26 Ağustos 2019 Pazartesi

"Once Upon a Time in Hollywood" Yine Ükroni ama Zincirin Zayıf Halkası.

   İki saat kırkbir dakika.
   2s41d. kadar büyülüfenerde oturup filmin bitmesini izledim. Fakir ki bugüne dek Tarantillo'nun filmografisini (kimini pek çok kez (aynı sevdiği romanları okuması gibi)) izlemiş, beğendiklerini arşivine katmıştır. Halen de mutad aralıklarla Kill Bill'leri izlerim. Daha yeni Django Unchained'i izledik sevdiceğimle. Bu kez zzcuğumuz da bize katılıp, hep birlikte güzel bir iki saat geçiririz dedik.
   Olmadı.
   Nebliyim pek bilinmeyenlerden Death Proof'un bile bu pelikulanın yanında gideri vardı. Üstelik kast şükelaydı (dikapriyo, bretpit, margorobi, alpaçino, brusdörn, eskilerden kurtrasıl, zoyibel, maykılmedsın vs.). Konu 60'larda geçiyordu (pek severim, kavisli büyük arabalar, darpaçalar, darkravatlar, slim ceket yakaları, fırfırlar, hipiler falan). 
   Senaryonun eksen ve bağlama noktası da ilgi çekiciydi (şerınteyt ve çarlzmensın (adıbatasıca)). Oyuncular yevmiyeyi haketmiş (gerek bretpit (yalnız o aksan biraz sırıtıyur) gerekse kapriyo ve diğerleri (yalnız margorobi 60'ları gözönüne aldığınızda 2020'lerdeki gibi dansediyor)). Sanat yönetimine diyecek bir şey yok. Adamlar paraya hiç acımamış. Kısacık bir sahneyi bile uzun uzun çekmişler (şimdi dönem filmlerinde fazla diyalog/aksiyon olmayan sahnenin uzaması ve kadrajın genişlemesi ciddi masraftır (düşünün her kadraja giren otomobilin o yılın otomobili olması, her ilanın dönemi yansıtması, her kostümün buna göre ayarlanması, velhasıl masraf büyür)). Küçücük el ilanlarından, karton bardaklara, otomobil lastiklerinden (ki çoğu beyaz yanaklıdır), kostümlere hepsi dönemi yansıtıyor (açınca vızıldayan neonlara kadar). Tamam buraya kadar güzel ama film akmıyor. Güzel oyunculuklar, şahane müzikler (bak buna diyecek yok!), nefis bir görsellik bir film için iyi güzel ama bunlar dikkatimin düşmesini engellemedi. Belki Kuentin Bey, yaşı kemale erip de sinematik evrende biz ölümlülerin irfanını aşan göndermeler yapıyor. Bilemediğimiz şımşıkırdak sanatlar sergiliyor da biz düz sinefil göremiyoruz. Bilemiyorum. 
   Sonda yine ükronik (haydi biraz lugât karıştıralım) bir tvistle eski filmlerini de anımsatmasına karşın bence kordelamızı izlemek keçiboynuzu yemek gibi birşeydi (bir dirhem bal için bir çeki odun çiğnemek). 
   Sinema altyapınız benimkinden iyidir, bu zanaatın inceliklerine vakıfsınızdır, metaforları şıpınişi anlayabilirsiniz. O zaman hiç durmayın gidin. Lakin sadece filmi izlerken keyif alıp, sonra da (filmine göre) bazen kendi kendinize sorular sorup perspektifinizi değiştirebilen sinefilseniz koşarak uzaklaşın.
HAMİŞ : Yalnız ne sigara içildi filmde be. İleride televizyonlarda gösterilecek olsa, kimse birşey göremez.

18 Ağustos 2019 Pazar

"Parasite" Sağlam Film, Çok !

