26 Temmuz 2023 Çarşamba

"Tüneldeki Çocuk" İnsanları Sevmek.

 98 Sayfa 17 Öykü. Her Sait Faik satırında olduğu gibi ilk sayfalardan sizi içine çeken bir sahicilik, bir samimiyet var. 

   Kitabın sonunda Salah Birsel Ustanın "Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu"'sundan alıntılanan ve Sait Faik'i anlatan iki sayfacık bir derkenar vardır. Bir usta diğer bir ustayı şımşıkırdak tarif etmiş ve bu tarife aynı zamanda öykünün nasıl yazılacağına dair şükela ipuçları yakıştırmıştır. Bu satırlardan seçtiğim bir iki kelamı altta alıntılıyorum. 

   Hayatımın son yıllarında insanlar hakkında "insanların yüzde doksanı çöp" diye bir zehaba kapılmışlığım vardı. Herkes değişiyor, zannediyorum ben de. Önceki ben, ustanın ilk öyküsünün sonuna doğru sahne alır ve "-Şu insanlara karanlık çok bile!" der. Tüneldeki Çocuk adlı öyküde yazarımız Tünel'de (belli ki) ilk kez yolculuk eden, çıplak ayaklı bir çingene palesinin gizli sevincini anlatır. O denli iyi gözlemlenmiş bir çocuktur ki bu, kitabın adını veren öyküye konu olmuştur. Yazarımız bu öykünün sonuna doğru "Diyeceğim yalnız şu : "Şu insanlara hiçbir şey çok değil." der. Arakolpa da değişiminin sonunda bu görüşe katılır. 

   Son bir aydır insanlardan kaçmaya değil, yaklaşmaya, iletişim kurmaya çalışıyorum. En nobran görüneninin bile anlatacak bir öyküsü var. İçine girerseniz dinlemeye değer öyküler bunlar. O halde üçüncü paragrafın başındaki cümleyi bir daha kurmayacağım. İnsanda umut var. Nefes aldığımız sürece bizde de.

"Sait Faik yolda, sinema önünde, otobüste, köprü üstünde, vapurda, Gülhane Parkı'nda, ne bileyim bir dükkanda ya da İstanbul'un en kıyıda köşede kalmış bir yerinde rastladığı insanları kollarından tutup öykülerine sokuşturur.

Tabii, bu öyküleri düzmek için yanaştığı her insana hemencecik el atmaz. Onları kavun alıyormuş gibi iyice tartar, koklar ve öykü olabilecek bir yan bulduktan sonra onlara kucak açar. Çünkü ona göre her insanın içinde öykü bulunmaz. Yazara düşen iş, içinde öykü taşıyan insanı kıstırmaktır. Bir kez kıstıkdıktan sonra da elini uzatıp onun içinden öyküyü çekip çıkarmaktan başka iş kalmaz. 

                                                                               Salah Birsel." (S.100)

"Belki her şey hakikattir. Belki her kavgada bir hak, bir haklı ve bir haksız vardır. Fakat aşkta ne hak, ne haklı, ne haksız, hatta ne de bir hakikat vardır. Onda yalnız bütün bunların yokluğundan var olan bir şey, güzellik vardır." (S.48 "İki Kişi Arasında")

25 Temmuz 2023 Salı

"Böyle Bir Sevmek" Attila İlhan'ın Şiirini Anlamak.

   162 sayfa, 108'i şiir.

   Kaptan'ın şiirinin üstüne laf edecek kadar şiir bilmiyorum. Bilmemek değil öğrenmemek ayıp Arakolpa! O halde ne yapıyoruz 108'nci sayfadan itibaren Kaptan'ın şiirleri hakkında yazdıklarını okuyoruz bir güzel. Bayan İlhan'ın sevgili oğlu şiiri çok ciddiye alıyor, bunu yazılarından anlıyoruz. Bunları okuyunca bir daha (başka bir ben olarak) okuduğum şiirler oldu ancak serçelerimi havalandıran, beni içine çeken şiirler bulamadım (bu da benim cahilliğim). 

