29 Nisan 2015 Çarşamba

"Karıncanın Su İçtiği" Bir Ada Hikayesi'nin İkinci Bölümü.

   "Deniz o kadar durgun, o kadar durgundu ki karıncalar su içerdi" diye bir Karadeniz balıkçı terimi ile başlayan kitaptır.
   Ada kalabalıklaşır. 508 sayfalık romanımızı tek cümlede böyle özetleyebiliriz. Poyraz Musa, Baytar, Nişancı Veli, Lena ve Vasili'nin ardından yeni muhacirler adayı şenlendirir. Bunların arasında dengbejler, Girit muhacirleri, Karadenizliler ve bittabi Poyraz'ın sevdalanacağı Zehra da vardır. 
   Usta, bu kez romanın omurgasını oturtma kaygısına falan kapılmadan içinden geldiğince yazmış bana göre. Eserde tasvir edilen sofraları çıkarırsanız bir 100 sayfa daha eksilebilir mesela. Kabak çiçeği dolmaları, zeytin ağacı kütüklerinin közlerinde cızır cızır yağlarını akıtan, deniz suyuyla temizlenmiş balıklar, taze nane kokulu tarhana çorbaları da olmadan romanımız eksik kalırdı ama. 
   Bu son roman, öyle bir geniş ve dar ruh haliyle yazılmış ki, Ustanın söyleyeceklerini satır aralarında okumalı insan. Yoksa "bu roman nereye doğru gidiyor ?" diye düşünürsek hafakanlar basabilir. Bunun yerine dengbej Uso'nun anlattığı Faki'nin öyküsüne kafa yoracaksınız, Ağaefendi'nin Girit özlemini anlamaya çalışacaksınız, sıklıkla yapılan savaş betimlemelerinden ürkeceksiniz, Musa'nın Zehra'yı gördüğünde hissettiklerini içinizde hissedeceksiniz. Hülasa : kasmadan okuyacaksınız, geniş zamanlarda okuyacaksınız, öyle yolculukta falan değil, mümkünse herkesi yatırdıktan sonra okuma ışığında okuyacaksınız. 
   Açık ve net olarak ifade ediyurum ki : tadından yenmez.

"Last Knights" Bir nevi 47 Ronin.

  Macera, aksiyon filmi olarak nitelendirilmesine karşın fantazya intihal filmi olarak değerlendirilebilecek filmdir. 115 dakika boyunca yönetmen Bay Kiriya'nın 47 ronin'i nasıl holivut normlarında, holivut artisleriyle yorumladığını görüyoruz. Kaldı ki siyahi baron ancak fantazyada olabilir. 
   Şaşırtıcı iki sürpriz ise Akselheni ve Peymanmoadi'dir. Biri İskandinavya diğeri İran iki farklı coğrafya ve iki sağlam filmle hatırladığım ve sevdiğim bu oyuncuları izlemek de keyifliydi (ah keşkem ! peymanmoadi özcan deniz kalibresinde oynamayaydı !). 
   Filmimiz holivut kalıplarında. İşlenen hikaye daha önce defalarca beyazperdeye uyarlandı. Normalde sıkılıp, sonunu zor getirmem gerekirdi. Ama filmimizde normal olmayan bir şeyler var. Hayır Morgınfriimın yahut Klavyovın'ın rol kesmeleri, kavga dövüş sahneleri, Akselheni falan değil fakire filmi izlettiren. 
   İktidarın bütün imkanlarını kullanıp, rüşveti tarifeye bağlayan bir muktedirin yaptırdığı kaçak saraya, herşeyini yitirmek pahasına sadece şeref ve haysiyet uğruna hücum eden bir avuç adamın hikayesini izlemek; fakiri pek duygulandırdı. Kimi zaman günümüzle ilgili benzetmeler yaptım. Kimileyin filmdeki karakterlere isimler verdim ("- şu adamceyiz : Cemil Çiçek'tir, bu adamceyiz Gürsel Tekin'dir." gibileyin. Tabiy ki şovalyelere bir isim yakıştıramadım.). 
   Velhasıl, zaman geçirmek için de izlenir. Onur, sadakat, ahde vefa gibi yeni Türkiye'de pek nadiren görülen kavramları izlemek için de.

