7 Ocak 2025 Salı

"Mutfak ve Kültür & İnsanın Beslenme Tarihi" Yemek Kitabı değil Antropolojik Gastroloji.

  Mutfak işlerine sarınca, bu işin tarihi nedir diye merak ediyor insan. Bizdeki gastronomi bölümlerinde var mıdır bilemem ama yurtdışındaki pişirme tarihi derslerinde ders kitabı olarak kullanılan sayın Civitello'nun kitabını okudum. 
   450 sayfalık (hem de küçük yazılarla ve yüzeyi normalden daha büyük) kitap, öyle başından başlayayım ve sonuna kadar okuyayım tarzı bir kitap değil bence. Bildiğiniz gastronomik antropoloji tarzı yazılmış bir metin. 50 sayfada bir durup soluklanmak gerekti. Yazarımız insanlığın kayıtsız (yazının icadından önceki) halinden başlayarak günümüze kadar insanevladının yeme içme alışkanlıklarını, elinden gelen her coğrafyayı katarak açıklıyor. Bu, kolay iş değil. Uzak Asyada, Güney ve Kuzey Amerikada, hülasa her coğrafyada farklı kaynaklar, ekonomiler, eğilimler ve bununla paralel olarak mutfaklar var. 
   Kendi adıma bugüne kadar bildiğim kimi şeylerin nedenini nasılını öğrenmek oldukça aydınlatıcıydı. İtiraf edeyim okuduklarımın çoğunu da bilmiyordum. (Misal: koşer (Musevi helâli) meyvenin en az üç yıl meyve vermiş bir ağaçtan yenilmesi zorunluluğu). Arada kimi reçeteler de var ama bir ikisi haricinde denemeye değer bulmadım. 
   Kitap hakkındaki tek (ve bence önemli) eleştirim: bölümlerin neredeyse yarısının yayılmacı egemen kültürün (Amerika ve Avrupa) mutfağına ayırılmış olmasıdır. Misal: kokakolaya koca bölüm ayrılmasına karşın Türk mutfağı sadece bir paragrafta geçiştirilmiş (S.97 o da ancak ortası). 400 yıl boyunca uygar dünyanın büyük kısmını kontrol eden, her kültürden etkilerin olduğu (balkanı da var, ortadoğusu da, yunanı da, ermenisi de daha yazmaya eriniyorum) zengin bir mutfağı da böyle geçiştirmek. Ne bileyim, bilemedim.  
   Eğer mutfakta zaman geçirmeyi seviyorsanız, edinmenizde faydalar vardır. Arada bir karıştırır, ilginizi çeken bölümleri okuyabilirsiniz.

2 Ocak 2025 Perşembe

Okuma Tüyoları yahut Bilge Biriyle Benzerlikler&Farklılıklar.

   Bu günceyi bir nevi günlüğüm olarak tutuyorum (elbette sadece okuduklarım ve izleyip hoşlandığım şeyleri içeriyor). Hâl böyleyken dün dinlediğim ve beni etkileyen bir podcastı da ekleyebilirim rahatlıkla. Fakir; "nasıl olunur" adlı seriyi takip ediyor. Kimi zaman ilginç şeyler duyuyorum. En son Adnan Bali'yi dinledim kimi önyargılarla. Böyle üst düzey yöneticiler ve iş insanları (hele de emekli olmuşlarsa) biraz sıkıcı olabiliyor. Bu kez sonuna dek ilgiyle dinlendi. Demek ki neymiş: önyargı kötü bir şeymiş.  

   Nedir, konumuz okuma ve izlemedir. Öyleyse; kendimce sözlerini ilgiyle dinlediğim ve kimi şeyleri öğrendiğim (kimilerini öğrenmeye ve uygulamaya ciddi niyet duyuyorum) birinin bu konuyla söyledikleriyle, fakirin paralellikleri ve ayrımlarını da yazmamak olmazdı. 

   "Zamanımız kıymetli ve biz bu dünyaya boşuna gelmedik" diyor Bali. "Elbette kendimizi büyüteceğiz, bir fark yaratmaya çalışacağız. Bu edinimlerimize de bağlı. Bir şeyi ancak beni büyütüyorsa izler ve okurum. Bunların hepsini kayıt ederim, konularını&içeriğini değil hissettiklerimi öğrendiklerimi. Sonuç faydalıysa benzerlerini bulup okur izlerim" de diyor. 

   Bendeniz sinema filmleri için aynı mottoyu izlesem de kitaplar konusunda aynı fikirde değilim. Hep bana olumlu şeyler katacak, hazmedeceğim, içselleştirecek sayfaları okumaktan daraldığım oluyor (iki hücreli beynimin yetmemesi!). Çalışmaktan ısınan gri kitleyi boşa çıkarıp boş da durmamak için ne yapıyorum? Gelsin polisiyeler, duygusal romanlar, korku ve fantazya edebiyatı. Onda da iyiden çöp olanları değil türünün kendimce güzel örneklerini okuyorum ama. Sinemada da durum öyle. Misal: genellikle çok satan kitaplar ve çok izlenen filmlerden hazzetmiyorum. Her zaman değil ama çoğunlukla öyle. 