   Şiirin son derece öznel bir değerlendirmesi olduğuna inanıyorum. Üzerinde kolayca fikir birliğine varılacak bir şey değil. Benim yana yakıla okuduğum kenarda köşede kalmış Ülkü Tamer, Ah Muhsin Ünlü şiirlerini kimselerden duymadım, Zarifoğlu'nun buna keza. Buna mukabil herkesin diline pelesenk olan şiirlerden de hiç hazzetmediğim oldu. Ezcümle, herkesin şiir beğenisi kendine. Yine de bu konu hakkında bilinçlenmek isteyen okur, kitabımızın eklerini, açıklamalarını okursa şiir hakkında bir iki kelam eder hale gelebilir.

21 Temmuz 2023 Cuma

Yalnızlık

   Hiç bir yaş yeni bir başlangıç için geç değilmiş. Öğreniyorum.
   Oldum olası severim yalnız olmayı, yapacak şey bulmakta hiç zorluk çekmem. Ancak terapistimin dediğine göre hiperaktivitem varmış ve vitesi biraz boşa almalıymışım. Çeşitli şeyler (düşman başına!) yüzünden hayatımın biraz geç bir döneminde yalnız yaşamaya başladım. Henüz çok acemiyim ama burada maddeler halinde yalnızlığın hayatınıza kattıkları ve aldıkları hakkında yazacağım.
  • Çöpü çıkartırken anahtarınızı yanınıza almayı unutmayın, cereyan yapınca kapı arkanızdan kapanırsa kötü oluyor.
  • Evinizin zilini artık çalmayacak, kapıyı hep anahtarla açacaksınız.
  • Sakin ve boş günlerinizde kendinizle konuşacaksınız. Çalışmayan ses kasları tembelleşiyor, geç vakitte aniden telefon çalınca sesiniz çatlak çatlak çıkıyor. 
  • Ödenecek faturalar için muhakkak otomatik ödeme talimatı vermeniz gerekiyor, kimse hatırlatmıyor bunları size. 
  • Tencereler tavalar küçülüyor, pazarda alacaklarınızı yarım kilo alıyorsunuz. 
  • Yatarken kimseye "iyi geceler", kalkınca kimseye "günaydın" demiyorsunuz. 
  • Eve geldiğinizde ev karanlık ve sessiz oluyor. 
  • Eve geciktim kaygısını yaşamıyorsunuz. 
  • Her şeyi kendiniz yapmak zorundasınız, elinizden yemek, temizlik, ütü, derleme toplama gelmiyorsa, yardımcılardan hiç medet ummayın, haftada bir geliyorlar (normal yevmiyeyi daha fazla gün için vermek bana mümkün değil), yaptıkları temizlik (benim gibi biraz titizceneyseniz) temizliğe benzemiyor, kullandıkları bezleri nasıl nerede kullandıkları hep meçhul, yemek için alışkın olduğunuz şekilde bir ayar tutturmaları zor (o ayarı tuttursalar aşçı olurlardı), gömlek kolunda çift çizgiler, pantalonlarda dörtlü çizgiler görmeniz olası (bunu yapabilseler son ütücü olurlardı). O halde, bırakınız haftada bir gelip sizin tembihlediğiniz şeyleri yapsınlar (cam silimi, perde yıkama, mutfak dolaplarının kapaklarını içlerini temizleme vs.) ama lojistiğin temeli size ait olacak. Nedir: tek kişi fazla dağıtıp kirletmiyor zaten. Bir plana göre ilerlerseniz hem vaktinizi almayacak hem de eviniz canki (ne işim olur junky ile) keş evlerine dönmez. 
  • Networkünüzü (ne işim olur networkle) çevrenizi, dostlarınızı ihmal etmeyin, dertlerinizle sıkmayın, güzelce geyik dallandırın ama ağız ishali olmuşçasına da gevezelik etmeyin.
  • Egzersizi ihmal etmeyin, sonrasındaki endorfin, serotonin nice antidepresanlara bedeldir.
  • Oksitosin için sarılabileceğiniz herkese sarılın.
  • Sağlığınıza, besin takviyelerine, beslenmenize dikkat edin. Herhangi bir hastalıkta nazınızı çekecek kimse olmayacak.
  • Telefonunuzu nereye bıraktığınızı unutmayın.
  • Müziği ihmal etmeyin, evde ses iyidir.
  • Geçmişe takılmayın, geleceği planlamayın.
  • Apartman görevlisiyle, yöneticisiyle aranızı iyi tutun. Aslında herkesle aranızı iyi tutun.
   Şimdilik bu kadar, yaşadıkça ekleyeceğim. Ne öneriyorum, ne de önermiyorum. Hayat sizin hayatınız. Nasıl isterseniz öyle!