25 Nisan 2015 Cumartesi

"Bera er Yü üttük B z Bu Yollar a" Hâl-i Pür Melâlimiz.

 331 sayfa. Dört günlük bir Foça gezisinin başında başladım. Her gün deli danalar gibi koşuşturmama rağmen arada göz atmaktan kendini alamadım. Nitekim üç günde bitti (hayır yoğunlaşsam bir buçuk günde de biterdi). O kadar.
   Yazarımız Bay Özdil'in önceki kitaplarını biliyoruz. Üslup aynı. 
   Burada konumuz ile ilgili olmayan bir ahkam keseceğim : toplumsal olarak algı şoku yaşıyoruz. Nihat Genç'in bu modern zamanlara, yeni Türkiye'ye (nasıl hazzetmiyorum şu tamlamadan bilemezsiniz) ilişkin yaptığı tespite katılmamak elde değil : "Şu gündemin bir haftası, herhangi bir iskandinav ülkesinde yaşansın : iç savaş çıkar, hükümet devrilir, ülke haritadan silinir.". Evet !.
   Fakir; altı yıldır televizyon izlemiyor, acansları izlemeye dahi tahammül edemiyor, yalnızca yazılı basın, mizah dergileri (inanın gazetelerde olanlardan çok daha gerçeği ve fazlası var onlarda (her gün iki gazete okuyacağınıza (bir onlardan bir bizden) Penguen olur Leman olur Uykusuz olur birini okusanız daha çok bilgilenirsiniz (Allam cümle nereye gidiyor ?)) ve bazı internet mecrasından gündeme ucundan müdahil oluyor. 
   Bu şekilde omuzlarımın üstünde taşıdığım bir buçuk iki kilo kadar beyaz maddenin sağlığını korumaya çabalıyorum. Yine de olmuyor. Ardarda yaşadığımız gündem bombalarını aşarak, günü/zamanı analiz etmek, irfanımı aşıyor. B tipi bir film gibi ülkede yaşıyoruz. 
   Duşakabinoğulları şokunu henüz atlatabilememişken polis gününde Harem operası sahnesi ile karşılaşılıyor, beyin yine reset atıyor (ben bilmem beyin bilir !). Bunlar zahiren görünenler, bir de işin bâtınî yönü var (ki onu hiç sormayın). Satır aralarını okuyabilirseniz, ayrıntıdaki şeytanı ayrımsayabilirseniz bu soap operanın arkasında asıl çevrilen filmi görebilirsiniz. Ama dedim ya : algı şokundayız. Kimi mutsuz olma pahasına bilgilenmeye çalışırken (ki pek azlardır), büyük çoğunluk evlilik, yemek, sörvayvır, bu tarz benim şekli yapıp "cehalet mutluluktur" mottosunu "delilik mutluluktur"a çevirmekte (ki bazen düşünüyorum "doğrusunu onlar mı yapıyor ?" diye). 
   Neticede; herkes kendi kararını verir. Ama herkes ikinci yolu seçince, mutsuz azınlık kendini İonesco'nun "Gergedan"ında başrol oynuyormuş gibi hissetmese daha iyi olacak. Yoksa o ünlü masaldaki gibi "delilik suyu"ndan içip bünyeyi Nur Yerlitaş'a odaklamak mı gerekiyor. Bilmiyorum, bilemiyorum. Benim maaş baremimi aşan mevzular bunlar. 
   Ahkam yeter, kitaba dönelim. 
   17 Aralık 2013 günü kulaklarımıza inanamayarak dinlediğimiz bant kayıtlarından başlayan 46 sayfalık bir girizgah var. Ondan sonra ay ay 2014 Aralık'ına kadar birbiriyle ilgili haberlerin ardarda dizilmiş şeklini pek az yorumla okuyoruz. 
   Nedir : tüylerimiz tiken tiken oluyor, korkuyoruz, irkiliyoruz, kahroluyoruz. Her Özdil kitabında olduğu üzere aynı duyguları yaşıyoruz. Bay Özdil'i sevmiyorum. Seçkinci ve saldırgan geliyor bana. Ancak bu yazdıklarına katılmama engel değil tabiy ki. (Misal : vudielın kırk yıllık karısını boşayıp üvey kızıyla evlendi. Bay elını zerre sevmesem de filmlerini severek izliyorum.)
   Seçimlerin yaklaştığı bu günlerde, kararsız çoğunluğun okuması halinde bir çok kişinin kararını etkileyebilecek bir kitaptır, çabucak okunur, acımasızca bilgilendirir. Yakın durun !

