25 Ağustos 2017 Cuma

"Nebraska" İşte Macera Dolu Amerika !

   Siyah Beyaz (kendi adıma hiç şikayetçi olmadım, bilakis pek bir hoşuma gitti).
   Başrolde 81 yaşındaki Brusdörn (sağlam oynamış (o sarsak yürüyüşler falan)), yardımcı rollerin hiçbirini tanımıyorum.
   Hiç bir aksiyon yok (dövüş sahnelerine bayıldım). Hele holivut klişeleri hiç yok.
   Müzikler güzel.
   Senaryo usul usul akıyor, heyecanlı dönüşler, meraklı beklemeler, trajik sonlar yok.
   Yönetmen Bay Peyn; daha önce de yaptığı (sürüden ayrı) işlerle (Descendants, About Schmit) kendini göstermiş bir insankişisi.   
   Son dönemde izlediğim, hayatı olduğu gibi yansıtan tek holivut filmidir.
   Uyduruk bir piyangodan; kolpa olduğunu altı yaş üzeri, 70 yaş altı her okumuş yazmış kişinin ayabileceği, bir milyon dolarının kendini beklediğini zanneden vuudigrent (- Alzheimer değil ama insanların her dediğine inanıyor. - Daha kötü !), yürüye yürüye paracıklarını almaya hallenir. Konu budur.
   Paranın insanlarda yarattığı değişim. Artık sona yaklaşmış bir kişinin haleti ruhiyesi (ölecek gibi dururken, kaybolan bileti aramak için birden hallenişi, gıcır kamyoneti sürerken oğlunun gizlenmesini istemesi). Akbaba akrabalar. Humorlu bir anne (en güldüğüm sahnenin lambası da şuracıkta). İnsanlararası iletişim. Ebeveynlerin sırları. Bunlar ve hayata dair diğer şeyler sıkıcı ortaamerika (her çekim (siyahbeyazlıktan mı dedim kendime. Yok değil) sanki bir fotoğraf karesi) dekoru önünde yavaş yavaş yediriliyor sinefile.
   Uzun da (1s55d). Bir yerlere yetişme gayreti içindeyseniz, eğlenmek için izliyorsanız muhtemelen sıkılacaksınız. Ama vakit, gaile kaygınız yoksa; iyi sinemayı seviyorsanız hoşunuza gidecektir.
   Filmin sonlarına doğru "hımmm, sıkılıyormuyum neyim ?" diye kendime sorduğum oldu. Ama film bitince ertesi günü bu yazıyı yazarken lambalarına bir göz gezdirdim, "iyi filmmiş" diye söylendim kendime. 

18 Ağustos 2017 Cuma

"Dünya Ağrısı" Ayfer Tunç'tan Güncel Zebercet.

   Şu yaşıma kadar okuduğum en karamsar/en okuması çaba gerektiren Ayfer Tunç romanıdır.
   Babasından kalan bir oteli en diplerde sürüklemeye çalışan (aslında tüm hayatını diplerde sürüklemeye çalışan) Mürşit, Madenci diye çağırdığı bir otel mukimiyle ahbaplık kurar.
   İlk 100 sayfada Yusuf Atılgan'ın "Anayurt Oteli" aklıma düştü. Hatta Mürşit'i gözümde Macit Koper olarak canlandırdım. Sonra kitabın biryerlerinde Mürşit'in aynı filmi izleyince içinin daraldığını ("İnsan yerdiğini yaşamadan ölmezmiş" derdi bir güzel ablam) ama yıllar sonra benzer çukurlara savrulduğunu okuyunca (amma uzun cümle olacak !) "hımm" dedim "bu başka türlü birşey".
   Hakikaten de başka türlü bir şey.
   Okudukça hafakanlar bastı. Altı üstü çizilecek aforizmalar, küçük kasaba yaşantısı hakkında şükela tespitler, yaran diyaloglar olmasına karşın içimde beliren defresif hissiyat, okuma dışında hiç bir eyleme izin vermedi. 
   Mürşit'i yakalayıp kıçını kızılcık sopasıyla hırpalama hissine engel olamadım. Evet, kardişim ! "insan bir uçurumdur", aşkı bulamamışsın, tatminsizliklerin var, tespitlerinde haklısın ama başka insanları kendi mutsuzluğuna çekmenin ne anlamı var. Yaşamaya korkuyorsun, istemiyorsun, ölmeye cesaretin yok. Hayır, iyi bir roman olmasına karşın tekrar okuyacağım bir A.T. romanı değil.
   Kendinizi iyi hissetmek için okuyorsanız uzak durun. Ama manik-depresyonun "manik" evresindeyseniz okunur. 