24.03.2024 1.Güncelleme

  • Kapıyı anahtarla açmaya, giderken kimseye el sallamamaya alışıldı.
  • Yemek, ütü, temizlik yaparken ilgimi çeken podcastler dinleniyor, iyi oluyor.
  • Aklıma eseni anlık yapabilmek çok acaip. Aklıma geldiğinde misafir çağırabilmek, gece durup dururken bilet alıp hafta sonu Kıbrıs'a gidebilmek, aniden boşalan bir kadroyu doldurmak için Urla'da yat yarışlarına katılabilmek ve bunun gibi neler.
  • Çalışmak en güzel kurtarıcı, oyalanmak güzel.
  • Nazını çekecek kimsenin olmadığını bilmek hastalanmayı engelliyor herhalde. 
  • Viya böyle!

"Hayal Kahramanları" Boomer'lar Es Geçmesin!

   Klasik Sunay Akın kitapları gibi 200 (196 S.) sayfayı geçmiyor, 38 bölüm, her bölümde çocukluğumuzun (ama yalnızca 40 üstü olanların çocukluğunun) hayal kahramanları sayfalarda. Red Kit, Charlie Chaplin (Şarlo), Tenten, Asteriks, Zagor Tenay (yaaa soyadı Tenay'dır arkadaşın (yancısının adını tam olarak yazana kitaplığımı hafifletmeye karar verdiğim kitaplarımı göndereceğim)), Süperman, Batman, Küçük Prens, Temel Reis, Çelik Bilek ve daha niceleri. 
   Bir çizgi roman manyağı olarak, es geçilenler tabii ki dikkatimden kaçmadı (Mandrake, Zembla, Kinova, Kit, Savaş, Vampirella, Conan, Tommiks, Kaptan Swing ilk anda aklıma gelenler). Ne gam! Bu 38 deneme (deneme demeyelim çünkü bazıları çok kısa ama ne diyeyim bilemedim) başlık beni aldı çocukluk günlerime götürdü. Elbette ki yazarın amacı; okuyanları sadece çocukluğuna götürmek değil aynı zamanda bilgilendirmek de. Fakirin ağ güncesinin adındaki malumatfuruşluğun dibine vuruyor Sayın Akın. Nedir: bu bilgi bombardımanı insanın ufkunu genişleten bir etki de yapıyor. Misal: 1926-1944 yılları arasında Kayseri Uçak Fabrikası'nda yedi ayrı tipte 212 uçak yapıldığını öğrendiğimde, Marshall yardımının genç cumhuriyetin önünü nasıl kestiğini şıppadanak anladım. Bu da az şey değildir. Her koşulda (yolculukta, kuyrukta, avmlerde kadınlar alışveriş yaparken oluşan bekleme aralarında, şezlongda, okuma koltuğunda) okunur, asla canınız sıkılmaz, hem belki bazı bilgiler şeylere bakış açınızı değiştirir. Öneririm yani.

13 Temmuz 2023 Perşembe

"Lanetli Tavşan" Kore Usulü Tekinsiz Öyküler.

 232 sayfa, 10 öykü. Büyülü gerçeklikten, bilimkurguya, fantazyadan, korkuya her türlü adlandırabilirsiniz lakin öykülerin tümünde geçerli olan atmosfer: tekinsizliktir. Şu aralar kısmetim öyküden yana açık. Samimi olarak söyleyeyim kitabı almamdaki en önemli faktör kapağındaki Donnie Darko'nun tavşanına benzeyen figürdü, sonra İthaki, sonra yazarının bilimkurgu dersleri vermesi, sonra Koreli olması ve daha böyle gider. Ancak ilk öyküden sonra (ilk öykü güzeldi bak) gittikçe tavsadı, ortalarda "bitse de kapatsam" haline girmiştim bile. 
   Yazarın sonsözünde öyküleri: "yalnız insanların yaşadıkları acımasız tuhaf evreni, hayalkırıklıklarını, umutsuzluklarını, öfkelerini, arzularını" satırlara aktarmak ereğinde olduğu yazıyor. Ayrıca, her şeyin yolunda gitmesi halinde bile bu evrenin kasvetinin ve insanların yalnızlığının asla değişmeyeceğini ekliyor. Pek olumlu bir perspektif değil değil mi? Kısacası, Ringu'yu sevdiyseniz belki hoşunuza gider, değilse hiç önermem.