9 Nisan 2015 Perşembe

"Mr.Pip" Bay Dickens'a Selam Sarkıtıyoruz.

 
   Yeni Gine'nin Bougainville adası, karantinaya düşüp okullar kapanınca; adadaki yegane beyaz Bay Watts, öğretmenliğe soyunur.
   Nereden baksanız çok katmanlı bir film. Öyle fazla vurdusu, kırdısı, vay efendim cafcaflı lafları, iddialı bir oyuncu kadrosu, cigiaylı efektleri yok. Şıngır mıngır, hatta kimi zaman tıngır mıngır bir kurgusu var. Ama film bitip de yazılar çıktığında, şöyle bir düşünüyorsunuz : ne kadar çok şey anlatılmış !
   Bir kere kitapkurdu sinefillere hitap eden okuma fiili bir güzel masaya yatırılmış.
   Digemkârlık (empati mi deniyor modern zamanlarda) (ki esas kızımızın muhayyilesinde canlandırdığı "Büyük Umutlar"ın Yeni Gine usülü zuhuru, o camgöbeği silindir şapkalar, çingene pembesi fraklar falan süpersoniktir).
   Kapitalizmin, paranın, emperyalizmin cennet gibi coğrafyalarda barışçıl insanları nasıl kan içici mahluklar haline getirdiği. 
   Dogmalar ve edebiyatın uzlaşamamaları ve en çok dinleyenlerin ibadethaneden çok okuma sıralarını doldurması (ki kanımca en çok burası cezbetti fakiri). 
   Fanatik dinciliğin insanı kimi zaman içinden çıkılamaz kuyulara attığı,
   "Büyük Umutlar"ın okunacak (ve hatta ikinciye okunacak) bir roman olduğu,
   İktidar ve çocukları arasında kalan basit insanların tercih imkansızlığı.
   Sevgi uğruna yapılan fedakarlıkları,
   Savaşın korkunçluğunu,
   Hayalgücünün hayat kurtarabileceğini,
   Yeni başlangıçların kimi zaman pahalıya malolacağını,
   Daha yazarım da üşeniyorum.
   Hülâsa; kitap okuyorsanız hararetle, edebiyattan uzak sinemaya yakınsanız samimiyetle izlemenizi öneririm. Bu grubun dışında kalıp vakit geçirmek için sinemaya gidenler ise bir hafta bekleyip "Polis Akademisi Alaturka"ya gitsinler.

7 Nisan 2015 Salı

"Kill Me Three Times" Saymınpeg Hatrına.

    Avustralya sahilleri. İnsanın içini açan bir coğrafya. 
   Acıklı bir şekilde Layer Cake'den intihale yeltenen, üç katmanlı olarak planlanmış bir suç filmi. Tek artısı Saymınpeg. Kast vasatın altı, senaryo aceleye gelmiş de bitirilivermiş gibi, oyunculuklar inandırıcı değil, kurguda ciddi aksayan yerler var, ama olsun tek artısı Saymınpeg kişisi filmi alıp götürüyor. 
   Ben ömrümde bu kadar naif tetikçi izlemedim. Kara takımları giydirmiş, rednek bıyığı bıraktırmışlar, senaryoda kişisel özellikler kayırılmamış (bildiğin para için adam öldüren katil), Çarlivolf gibi odunsu bir isim vermişler, lakin tüm bu olumsuz özellikler karşın kendisini sevimlilikten yanaklarını sıkma dürtüsüne engel olamamaktayızdır (cümle iyice coştu !)
    Hülasa; Haftaarası sinemaya gitmeden (malum ortamlara düşmüştür) patlakmısır ve bira eşliğinde izlenebilir.  