17 Ağustos 2017 Perşembe

"Shot Caller" ABD'de Kırmızı Işıkta Geçmenin Anüse Zararları.

 
   Beyaz yakalı Jakop, kırmızı ışıkta geçince arka koltukta oturan arkadaşı ölür. Jakop hapse girer olaylar gelişir.
   İki kanallı olarak gelişen filmimiz; temelde bir insanın dışsal koşulların etkisiyle nasıl değiştiğini göstermekle birlikte, ABD hukuk ve cezalandırma sistemine de eleştiriler getiriyorken, iç hesaplaşmalara giriyor, aile müessesesine odaklanıyor, suç dünyasına içten bir bakış yöneltiyor, izleyicinin destrodosunu tatmin için mebzul miktarda şiddet gösteriyor, düz sinefilin dikkatini düşürmemek için üst aksiyon senaryosunu seriyor, düğümlüyor, bağlıyor, temel senaryoyu ise arkaplanda işliyor (hımm iki saate ne çok şey sığdırmış yav).
   Senaristin gözünden bakıldığında kırmızı ışıkta geçenlerin ve azılı suçluların aynı tesiste ceza çekmeleri, mahkumların ya kurban ya avcı rollerinden birini seçmelerini gerektiriyor. Nereden bakarsanız akla aykırı. Başrolümüzün ise tipik bir beyaz yakalı amerikan rüyasından aşırı faşist (sanki ılımlısı varmış gibi) çete liderliğine evrimini görmek çok ilginç.
   Her neyse : iki saat boyunca canım sıkılmadı ve bittiğinde aklımda kalan sadece başlıktaki cümleydi. İzlenmese de olur.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

"Valerian and the City of a Thousand Planets" Besson Çırpınıyor...