9 Temmuz 2023 Pazar

"Annie Hall" Woody'nin En İyi İşlerinden.

   Bu ikinci izleyişim, ilkinde çocuk sayılırdım, hiç hoşuma gitmemişti. Şimdi yaş aldık, pek çok şey yaşadık, şahit olduk. Bu sefer bayıldım.

   1977'de yönetmenin duvarları yıkıp izleyiciyle doğrudan iletişim kurduğu film pek yoktur (en azından ben görmedim). Bu işinde Woody bey şımşıkırdak oynadığı yetmiyormuş gibi izleyiciyle güzel de bir sohbete dalıyor adeta. Elvisingır nasıl fırlama, Dayenkiitın nasıl bomba, diyaloglar ne kadar akıl fikir işi, kurgu şükela, daha ne olsun. Allen'ın çok fazla otobiyografik öge taşıdığını zannettiğim bir işi. Daha sonra yaptı bunu ama bu kadar çok değil. 

   Sonunu da mükemmel bağlamış. Sonunda söylenenleri yazmadan duramayacağım. "Adamın biri psikiyatriste gider ve "Doktor, kardeşim delirdi. Kendini tavuk sanıyor." der. Doktor da der ki, "Neden onu getirmediniz? " Bunun üzerine adam "Getirirdim ama bana yumurta lazım." der. İlişkiler hakkında ben de böyle düşünüyorum. Tamamıyla mantıksız, çılgınca ve absürttür. Ama galiba sürdürmek zorundayız çünkü çoğumuzun yumurtaya ihtiyacı var." Ne kadar doğru değil mi? Başka bir şaka da güzeldi "İlişkiler köpekbalığına benzer, ilerlemezse ölürler". 

   Öneririm.

"Indiana Jones and the Dial of Destiny" 80'lik İndi.

   İlkini izlediğimde yeniyetmeydim, nasıl da büyülenmiştim. Sonrakileri de es geçmedim, sonuncusunu da dün gördüm. Eleştirenler yerden yere vurmuş, gişede çakılmış hiiç umurumda değil. Benim hoşuma gitti. Evet, H.Ford artık 80 yaşında (filmin çoğunda dijital gençlik kopyalarını ve dublörlerini izledik zaten) ama yönetmen bey, daha önceki filmlerin işlenişini o kadar güzel kopyalamış ki; sinefilin kendini kaptırmaması zor. 
   Herhangi bir gerçeklikle bağlantısı yok, size verilmek istenen örtük ya da açık hiç bir mesaj yok. Film bittiğinde değişmiş olmayacaksınız ama gündemden uzaklaşmak, zihni boşaltmak (şu aralar nasıl ihtiyacım var bilemezsiniz (öyle ki bu hafta görevimiz tehlikenin suyunun suyunu bile izleyeceğim)) için birebirdir. Hoşça vakit geçirecek bir 2s22d'nız varsa öneririm. 

"Kumpanya" Sait Faik'ten Üç Öykü.

   Kaçıncı okuyuşum bilmiyorum, yine aynı hazzı aldım. Üç öykü (Kumpanya, Kriz, Gauthar Cambazhanesi ve Sabri Esat Siyavuşgil'in "Sait Faik'i Anlamak" yazısı) 140 sayfa. Benim gibi tadına vara vara okumak için üç gün iktifa eder. Bakmayın yukarıdaki kapağa ben İş Bankası Yayınları edisyonunu okudum. Eski sözcüklerin yenileriyle değiştirilmeyip dipnot olarak verilmesi hoş. Ama sözcükler laf-u güzaf. Asıl bunların nasıl kullanıldıkları, zihinde değil ama kalpte neler uyandırdıkları önemli. 1945, 1938 ve 1935 tarihli üç öyküde de kilit noktası aşk. Yazarımızın öyle uzun boylu bir ilişkisinin olmadığını biliyoruz ama belli ki aşk, hayatında bilinmeyen bir çılgınlık değilmiş. Birinci öyküde biraz mizah, ikincisinde büyülü gerçeklik ve üçüncüsünde giriftlikle zuhur eden bu geçici çılgınlık, ruhta şetaret yaratmaktadır (kitabı yeni bitirdim ya, karaktersiz zihin hemen kelime yapısını kopyalıyor).
   Öykü seversiniz sevmezsiniz sizin bileceğiniz iş ama bu kitabı ıskalamayın. 

