmund Bey'e aşırı sıfatlı b.k atan bir metin kaleme almış. Nedir; okudukça ve yazılanları başka kaynaklardan teyit ettikçe görüyoruzdur ki, yerinde davranmıştır. 
   Şaka bir yana, psikiatrinin pabucunu dama atan bir kitaptır. İçinde sadece akıl hastalıklarına değil bir çok önemli olguya ait altı üstü çizilecek yerler vardır. Misal alttaki alıntı beni benden almıştır, çok doğrudur. Önce psikiatrinin tarihi ve çıkış noktasındaki aksaklıkların altı önemli atıflarla çiziliyor. Sonra bugünki durumuna gelmesini ve halihazır durumu, en nihayet gelecekte neler olabileceğini görüyoruz. 
   Son zamanda okuduğum en bilgilendirici ve şaşırtıcı kitaptı. Geniş zamanlarda önce "Deliliğin İmalatı"'nı sonra bunu bir kez daha okuyacağım. Herrn Alzheimer ve Mr.Parkinson gibi biyolojik olarak gerçekleşen beyin hastalıkları hariç, yok efendim "hiperaktivite", "sosyal anksiyete", "bipolar bozukluk", "majör/minor depresyon" gibi şeyler bu kocaman yalanın ürünleri. Bir şekilde devlet ve sermaye gruplarıyla dayanışma içindeki bu "bilimsi disiplin", insanı doğuştan hakkı olan en basit karar verme ve özgürlük gibi haklarından edebiliyor. 
   Birazcık uzayacak ama örnek vermesem olmaz: hukukta "aksi ispat edilene kadar suçsuzsunuzdur" ancak psikiatride size "hasta" teşhisi konulursa ya bir yere kapatılır yahut beyninizi köreltecek ilaçlar almaya mahkum bırakılırsınız. Bunun aksini ispat etmeniz gerekir ve bu çok zordur. 
   Bir de: eşcinselliğin 1973 yılına kadar psikiatrik hastalık sayıldığını yeni öğrendim ve Alan Turing'in haline bir kez daha üzüldüm. 
   Hülasa, okuyunuz efendim...

  • Doğada yalana yer yoktur. Doğa ne yalan ne doğru söyler. Sırları yoktur: “sır” dediğimiz şey, doğanın işleyişi hakkındaki bilgisizliğimize verdiğimiz addır.
  • Sorumluluk, Tanrıya, havaya, evsahibine, ebeveynlere, çocuklara, siyasete, koşullara vb. yüklenip alınan bir şeydir. Astrolojinin hüküm sürdüğü çağlarda bu yıldızlara da yüklenebiliyordu.
  • Karar verebilmek yetisi insanoğlunun hem laneti, hem lütfudur. 
  • Can sıkıntısı, çaresizlik, bezginlik, bıkkınlık ve mutsuzluk (ve daha hatırlayamadığım birçok negatif duygu) insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır. Başka bir deyişle her zaman süpersonik olamayız, bu doğal değildir!