   Luc Besson ve bilimkurgu. 
   Mihenk taşımız elbette ki "5.Element"  Hâl böyleyken filmimizi de 5.element'e göre değerlendiriyoruz. Hayalkırıklığına uğruyoruz feci halde.
   Nedir : 5.element; süpersonik kastı (burusvilis, milacovoviç, kıristakır ve elbette kötü adamda şımşıkırdak bir gerioldmın), bombastik kostümleri (janpolgoltie yamulmuyorsam), kuntastik kurgusu ve şukela görselliğiyle (scienceoperafiction) 1997'de bilimkurgu sevenleri ziyadesiyle memnun etmişti (kendi adıma en az üç sefer izlemişliğim var. arşivde hala durur). Besson sonra bir bilimkurgu daha denedi (lucy). Formüller tamamdı da, tutmamıştı. 
   Filmimizde de ilk teşebbüsün formülleri tekrarlanmış. Bu kez uzaydan gelen kötülük yerine insanın kötülüğü hedefte (daha gerçekçi). Yine zevahiri kurtaran bir ikili var. Görsellik çizgi ötesi. Uzaylı tasarımları falan gereğinden fazla iyi. Evet ! ilk sahnelerde başrollerdeki kızımızı bikinili görüyoruz (içselleştirme trüğü),CGI'larda aşılmış, yardımcı rollerde iyi aktörler harcanmış (iitınhovk'a pimp rolü nedir hocam ?), hülasa un/şeker/yağ var. Ama helva olmamış...
   Kast, büyük batış. İki ergen görünüşlü (Hele ki oğlan. Nedir o yılık bakışlar, prematüre fizik allasen (allasen !)) arkadaş, filmi baştan itici kılıyor. Mül (ki Kamus-i Osmani'de şarap demektir) gezegeni ve mukimleri (her ne kadar Avatar'dan pek bir "esinlenmiş" olsa da) olmuş yalnız. Hani öyle bir yerde tatil yapmak düşüncesi bile bozkırın ortasında 35 C'deki insanı kanatlandırır.
   Basit bir uzay istasyonundan 1000 seyyare şehrine evrilim düşüncesi güzel. Tasarım şahane. Kostümler bitik (hele komuta grubunun kostümleri emanetçiden alınmış gibi duruyor (nerdesin janpolgoltiye !)). Konumuz beylik. Mesajlar göstere göstere verilmiş (hiç bir yeni fikir yok). Bu durumda ne yapıyoruz. Yaslanıp arkamıza görselliğin tadına varıyoruz. Ama o yılık bakışlar (cacdred zırhları falan da pek işe yaramamış), holivut mimikleri falan göze batıyor arkadaş.
   Klayvoovın'dan kotkafalıasker olmamış (oysa J.K.Simmons negzel giderdi o role)., İitınhovk'tan da pezeveng (tam film hakkında bişiyler yazacağım, hep kast geliyor aklıma (Sudra mı desem, dalit mi desem hep en alt kast ama). 
   Anlaşıldı; film hakkında yazamayacağım. Yine kasttan bitirelim. Tek iyi iş : Bayan Rihanna'nın sahne performansıdır. Bu kızcağızı ahir ömrümde ilk kez izliyorum (böyle de bir klip cahiliyim), çok iyi sahnesi varmış (Taşlık'ta 20 masa garanti (bu cümleyi 50 yaş üzeri gerçek İstanbullular kripto edebilecektir)). Olmuş o bölüm.
   Velhasıl; bu sıcakta çevrede serin bir sinema salonu varsa, 5.Element'i izlemediyseniz, bilimkurguya ilginiz öyle aman aman değilse; gidip izleyebilirsiniz, canınız da sıkılmaz. Eğer öyleyse beklentinizi düşük tutun. 
   Arakolpa çekilir (yine film hakkında yazamadık !).

13 Ağustos 2017 Pazar

"Yorgun Savaşçı" Şu Yılgın Türkler !

