31 Aralık 2012 Pazartesi

"Cloud Atlas" Altısı Biryerde...


   Tom Tikver ve Vaçovski Biraderler dendi mi bir durup düşüneceksin arkadaş. 
   Tikver kadere, Vaçovskilerse düzene takmış şahsiyetler. Tutup iddialı bir kitaba, iddialı bir kadroyla, iddialı bir film çekmişler. Fakire izlemek düşer.
   Altı kanaldan gelişen bir hikayemiz var. İlk yarım saatte uyum sağlayabilirseniz seversiniz, değilse ısınmanız biraz zor !... Öykülerin her biri bir film olacak kesafette içerik içerir, oyuncular genellikle aynı oyunculardır (kimine uyanmanız çok kolay, kimilerine ise biraz zordur. Bunun için yazılar çıkınca hemen bıkmayıp son jenerikleri izlemenizde fayda vardır). Her bir hikaye ayrı bir film olarak çevrilecek olsaydı hiç biri de iddialı filmler olmazdı. Zira hepsinin de beylik bir konusu vardır.  Lakin filmimiz bu altı öyküyü eş zamanlı olarak işlemekte, kimi hikayeye on onbeş dakikalık bölümler ayırmakta, kimileri ise arada 30 saniyelik bölümlerle bile geçiştirilebilmektedir. Nedir; hikayelerin tümü de bazı noktalarda benzerlik göstermekte ve aralarındaki bağlantılar izleyene aktarılmaya çalışılmaktadır (bu noktada gözümüze sokulmak istenen bazı ayrıntılar (kuyrukluyıldız izleri, Som-Ni 451 (fahrenhayt 451'e gönderme) vs.) yönetmenlerin, izleyicinin algı seviyesi konusunda ciddi endişeleri olduğunu göstermektedir). Verilen mesajların kimi zaman aşikar, kimi zaman muğlak olması, temponun, öyküler arasında bir yükselip bir alçalması, CGI sahnelerinin bazen göze çok batması bile bu üç saatlik pelikulayı izlememi önleyememiştir.  Bitince yorulan zihnimin durulmasını sağlamak için dinlediğim Tatyos Efendi besteleri ve bir tek aslan sütü bile istenen etkiyi vermemiştir. Kanımca aradan bir süre geçtikten sonra ikinciye izlemek elzemdir.
   Zihni yorması öyküler arasındaki korelasyondan kaynaklandığı gibi, mesaj bombardımanından da kaynaklanmaktadır (üstelik Mahsun'un yaptığı gibi çok net mesajlar da değildir bunlar). Verilen önermelerin hiçbiri de yeni, çığır açıcı, denenmedik değildir. Bitince iki ansiklopedi karıştırmayla bunlar açığa çıkabilir. Yine de eleştirmemek gerektir. İlk defa bu tarz bir film izliyorum, sıkıldım mı ? Hayır. İyi vakit geçirdim mi ? Evet. Eeee daha ne olsun. Varsın bir "Prenses ve Savaşçı"'dan aldığım zevki almayayım.
   Velhasıl fakir, filmi ne çok sevmiştir, ne de nefret etmiştir. Güzelce seyretmiştir. Yanınızda "Bu kimdi ?", "Şimdi ne olayor ?", "Bunlar demin de şeyetmemişlermiydi ?" tarzı sorular soran bir goblin olmadığında keyfine daha çok varılabilir.  Haydi iyi seyirler...






SON NOTLAR : Holivut, yaşlandırma makyajında mesafe katetmektedir.
Tom Henks iyi bir oyuncudur.
Hügo Viiving de nasıl bahtsız karakterse başına bir fıçı geliyor, bir çekiç geliyor !..
Sertab Erener "Ey Şuh-i Sertab" Albüm Kapağı

29 Aralık 2012 Cumartesi

"The Man with the Iron Fists" Yüksek Bütçeli "B" Film...

Sen tut vahşi batının ne kadar klişesi varsa feodal Çin'in bir köyüne yerleştir.
Açılış jeneriğinde kuentintarantinonun çektiği "B" tipi filmlere öykünen bir giriş yap.
Araya Budizm felsefesi karıştır.
Englii tarzında aksiyon sahneleri çekmeye çalış.
İki iyi oyuncuyu komedi tiplemelerine benzer rollerde göster. (Akıl Oyunları ve Kill Bill'i unutun)
Biraz önce çiftkaat bitirmiş gibi yarı açık gözlerle başrol oynamaya kalk. (senaryoda arıza var esas oğlan ve yancısı belli değil)
Okkadar hünerli, kaslı, ilimlibilimli kötü adamların tümünü kollarına monte ettiğin demirlerle patır patır döv.
Türe saygı duruşu desem değil, komedi desem değil, aksiyon hiç değil. Ne diyeceğimi bilemedim.
Şimdi; bu tarz vurdulu kırdılı "B" türü filmleri seven sinefiller olabilir. Onları tatmin etmez.
Kuentintarantinoperestler (var böyle bir sıfat, inanmayan TDK'ya sorsun :) olabilir, onları hiç açmaz.
Vangyu Kolsuz Kahramana Karşı filmlerine müptela olanları kesmez.
Haa bir tek RZA hayranıysanız belki tahammül edebilirsiniz.
Değilseniz uzak durunuz....