 
   Şaka maka Bay Bonyunho'nun neredeyse tüm filmlerini izlemişim (artık arşivde "Yönetmenlere Göre Filmler" klasörüne girebilir. (Snowpiercer, Madeo, Okja, Memoirs of Murder, The Host)). Parazit'i ne zamandır bekliyordum. Altın Palmiye falan aldı, fragmanı da göz dolduruyor. Güzel ve yalnız ülkeme kimbilir ne zaman gelir, ama malum ortamlara düşmüş. Arakolpa bekleyemez. Bu akşam izledim.
   Yazma kotamı bugünlük doldurduğum halde hemmen klavyenin başına koşturtacak kadar iyiydi. Karküreyici filminde gözönünde, diğer filmlerinde gözaltında ama hep biryerlerde yönetmenimizin sosyal sınıflarla bir alıp veremediği var (bu alıp verememe durumu yanlış mı ? zinhar! (bende de var)). Ancak Asalak'ta bu alıp verememe durumu pik yapmışa benziyor. 
   Dört kişilik bir aile düşünün: Baba, müflisin önde gideni (Tayvan pastaneciliği, çiçekçilik, şoförlük, valelik batırmadığı iş yok). Anne: eski gülleci. Çocuklar zeki ama okumaya durumları yok (kapitalizmin gözü kör olsun (ama neydi o Kuzey Kore spikerleri ile dalga geçmek bilemedim!)). Evlerine uğurlu bir taş gelir, olaylar gelişir.
   Sinemasal olarak diyecek hiç bir şey yok. Bay Alfred'in zamanında yönetmenlere buyurduğu tüm trükleri bihakkın uygulamış Güney Koreli meslektaşı. Sadece seyircinin bildiği ve bundan dolayı tırnak yedirten gizli gerilim sahneleri. En trajik anlarda yerleştirilen komedi unsurları (dedektife benzemeyen dedektif ve doktora benzemeyen doktor kastı için kast direktörüne alkış gönderiyorum). Asla sarkmayan bir kurgu, enfes bir görüntü yönetmenliği (dışkı fışkıran klozette sigara tüttürmeli sahnede mavi/yeşil filtre-floresan ışığı, bahçedeki piknikte adeta floresan renkler (ağır çekimler)), ekonomik müzik kullanımı (yok denecek kadar az (nedir: yönetmen duyguları manipüle etmede yardımcı unsurlara gereksinim duymuyordur)), sıkı bir senaryo (sınıf farklılığı çok işlenmiştir de böylesini daha önce görmedim (kokulardan falan (finaldeki kırılımı da kokuya bağlaması!))), aforizma gibi diyaloglar (ama bunu göstere göstere değil, çok doğal yapıyor), iyi oyunculuklar. 
   Velhasıl fakirde Altın Palmiye olsa ben de bu filme verirdim. Hoş, hiç ödül almasa bile fakirin alkışlarını kazandı (kendimce palmiyelerden, ayılardan, oskar amcalardan daha önemli (egoizm yükseliyor!)). 
   İkinci izlemede metafor tahlili falan da yaparım gibime geliyor (o taş, pasta, gizli bodrum, mors alfabesi, bodrumdaki ev vs.). Ancak ilk izlemede aklımda kalan: spor salonundaki şükela diyalog (-hangi plan en iyisidir biliyor musun? Plansız olmak. İşte o zaman hiçbirşey onu bozamaz. yoksa sen plan yaptığında hayat onu bozacaktır.) ve yağmurdan sonraki zenginin yorumu (-dün yağan yağmur tüm pisliği temizledi (o sana öyle!)). Burada ne yazsam boş. Benim için önemli bir değerlendirme kriteri: güvercinimin filmi sonuna kadar izleme standartıdır. Yazılar çıkıncaya kadar gözlerini ayırmadı.. 
   İzleyin izlettirin efem. Memlekete gelince sinemada da izleyeceğim. O kadar diyeyim...

15 Ağustos 2019 Perşembe

"Güçler" Batı Kıyıları Serisinin Sonuncusu...

   Marifetler ve Sesler'den sonra okunması daha bir hoş olan romandır (neden? çünkü sonlara doğru Orrec, Gry ve Memer var (eski dostlarla karşılaşmak gibi)). Diğerlerinden daha hacimli (352 S.) ancak daha kolay okunuyor.
   Bilinçli hayatına köle olarak başlayan Gavir'in hikayesi. Çocukcağızın öyküsü tam yeşilçam filmi kıvamında ilerliyor. Her merhale bir öncekinden daha meraklı okunuyor. Komün yaşantısından, aristokrat salonlara, vahşi hayvan inlerinden, üniversite konukevlerine, ölüm tehlikelerinden, tembellikten sıkılınan günlere hülasa her türlü...
   Bayan Guin'in başarısı: olayları tam da her okuyana yabancı bir paradigma (kölelik) üzerinden anlatmayı pek şükela bir şekilde başarabilmesi. İlk elli sayfadan sonra Gavir'in bakış açısını anlayabiliyor, kitabın ortalarından sonra da içselleştirebiliyorsunuz. Yazarımızın üslubu ve kurgusu belli. Fantastik edebiyatta sıkça rastlanan hamaset ve epik anlatımı tercih etmiyor (iyi ki de!). Okuduklarımız, kimi zaman cesurca davransalar da, zaafları zayıflıkları olan, her gün karşımıza çıkan (belki de sabah aynaya bakarken) insanlar, insancıklar.
   Yazın okunabilir, yolda okunabilir (ben öyle yaptım). Bitirince mutlak itaatin nasıl olabildiğini anlayabildiğimi farkettim (hiç iyi bir şey değil). Öneririm...