 
     Cehennem Topçu Cemil... 
   Savaş bitmiş, ordu yenilmiş, Cehennem Cemil eve dönmüş, dinlendikçe yorgunluğu artmakta, oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi mahzun, teyze kızı Neriman'la giriştiği güreşlerle avunmaktadır. İttihatçıdır. İttihatçılar, "istenmeyen adam"dır. Yataklık edeceği bir yoldaşının evinin yakınlarında takip edilerek öldürülmesi ile olaylar gelişir.
   543 Sayfa. Tasvirler, konuşmalar (bazısı çok uzun, öykü kesafetinde), olay örgüsü o kadar duru ve meraklı yazılmış ki nasıl bittiğini anlayamıyor insan. Diyaloglarda kullanılan dil, hem dönemin hem de yerelin üslubunu çok güzel aktarıyor. 
   Halit Refiğ filme çektiydi, Bülent Ulusu yaktırdıydı (yamulmuyorsam tüm kopyaları ile yakılan tek sinema filmidir). Neden : M.Kemal Atatürk, yeteri kadar önemsenmiyormuş; Çerkez Ethem kahraman olarak gösteriliyormuş. 
   Yorgun Savaşçı; bir roman. Tarih Kitabı değil. Yazar; her ne kadar dönemi titizlikle araştırmış, kayıt kuyudu didiklemiş, insanları dinlemiş de olsa nihayetinde zihninde bir kurgu yapıp satırları ona göre kağıda dökmüş. Nedir : okuyacaklarınız yazarın zihnindeki kurgudur, tarihi gerçekler değildir (ama yakıldığı dönem de darbe sonrası, kimsenin bu soruları sormaya cesaret edemeyeceği bir dönemdir arakolpa !)
   Kitap bitince (aslında Kurtuluş Savaşının bu yönünü anlatan Yaban'da olduğu gibi bitirinceye kadar içime fenalıklar geldi) bir "ohh !" çektim. Bitene kadar elimden bırakamamama (oldu mu bu ?) karşın tarihe Kemal Tahir'in gözünden bakmak bünyeyi rahatsız etti. Ama bu rahatsızlık başka. Şöyle ki : otopsi bir gerçektir ve izleyince insanı rahatsız eder, ama yapılmalıdır ve bu şekilde yapılıyordur. Bay Tahir de diyor ki : Kurtuluş Savaşı size öğretilenler gibi değil, böyle yapıldı. Bu meyanda Turgut Özakman'ın (ki kendisi filmi yaktırmaya karar veren heyettedir) "Şu Çılgın Türkler"inin antagonistidir (ne işim olur antagonistle) kötücül karşıtıdır. Ancak bu kötücüllükte ciddi bir gerçeklik payı var gibi geliyor insana. Anadolu insanının (evet konukseverliği, içtenliği, dürüstlüğü gibi kavramlara diyecek yoktur) kaypaklığı, güce taparlığı, pusu kültürü düşünüldüğünde (maalesef bu kavramlar güçlenerek tüm vatan sathında geçerli kavramlar olmuştur) okuduklarınızın gerçeğe yakın olması akla yatkın geliyor. 
   Satır aralarında Çerkez Ethem'in, Yörük Ali Efe'nin, Mustafa Kemal'in aktif olarak yer alması (ki fakire göre ne Mustafa Kemal yerilmiş, ne de Çerkez Ethem yüceltilmiştir), ittihatçıların yaşadığı trajediler, tam Kurtuluş Savaşı öncesi ve ilk günlerine ilişkin çok gerçekçi sahneler (dört kişilik bir zabit heyeti, Akhisar'da, Manisa düşmeden önce şehirdeki silah ve mühimmatı kurtarmak için kendilerini paralarken, Akhisar halkının onları taşlamaları, 800 kişilik atlı birliğin Manisa yolunun yarısında dağılması, savuşması hep unutulmayacak bölümlerdir), doğruluğu tartışılmayacak tespitlerle dolu bu kitap okunmayı sonuna kadar hakediyor. Hem tarihe başka türlü yaklaşacak, hem günümüzü daha iyi yorumlayacaksınız. 
   Tek eleştirim; daha devamı var diye okurken (hele ki e-kitap okuyucusunda okuyorsanız), pattadanak bitmesi. Gönül isterdi ki devamı olsun. 
   Olsun, yakın durmakta fayda var...

6 Ağustos 2017 Pazar

"Oda Müziği" James Joyce Şiir Yazarsa.

 
   Fakir şiirden hiç anlamaz, pek hazzetmez. Kitaplığımdaki üç beş şiir kitabı şahittir (Ah Muhsin Ünlü, Cahit Zarifoğlu, 1-2 Nazım Hikmet, Ülkü Tamer vs. (hımm baya varmış aslında yav !)).
   Hal böyleyken niye (düz metinlerini şu kıt aklımla zor anladığım) Bay Coys'un şiirlerini alıp okudum bilmiyorum. 
   Hata etmişim. Hiç okuma zevki almadım. Hiç anlamadım. Ha ittire kaktıra da olsa bitirdim (hepi topu 65 sayfa zaten) ve içimden "ya üstat ne sivri dilliymiş !" diye geçirdim. 
   Şiirle hoş ve sıkı bir mesainiz yoksa yaklaşmayın !
   Zinhar...

"Şehir Mektupları" Yitip Giden Şehrin Ardından Hoş Bir Sada.