6 Temmuz 2023 Perşembe

"Beau is Afraid" Genetik Nevrozun Ettikleri.

   Hereditary ve Midsommar'dan beri Ari Aster'in filmlerini izlemeye almıştım. Şurası bir gerçek ki standart holivut filmlerinin dışında işler yapıyor bu arkadaş. Bu iki işi herhangi bir kategoriye almak mümkün değil ama bittikten sonra insana sorular sorduran filmler. Bu da az şey değildir. Bu beklentilerle oturduk korkan Beau'nun hikayesini izlemeye.
   Filmimiz gişede muhakkak çakılacak, pek tiz perdeden eleştiriler alacaktır. Yarısında pes edip çıkan izleyiciler olacaktır (çünkü uzun, gereksizce uzun 2s59d). Sinemayı okuma aşamasına gelmediyseniz izlemesi imkansız, eğer geldiyseniz bile sonuna kadar hazmetmek sabır işidir. Burada benim üç hücreli beynimle çözdüğüm düğümleri anlatmak hiç de akıl kârı değil (yok efendim Beau'nun aslında hiç olmayıp, Mona'nın doğumda yitirdiği çocuğunun yerine varsaydığı karakterin hayali dünyası olabileceği yahut ilk 15 dakikadan sonrasının Beau'nun hayalgücünün işleri olduğu gibi (metaforları (devasa fallik ögeler, futbol topu cesametinde testisler, çılgın gaziler, daha neler) yazmaya kalksam kesin sıkılırsınız)). 
   Ancak kısaca şunu söyleyebiliriz: insanın hayatında otoriter ve baskılayıcı bir karakter varsa ve çıkarılamıyorsa; bu kişinin etkileri, sonunda Beau gibi özgüvenin yitirildiği, benliğin bulunamadığı bir durum yaratabiliyor. Genetik depresyonevroz (sevdim bu tanımı) gayet de mümkün olabilen bir şey. Ve Bay Aster'in kopan kafalara zaafı var (her üç filminde de var). 
   Cekinfiiniks'in oyunculuğunu akademi pas geçecektir. Ben geçemiyorum: kendi en iyi oyuncu oskarım goooz tu Cekinfiiniks. O kadar iyi donuna girmiş Beau'nun (bu don bildiğiniz don değildir ona göre). 
   Düz sinefile köşeli gelir, hazmı zor, izleyeli iki gün oldu ancak yazmaya cesaret edebiliyorum. Ancak aşmış sinefillerle kademeli olarak izlenmesi mümkündür bence. Fakir iki günde bitirebildi. Siz bilirsiniz yani.

3 Temmuz 2023 Pazartesi

"In the Mood for Love" Aşkın En Naif Hali.


 Uzunca zamandır izleme listemde (Kitaplık'a bin selam), sakin bir akşamı bekliyordum, kısmet düneymiş. 
   1962 Hong Kong. Erkekler takım elbise, kadınlar şımşıkırdak, Çin'in en kapitalist şehrinde yaşayakalmaya çalışıyorlar. Mekanlar daracık, eski, renkler patlıyor (en çok da kırmızı (35 mm. ile çekilmiş)). Yan dairelerde oda kiralayan iki çift. Kadının kocası uzun iş seyahatlerinde, öbürünün karısı geç saatlere kadar çalışıyor. Evdeki iki tek insan ellerindeki verilerden bazı sonuçlara varıyorlar, bu sonuçlar bu iki insanı yakınlaştırıyor. 
   Wong Kar-Wai, ilginç bir anlatımla aşk denilen çılgınlığın en naif halini aktarıyor bize. Tensel yakınlık olmadan gelişen bir aşk bu. İki insanı bir araya getiren şey yaşadıkları ihanet de olsa birbirlerine karşı hissettiklerinin asıl gerekçesi, birlikte geçirdikleri zamanın onlara çok farklı akması. Erkeğin kadının zihnine duyduğu ateşleyici tutku, kadının kendisine ihtiyaç duyulanı vermeye teşne olması. Otel odalarında buluşup senaryo yazmalar (mecazi değil gerçek). Her diyalog ince ince hesaplanmış, her sekans düşünülerek çekilmiş. Müzikler harika (Shigeru Umebayashi'yi dinleme listelerime aldım (yürürken pek iyi oluyor)). Kostümler, oyunculuklar, kurgu (özellikle kurgu) çizgi üstü. Kimi izleyici tekrar eden sahnelerde "N'oluyoruz yahu" diyebilir, demesin. Kadını ve erkeği, olanı ve olması gerekeni ve hatta olabileceği düşündüğünüzde, tekrarların önemi var. Arşivime attım, ikinci izlemede daha derin hazlar verecektir. 
   Son olarak: yönetmenin aldatan eşlerin yüzünü göstermeden koca filmi kotarmasına alkış gerekir.