8 Ağustos 2019 Perşembe

"Sesler" Yüzler, Sokaklar!

   "Marifetler" zaten ,birşeylere başlayacak gibi bitmişti. Hemmen devamı olan "Sesler"e başladık ve 240 sayfalık bu kaçış metnini çabucak bitirdik.
   Aaa! Orec ve Gry büyümüşler de uzun zamandır diyar diyar dolaşmaktaymışlar. Tabiy ki kitabımızın kahramanı onlar değil, Memer adlı bir kız çocuğu. Memer'in şehri işgal altında, yüzyıllarca bilgelik ve ariflikle nitelendirilen şehri, çöllerden gelen, okuma yazmaya düşman bir halk tarafından 17 yıl önce işgal edilmiş. Kitaplar yokedilmiş, okumak yasaklanmış, istibdat sürüyor. Derken Orec ve Gry şehre gelirler, bir isyan çıkar, olaylar gelişir.
   Din iktidar ilişkisi, sosyal meseleler, Bayan Guin'in akıcı ve okuru kendine çeken üslubuyla güzelce işleniyor. Kitap da çabucak bitiyor.
   İlk paragrafta "kaçış metni" demiştim. "Sesler"in sonunda bu kaçışın uzadığını düşündüm. Fakir gibi aşırı realist (ha ha ! tezim bilimkurgu üzerine :)) zihinler, bu tip metinleri fazla kaçırınca (ifrat) ara verme gereği hissediyor. O yüzden "Güçler"i okumayı makul bir süre erteledim. Ancak fantazya meraklıları ertelemeyeceklerdir.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

"Never Look Away" Yine Florian, Yine Aynı Dönem!

   "Başkalarının Hayatları" ile fakiri hayran bırakan Bay Florian'ın son filmidir. Yine aynı dönemlerde geçmektedir (ilkinin aksine bunda 2.Dünya Savaşı'nın sonları da vardır).
   Roma ile birlikte oskara yarışmışlar, heykeli Roma kapmıştır (hala izleyemedim onu). 
   40 yıllık bir yaşam, bir savaş, iki (ve hatta üç) ciddi rejim değişikliği, bir aşk hikayesi; 188 dakikaya yedirilmiştir. İzleyici de bu üç saati aşkın seyirlikte hic canı sıkılmadan öyküyü izleyebilmektedir. 
   Nazilerin öjenik uygulamaları, sanatta "sosyalist realizm" akımı, babaların istibdadı ve hiç aksamayan bir aşk hikayesi eşliğinde sağlam film izlemek isteyenlere öneririm.


4 Ağustos 2019 Pazar

"Marifetler" Guin'den Fantazya...

   Bayan Guin'i, bilimkurguyu sosyal eleştiri için kullanan bir edip olarak biliyordum. Öyle değilmiş. Kimi zaman fantazyayı kullanıp, sosyal eleştiriden ziyade hikaye anlatıcısına da dönüşebiliyormuş.
   Marifetler, hiç şüphesiz fantastik bir roman. Batı Sahili Yıllıkları diye bir serinin ilki. Fantazyayı, (kimbilir belki de gerçekten bir "kaçış edebiyatı" addettiğimden) pek sevemedim (King'in fantazyaları hariç (o da bir tek "Kule"dir (o da fantazya üstüdür (hah! kırdım parantez rekorunu)))). 192 sayfalık kitabımıza bilimkurgu diyerek başladık. Kitapta anlatılan şeyler, Guin'in daha sonraları işin içine bilimkurguyu dahil ettiği kurgulara benziyordu. Ancak ilerleyen sayfalarda bilimkurgu gelmedi, öykü de fakiri içine çektiğinden kitabı bırakmak için çok geçti. Öyle ki: serinin diğer kitapları "Sesler" ve "Güçler"i de okuma listeme aldım. İlerleyen günlerde burada küçücük tanıtımları olacak.
   İki ergenin hikayesi. Her ne kadar bilinmeyen bir zaman/mekanda geçse de, kişilerin ilginç yetileri olsa da, sonuçta iki ergenin bulundukları, kabullendikleri düzenden kaçışlarının öyküsü. İlk 50 sayfadan sonra betimlenen dünya sizi o kadar içine çekiyor ki (işte bu noktada Guin'in iyi bir öykü anlatıcısı olduğunu kabullenmek gerekiyor) isteseniz de bırakamıyorsunuz. 
   Fantazi sevenler yakın dursun!