5 Nisan 2015 Pazar

"The Cobbler"

   Elinizde süpersonik bir beğendi var, patlıcanları meşe közünde ızgaralanmış, trabzon tereyağına durum buğdayı unu katılmış usülünce kavrulurken özüne yavaş yavaş mandıra sütü bırakılmış boza kıvamına gelince de içine kıyılmış közlenmiş patlıcanlar salınmış, rengi parlak, kıvamı yerinde.
   Elinizde ayrıca lezzetli bir et sote var. Ceviz büyüklüğündeki etler mühürlenerek suları içinde kalmış, domatesi, biberi, dış kabukları üstünde tane sarımsakları, her bir şeyi yerinde. 
   Siz bu iki mümtaz bileşimi blendırda çırpıp öyle servis yapıyorsunuz.
   İşte Koblır böyle bir film.
   Çok sıradışı bir fikirle ateşlenen senaryo var, filmin başlarında (kariyerinin aksine) gayet başarılı bir ezik tiplemesi veren Edımsendlır var, Dastinhofmın, Stivbuskemi, Elınbarkin var. Ama ilk yarım saatten sonra ciddi klişeye bağlayan senaryo, elindeki güzel malzemeyi kullanamıyor ne yazık ki. Samimi söylüyorum, 35 nci dakikadan itibaren sonunu tahmin edip (üstelik elifi elifine) sonlara doğru koltuğumdan kalkayazdım. 
   Hülasa; mecbur değilseniz izlemenize gerek yok.

1 Nisan 2015 Çarşamba

"Geronimo" Gatlif'in Son Filmi.

   Güney Fransa'da Çingeneler ve Türkler arasında geçen bir Romeo-Juliet hikayesidir. 
   Açılış sahnesi öyle bir kamera tekniğiyle çekilmiş ki, genç aşıkların halet-i ruhiyesini iliklerimize kadar hissediyoruz. Derken film başlıyor. Bay Gatlif'in filmlerine hastayız. Kendine özgü tarzı var, o tarzdan hazzediyoruz. Filmimizde de aynı üsluptan kupleler (ay ne şirin tamlama oldu !) bolca vardır. Uçlarda yaşayan karakterler, gelinlikle koşuşturan gelinler, biraz kan, biraz duman, çekilen bıçaklar, düellolar, dogmalar ve olmazsa olmaz şükela müzikler. 
   Adeta; Guguk Kuşu'nda balığa giden tımarhane sakinlerinin otobüsüne binmiş ve uçuruma seğirttiğimiz bu günlerde, elbetteki bu filmimiz fazla kopya ile vizyona girememiş, daha ilk haftadan itibaren "Başka Sinemalar"da gösterilebilmiştir. Ancak haftaiçi, yağmurlu bir akşamüstü gittiğimiz salonun adeta dolu olması mutluluk vericidir.
   Lakin demek zorundayız, çünkü bu işin bir lâkini var. Bana göre Bay Gatlif'in izlediğim en zayıf filmidir. Evet, daha önceki filmlerinde de boşluklar olmuş, kurguda sorunlar zuhur etmiş, "hay karamba !" dediğimiz anlar olmuştur. Amma filmin içinde bir şey (adlandıramıyorum mevcut kelime haznemle) beni çekmiş, sonuna kadar getirmiş, arşive atmış, ikinciye ve hatta üçüncüye (misal Laço Drom) izlemiş olmuşumdur (körpe kâriye not : Ercüment Menemen tarzı cümle bu oluyor). 
   Geronimo'da öyle olmadı. Belki üç saatlik film, yarı yarıya kısaltılınca karakterler böyle boş kaldı (Şarlotrempling'in gençliğine feci halde benzeyen Geronimo, kaktüslü viranede neler yaşadı ? Tarık neden kadük bir karakter ? gibi sorular). Karakterlerin iyi oturtulamamasına karşın, 10 dakikalık bir gelinlikli koşma sahnesine ne gerek vardı ? (oradaki flora Bay Gatlif'e cazip geldi zaar). Kurgu niye böyle aksak (eş zamanlı sahnelerin arasında ciddi zaman farkları var). Senaryo neden akıllara zarar bir akış izliyor ? Her zaman vecd ile izlediğimiz ve dinlediğimiz flamenko sahnelerinde niye mix girer ? Tomasito niye piyasa bir şarkıyla harcanır ? Tim Seyfi tam da tansiyonu yüksek bir düellonun ortasında neden bir İbrahim Tatlıses şarkısı çığırır ?
   Biz faniler bu soruların cevaplarını bilemeyiz. Bay Gatlif çekmiş, bize de izlemek düştü. Bazı yerlerde aşkın ne öforik bir hâl olduğunu anımsadık, kimi zaman Toni'nin eski filmlerinden sahneleri anımsadık, arada dikkatimiz düştüğünden esnememize engel olamadık ama olsun. Aklımızda kalan : yine gereksiz dediğimiz o floranın içinde koşan gelin, motosikletli açılış sahnesi, İbrahim Tatlıses'li düello oldu. 
   Meraklısı izleyecektir. Diyeceğim : ilk defa Gatlif filmi izleyecek olanlaradır : Bay Gatlif'in daha başka filmleriyle başlasınlardır, bir ihtimal sonra bunu sevebileceklerdir.