   Ahmet Rasim. Osman Nihat Akın'ın dedesi. İstanbul'lu (suriçi Fatih doğumlu (nokta atış hemşehrim)). Gazeteci, yazar, tarihçi, milletvekili. 
   Hiç bir kitabını okumadım (ayıp, ayıp !). Az daha Ahmet Rasim Ortaokuluna gidecekken semtten taşınmıştık. 
   Ben Lacivert Yayıncılık'ın yayımladığını okudum, içinde 64 mektup var. Daha başka yayınevlerinin neşrettiklerinde muhtelif (eksiği/fazlası) farklı varyasyonları varmış.
   Şehir Mektuplarında İstanbul anlatılıyor. Bildiğiniz İstanbul değil. 
   Bildiğiniz İstanbul, eski halinin çok silik bir gölgesi çünkü. Ya da genç kızlığını bildiğiniz bir tazenin 80 yaşındaki aşırı makyajlı "Diva" hali (hah bu daha iyi oldu).
   İşte o terûtazenin latif bir tasviri şöyledir :
   "Gece yolculuğu hakikaten hoştur. Hele kırda pek latiftir. Şişli'nin Kağıthane üzerine bakan tepelerinin o saatlerde aldığı manzaralar korku verici olduğu kadar da hisse, vicdana ayrı bir temaşa arzusu getirir. Burada karanlık ve uzak tepelerin üzerinde otlayan koyunların dikkatli kulaklara kadar gelip sönen melemeleri, kılavuz tekenin bildiğimiz çıngırak sedası, bir garibin kavalı, Kağıthane Köyü'ne inen geçikmiş bir köylünün türküsü gibi sesler vardır."
   Evet ! Bildiğiniz Kağıthane'den bahsediyoruz. 
   Eski (eski dediysem 40 yıl öncesinin (evet çocukluğumuzda Kağıthane pek köy sayılmazdı ama İncirli'ye/Mecidiyeköy'e pikniğe giderdik.) İstanbul'unu biliyorsanız, okurken hüzünlenecek; bilmiyorsanız şaşıracaksınız. 
   Dili pek sade, pek kavrayıcı. Asıl bahsedilenlerden ziyade küçük ayrıntılar, günlük hayatın betimlenmesinde kilit rol oynuyor (misal : vapur tarifelerindeki değişikliklerden ziyade velosipetin hayatımıza zuhuru).
   Okurken hiç sıkılmadım, çokça hüzünlendim. Ama (hepsi değilse bile) seçerek de olsa okunmalı, ara ara okunmalı.

5 Ağustos 2017 Cumartesi

"The Dark Tower" Nasıl Hüzünleniyorum Bilemezsiniz !

   Silahşor, 1982'de yayımlanmış. Kule, 2004'de. 1985'de okumaya başladım. Güzeldi. Eld soyu, "Sai"ler falan. Taa 2004'e kadar artan bir iştiyakla her kitabı bir güzel (adeta) ezberledim. Hayalgücüne o kadar ciddi bir katkıda bulunuyordu ki. Her kitabın zihnimde canlandırılmış bir filmi zaten vardı. Bay King arada ciddi bir araba kazası geçirdiğinde, ilk aklıma gelen "acaba Kule yarım mı kalacak ?" sorusu olmuştu (bu da edebi sığırlık). 
   Roland, Ceyk, Edi, Suzanna ve elbette Oy. Hepsi de kanlı canlı olarak zihnimin bir köşesinde duruyor. İkinci kitaptan (3'ün çekilişi) itibaren Roland için tek kişiyi belirledim : Klintiiisvuud. Bakışları, yürüyüşü, tavrı, sigara içişi, konuşması, ses tonu, velhasıl herşeyiyle kitaptaki Roland karakterinin gerçek hayattaki yansımasıydı.
   Bu kadar yıl geçerken içimde hep bir ümit "şunun filmi çekilse de başrolü Klint amca oynasa." 
   Heyhat, yıllar geçti Klint amca çok iyi işler yaptı ama Roland'ı canlandırmadı (Yuh olsun Holivut'a). Son kitaptan sonra da filmi yapılmayınca, aklımdaki tek çözüm : bunun iyi bir canlandırma dizisi olur düşüncesiydi (olmadı bu cümle farkındayım). Çünkü biliyorum Bay King'in film uyarlamaları (("The Shining" Kübrik'in kült filmini tenzih eder, diğer filmlerden ayrı tutarım. O ayrıdır.(Eren.O'ya buradan yüz teşekkür)) Dolores Claibourne, Shawshank Redemption, Misery haricinde) tam bir felaketti. Kitapları okuyanlar filmlerin yanına bile yaklaşmazdı. 
   Hep korkuyordum "umarım "Kule"yi filme çekmezler !" diye. 
   Çektiler.
   95 dakika. Yazıları, girişi falan çıkarırsanız 87 dakika. 
   Haklarını yemeyelim 87 dakikada 7 kitabı nasıl anlatabilirseniz o kadar anlatılabilmiş. Vuudi Elın'ın bir anekdotu var. Bu hızlı okuma tekniğiyle Karamazov Kardeşleri okuyor. Bitince özetliyor : "Olay Rusya'da geçiyor." Bu da öyle. Bir silahşor var, bir de kötü adam. İyi adam kötü adamı yeniyor. Evet filmin özeti bu.
   İyi ile kötünün karşılıklı kozlarını paylaştığı fantastik bir western izlemek isterseniz, gidin hoşça vakit geçirebilirsiniz (silahşorun dikiş makinesi gibi işleyen elleri, sezerek atış yapmaları falan). Ama fakir gibi "Kule" serisinin meftunlarındansanız, kitapları okuduysanız  koşarak uzaklaşın (asla ırkçı değilim ama İdris Elba'dan silahşor yapmak nedir hocam ?).  O yüzden bu yazıyı filmin afişleri lambaları değil ama zihnimdeki filme benzeyen canlandırmaları koyuyorum. Holivut'a buradan sesleniyorum (sanki çok umurlarında) ayıptır ! yapmayın.
   Son sözüm de Bay King'e. Geldin 70 yaşına, para pul derdin yok. İzin verme böyle yalapşap işlere (gerçi o "Stand"in dizi versiyonunu da pek beğenmişti. Adamda sinematik beğeni yok !)...