"Büyük Yapıtlar Küçük Yapıtlar" Sanata Dair...

 
   223 sayfalık bir kitapta 57 metin. Tümü de sanata dair. Çokça zaman edebiyat, bazen resim, kimi zaman heykel. Ama istisnasız hepsi sanata dair.
   Yazarın; arşivlerden, gazete haberlerinden, kitapların gizli kalmış sayfalarından, kimi zaman da hafızasının derinliklerinden bulup buluşturup, bir araya getirdiği ilginç, bilgilendirici yazılar.
   Tatilde, yolda okunur. Paralel okumalarda zihni rahatlatır. İstediğiniz yerden açıp başlayabilirsiniz.
   Edebiyatla hemhal olanlara öneririm.

1 Ağustos 2019 Perşembe

"Alçaklık Öyküleri" Uyku Kaçırır!

 
   Ahmet Yıldız'dan on öykü, fazla hacimli değil (122 sayfa). Okuduğum bir önceki kitabı gibi kimi öykülerde spekülatif tarih var. Bu öykülerde aklınızın köşesinden geçmeyen zaman ve yerlerde (bazen Konstantinopolis (Fatih, fethetmeden öyle idi) kuşatmasında, bazen Kırım Savaşı'nda, İzmir işgalinde, Haşhaşilerin köküne kibrit suyu ekilmesinde ve daha nereler/neler/kimler) kalem oynatılıyor. Kimi öykülerde ise çevremizde görebileceğimiz karakter ve zamanlar var. Dil son derece akıcı, olayların yaşandığı zamanlar ilgi çekici. Tüm öykülerin bir ortak noktası var: Alçaklık! 
   Burada paragrafı ayırıp kapak görselinin konuyla mükemmel bir uyum içinde olduğunu söylemesem şişerim (Fransisco de Goya'nın bir eserinden alınan ve öykülerle mükemmelen örtüşen detay). Bünyedeki başka bir şişme durumu ise öyküleri okuduktan sonra gerçekleşiyor. Öyküye başlıyor, güzel güzel okuyorken bir karakter öyle işler yapıyor ki, ister istemez kızıyor, sinirleniyorsunuz. Bunu farkettikten sonra (aşağı yukarı üçüncü öyküden itibaren) kitabımız yatağımın yanındaki şifonyerden, okuma masama tayin oldu. Zaten fazla kalmadı (iki günün akşam okumalarında bitti). Evet! pek yakın durmak istemeyeceğimiz bir kavram. Ancak tanımak gerek. Bunun için de "Alçaklık Öyküleri"ni öneririm.

"Dönüşüm Hastanesi" Bu Kez Bilimkurgu Değil!

   229 Sayfa. Bir başladım ki (isimlerden olacak) rus klasikleri okuyormuş hissiyatı bünyeyi sardı. Kişiler, yerler, ilişkiler o kadar Dostoyevski romanları gibi ki! 
   Ancak olay Polonya'da ve klasik dönemde değil 2.Dünya Savaşı yıllarında geçiyor. Kahramanımız Stefan, memleketinde bir cenazeye icabet eder. İşsizdir. Ani bir gelişmeyle, evine bile dönemeden kendini bir akıl hastanesinde psikiyatrist olarak bulur. Olaylar gelişir.
   Lem'in içinde bilimkurgu olmayan fakat (sanıyorum) ciddi otobiyografik ögeler bulunduran, okuması ilginç ancak biraz zorlu bir roman. Kendi adıma dönemin kasavetli, klostrofobik atmosferi içimi baydı. Ancak Stefan'ın; savaştan ve muktedirlerden kaçma adına hastanede kalan şair Sekulowski ile olan diyalogları, beynimi tokatlar gibi oldu. 
   Bay Lem'in dönemi ve hayatı hakkında öğrenmek istedikleriniz varsa öneririm, yoksa bilimkurgu meraklılarına gelmez! (Tarkovski izleyebilenler, bunu da sonuna kadar okuyabileceklerdir)