"Hadula" Komşunun Dostoyevski'si.

   Hazır Yaşar Usta'nın "Bir Ada Hikayesi"nin ikincisine (Karıncanın Su İçtiği) başlamadan evvel, komşuda Ege adalarını yazmış olan yazarların ismini inceleyeyim dedim. Hadula da son günlerde fazlaca öne çıkmıştı. Aldık, başladık, bitirdik (venividivici'nin arakolpacası). 
   Papadiamantis'in (kendi ülkesinde söylersek "münzevi keşiş" ("münzevi keşiş" nedir allasen "atlı süvari" gibi !) diye bilirler, başka ülkelerde "Yunanistan'ın Dostoyevski'si") en önemli kitabı "Hadula", yazarın çocukluğundan birçok hatırayı, yeri, kimbilir belki de kişileri içeriyor. 
    Çevresindeki herkese bildiği doğal bitkilerden karışımlar hazırlayarak şifa dağıtan Hadula, içinde bulunduğu durumu düşünür ve (o tarihlerde Ege adalarında kız çocuğu olmak zor !) yaşamın kız çocuklarına getirdiği amansız zorluklara karşı, etkisi sonsuza dek sürecek çok efektif bir ilaç bulur, olaylar gelişir.
   Papadiamantis'in çocukluğu kitaptaki adada geçmiş. Kendisi zaten pek imanlı bir ortodoks. Ancak yaşadığı çağın hem sosyal hem de kişisel resmini çok objektif şekilde çekebiliyor. Ancak nedir : fakir asla Dostoyevski okurken aldığı hazzı almamıştır. Hele Yaşar Usta'nın yazdıklarının yanına bile yaklaşamaz. 
   Hadula'nın anlatımı; yer yer macera romanı, yer yer de protestan ahlak kitabı altyapısındadır. Hadula'nın taa ihtiyarlık dönemlerine kadar istikrarlı süren hayatının neden sonlara doğru ayselgürel/semihaberksoylaştığının (böyle bir sıfatı şu anda uydurmuş bulunuyorum) herhangi bir izahı yok. Pattadanak biten sonun da öyle. Metamorfozdan badehû, tevafukların sebilliği de dikkate şayandır (bu cümlenin mealini bilen kâri de, kâridir ama !). Ne için oraya konduğunu bilemediğimiz yardımcı karakterler de.
   Velhasıl 168 sayfacık bu novellayı "okumuş olmam gerekir" diyen kâriler alıp okuyacaklardır belki ama böyle bir niyette değilseniz okumasanız da olur. Ege adalarında geçen bir romana hallendiyseniz benim gibi yapıp Yaşar Usta'nın son dörtlemesine dönün yüzünüzü, daha mutlu olursunuz.