1 Ağustos 2017 Salı

"Sahilde Kafka" Murakami'nin Kafuka'sı.

   Kafka Tamura (elbette kendi koyduğu isim) evden kaçar. Tam onbeşinci yaşındadır. Olaylar gelişir.
   Son okuduğum Murakami romanında olduğu gibi olaylar iki yönlü gelişiyor, sonunda kesişiyor. Yine sürreal ögeler, metaforlar (boğuldum metafordan), ayrıntılı yemek listeleri, egzersiz programları, rota tarifleri, konuşan kediler, edebiyat, popüler kültür, bolca müzik, ciddi bir ürün yerleştirme (otomobil markaları, kostüm markaları, ve daha nice markalar), sıkı aforizmalar var. Yine uzun (656 sayfa). Yine "aynen öyle"'li bir çeviri (yok çeviri başarılı ama "aynen öyle"ler kulağıma batıyor).
   Uzunluğu korkutmasın, bir başlayınca (iş harici okumalarla) bir haftada rahat biter. Murakami okumalarını seviyorum. 
   Malum : rutin sıkıcı. Hayatlarımız karbon suretler gibi, çevremizde olup bitenler ise pek iç açıcı değil. Bu minvalde, zihin bir kaçış noktası arıyor. Kimi dizi izliyor, kimi feysbuuk karıştırıyor, kimi telefonunu ovalıyor (galiba çoğunluk böyle yapıyor). Fakirse kitap okuyor, arada film izliyor. Kitapların kimi rutinden çıkarıyor, bazısı da durduk yere ayranı kabartıyor.
   Murakami'nin kitapları insanı içine çeken garip bir cazibeye sahip. Ayracı bulup, kaldığınız yerden başlayınca o dünyanın içine düşüyor ve zahiri unutuyorsunuz. Bölüm sonlarında bir nefes alıp okuduklarınızı  zihninize (neresiyse orası) yerleştirip, sonraki bölüme atlıyorsunuz (ben öyle yapıyorum en azından). Satırlarda bir acayip düzen, garip bir intizam var. Tam anlatamıyorum ama var ! İşte bu dünyaya girmek : fakirin zihnini ciddi rahatlatıyor. Üstelik kitaplar sığ okura da (metaforu anaforla karıştıran cins) derinine de (Kafka falan okuyup, kafa yormuş olanı) hitap ediyor. Tatilde de okunur (biraz garip olur ama), okuma ışığında müskirat eşliğinde de...
   Bilmem Murakami bana böyle geliyor.