"Asteroid City" Zarfta Boğulmak.

 Wes Anderson'ın hastasıyım. Bu sefil güncede kendisinin tüm filmlerinin bir kısa tanıtımını bulabilirsiniz. Otör yönetmen dersek başımızın ağrımayacağı bu zat, ilk beş filminden sonra kendi tarzını oluşturmuş ve kanımca Grand Budapest Hotel'de zarf ve mazruf on numara beş yıldız olmuştur. Bu benzetmede zarf üslup, mazruf da senaryo ve sinefile aktarılan fikri simgelemektedir. 
   Nedir: French Dispatch'de zarf mazrufun önüne geçmiş, izleyiciyi sadece görsel ve teknik olarak büyüleme yolunu seçmiştir yönetmenimiz. Bu tabii ki biraz hayalkırıklığı yaratmış, zaten tribünlere oynamayan yönetmenimiz gişede istediğini alamamıştır. 
   Son filmi Asteroid City'nin kastını görünce etkilenmemek olanaksız. Bir otobüs dolusu selebritiyi (ne işim olur selebritiyle) meşhuru tek filmde görmek sinefile sıcak günde buzlu limonata gibi gelir. Üstüne üstlük fragmanlarda renk filtresini ve o aşırı simetriyi, şaryolu çekimleri görünce beklenti yükseliyor haliyle. 
   Konu da ilgi çekici: bir orta Amerika şehrine uzay fuarı yapıldığı sırada uzaylılar gelir, kent tecrite alınır, olaylar gelişir. Bay Anderson burada dördüncü duvarı yerle yeksan etmiş, adeta kamera önü arkası birbirine geçmiş, tarzını en kısa sahnede bile konuşturmuş, tüm sekansları iki boyutlu hale getirmiş, adeta bir tiyatro oyunu çekmiştir. Ancak her karesinde yönetmenin tarzı okunan filmimiz, içerik açısından oldukça zayıf kalmıştır. Özellikle ikinci yarıdan sonra üslup içeriği boğmuştur. Zaten hepi topu bir hafta kadar vizyonda kalmıştır. Tabii ki de kaçırmadım gittim, pişman oldum mu: Hayır ama bu pek titrek bir "Hayır"dır. Gönül isterdi ki bir "Moonrise Kingdom" tadı alalım. Olmadı. O halde açalım arşivi, eskilerden kam alalım.
   Sinemada izlemeyebilirsiniz yani.

"Kurtuluş Günü" Modern Öyküye Yabancıymışım.

   240 Sayfa, 9 öykü. Bir önceki kitabında belli bir akış yakalamış (üstelik fena da değildi), anlı şanlı ecnebi gazetelerin İngilizcede yazan en iyi öykücü diye nitelendirdiği Bay Saunders'ın öykülerine birazcık yüksek bir beklentiyle başlamıştım. Heyhat, bu kez olmadı. Hiçbir öykü beni içine çekmedi. Kimi zaman bilinç akışı tekniğiyle yazılan öyküler fakire fazla modern geldi. Tamam O'Henry seviyesini atlayalı hayli zaman oldu ama demek ki modern edebiyat bünyeye uyum sağlamadı. İlk altısını içine girmeye çalışarak (kimisini iki kez) okudum ama son üçünü hızlı okumayla bitirdim (emeğe saygı). Kimbilir beki de kütüphanemin raflarında geçirilen birkaç yıl sonra son üç öyküyü okur "Vaay ne biçim yazmış yahu" diyebilirim ama bugün o gün değil.
   Siz bilirsiniz yani!