   Sohbet ilerledikçe duydum ki Adnan Bey'in favori kitaplarında bu tip bir genel geçerlik sezmesem de kimi izledikleri, benim zaman kaybı olarak gördüğüm şeyler. Belki o da beynini çalıştırmadan meşgul etmek için bu yola başvuruyordur. Bilemedim. 

    Kısacası; dinlerseniz faydalanacak bir şeyler bulabilirsiniz, bana öyle oldu.

"İzmir Postası'nın Adamları" İzmirliler Kaçırmamalı.

   Daha önce Deli İbram Divanı'nı okuyup beğenmiştim. Dedim ilk kitabını da bir okuyayım. 159 sayfa, onbeş öykü. Bazı öyküler kitaba ara verip düşündürttü (bu değerlendirmeler tamamen özneldir). Diğerleri hakkında bir şey diyemeyeceğim ama oldukça sert geldi bana. 
   Ahkam kesebileceğim tek şey: Büke, öykünün geçtiği kentleri başarılı bir şekilde aktarıyor okura. Bu konuda oldukça muğlak öyküler olmasına karşın (Misal Pando'da (sahi uzun zamandır kapalıydı orası. Açılacak diyolladı) ballı kaymaklı sütlü kahvaltı yapmayan semtin Beşiktaş olduğunu ayamaz). Ancak, İzmir öyle bir anlatılmış ki gözünüzde canlanıyor. Yazarımız bunu şehri anlatarak değil yerlerin hissettirdikleri üzerinden yapmış daha çok. Bu da "demek ki benimle aynı şeyleri hissediyormuş" zannına neden oluyor (ki bence şükela bişiydir). 
   Uzun yol yapıyorsanız güzel gider.

"Huzur" Tanpınar'dan Okunacaklar Listesi No.2

   Yirmi yıl kadar önce okuyup biraz zor bitirmiştim. Bu kez de Endülüs diyarlarında başlayıp taa bugüne kadar uzadı (bir aydan fazla). Uzunluğu değil (419 Sayfa) son bölümün ruh hali olabilir en büyük nedeni. 
   Dört bölüm, her birinin adları romandaki başlıca karakterler ancak eksende Mümtaz ve Nuran'ın aşkları vardır (gariptir gerçek hayatta adları taşıyan benden fazla yaş almış birbirlerini seven bir çift arkadaşım var). Tanpınar bir kelime ustası. Sizi nasıl hissettirmek isterse oraya götürüyor. Bu minvalde şöyle bir ipucu verebilirim. Birinci bölüm sıkıcı, ikinci bölüm neşeli, üçüncüsü hüzünlü ve dördüncüsü de çok sıkıcıdır. Haliyle sonlara gelindiğinde ister istemez sayfalardaki hüzün ve sıkıntı (meğer ki okuduklarınızdan çok etkilenmiyor ve içselleştirmiyorsanız) okuru biraz daraltabilir. 
   Buna karşın okunmaz mı? Okunur. Birincisi; üstad mekan ve duygu durumlarını olabilecek en iyi şekilde yansıtıyor. O yüzden ikinci bölümde boğazı okuyoruz bol bol ve bırakın gözünüzde canlanmasını burnunuzda bir iyot ve erguvan kokusu bile alabiliyorsunuz (meğer ki hiç boğazı taam ettiyseniz (fakir uzun yıllar kıyısında yaşadığı için belki de bu çağrışımlar)). Diğer bölümlerde ise genellikle sur içi var. Ama 1940'lı yılların kötü şehirciliğini o kadar iyi betimlemiş ki Tanpınar, okuyanın içi daralıyor. 
   İkincisi; kelimelerin insan ruhunu nasıl şekillendirebileceğini nesnel olarak tecrübe etmek, ilginç bir tecrübe oluyor. Son bölümdeyken ara ara ikinci bölüme atladığımda somut olarak gördüm bunu. 
   Yazmasam olmaz. Üstad; bir bölümde uzun sayfalar boyunca Ferahfeza Mevlevi ayininin icrasını öyle bir yazmış ki, birinci sayfadan sonra buldum ve Kâni Karaca'nın (bildiğim en iyi tasavvuf müziği icracısı) icrasıyla dinleyekoyuldum. Heyhat! Satırlardaki duyguya ulaşamadım. Mevcut birikimim (fena da sayılmaz, bir ayinin icrası ezberimdedir misal) demek ki yeterli olmadı. 
   Velhasıl öneririm.