Esas oğlanımız kötülerin kanını
çim sulama yöntemiyle akıtıyor.

Hayatımda böyle anti fonksiyonel
(matkap hareketli, tabancalı bıçak) silah görmedim

Kilbil'deki değil filmimizdeki Lusiliyu'nun
endamıdır (fark gören bana yazsın bi zahmet)

"Kahveler Kitabı" Salah Birsel'den...

    "Bu bir kahveler kitabıdır.
   Gelmiş geçmiş bütün kahvelerin, edebiyat kahvelerinin, semai kahvelerinin, yeniçeri kahvelerinin, esrar kahvelerinin, tulumbacı kahvelerinin, çalgıcı kahvelerinin, karagöz ve meddah kahvelerinin, mahalle kahvelerinin öykülerini dile getirir.
   Kahveler günün 24 saati soluk alır, soluk verir.
   Çünkü onlar da canlı varlıklar gibi, doğar, büyür, sevdalanır, mutlu-mutsuz günler geçirir ve ölürler.
   Kahveler, edebiyatçıların bir ikinci kişiliğidir.
   Ziya Paşa oraya gelir, şiirler yazar ve gider.
   Namık Kemal, Ebuzziya Tevfik, Muallim Naci, Ahmet Rasim, Neyzen Tevfik, Halit Ziya, Abdülhak Hamit, Süleyman Nazif, Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi, Ahmet Hamdi, Halit Fahri gelir, konuşur, alkış alır ve gider.
   Yahya Kemal, Ahmet Haşim gelir, perdeyi yıkar ve gider.
   Asaf Halet Çelebi gelir, kakule dağıtır ve gider. (İlahi Salah Birsel tam kakule dağıtacak şairi bulmuştur.)
   Sait Faik, Samim Kocagöz, Oktay Akbal, Orhan Kemal, Sabahattin Kudret, Behçet Necatigil, Rıfat Ilgaz, Orhon M.Arıburnu, Orhan Veli, Cahit Sıtkı ve daha yüzlerce, binlerce ozan gelir, ışık yakar ve gider.
   Kısacası, bu kitap kahvelerin gizli yaşamlarını anlatır."
diyerek Salah Birsel Usta, kitabımızın girizgahını aralamaktadır.
   Yemen'den gelen kahve tanelerinden başlayarak Meserret Kahvesinde nihayet bulan satırları, polisiye, macera, gizem satırlarıyla karıştırmamak, hazmede hazmede şöyle uzun oturarak, okuma ışığında, sessizce okumak gerektir.
   Bir de malumatfuruşluğumla gizli kibirleniyordum, Salah Birsel'in "kitaplar"ını okuyuncaya dek. Peh peh peh, fakir deryada damlaymış da haberi yokmuş.
   Kitapta; İstanbul'daki kayda değer ne kadar kahve varsa, konumları, dekorları, işletmecileri ve müdavimleri dahil olmak üzere geniş bir tanıtımı vardır. Aslında kahveler bir tür arkaplan oluşturmakta ve dahi dikkatimiz müdavimler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Üzülerek görmekteyiz ki kahveler olarak nitelendirilse de bahse konu mekanlar kıraat ve hatta düşünhanelerdir. Edebi ve siyasi hayatın hayata akseden sahneleridir. Kitaptan alıntıladığım iki paragraf, yazdıklarımın daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır sanırım.
   Direklerarasındaki Şule Kahvesi için :
   "Buraya başta Münir Nurettin, Sadettin Kaynak olmak üzere bütün musikiciler damlar. Neyzen Tevfik de eksik olmaz. Edebiyatçılardan ise Abdülbaki Gölpınarlı, Ali Nihat Tarlan, Mükrimin Halil gelir. Sık sık gelenler arasında "Yeşil Hoca" diye anılan Şemsettin Yeşil de vardır. Kulağına boru takarak konuşan matematikçi Sağır Muhittin, doğubilimci Sakallı Celal -asıl Sakallı Celal değil- şimdiler Moda Koleji sahibi Yaşar Trak da buranın gediklisidir. 1940'larda İbrahim Olgun'la kimi arkadaşları da aşındırır buranın kapısını."
    Cağaloğlu'ndaki İkbal Kahvesi için : 
   "Buraya gelenler daha çok Orhan (Kemal) için gelirler : Edip Cansever, Muzaffer Buyrukçu, Ferit Öngören, Yaşar Kemal, Ece Ayhan, Lütfi Erişçi, Fahir Onger, Rasih Nuri İleri, Haldun Taner, Fahir Aksoy (Meccani Fahir) Fikret Otyam, Ara Güler, Faiz Turhan, Y.Kenan Karacanlar, Oktay Akbal, Konur Ertop, Ümit Yaşar Oğuzcan, Behçet Necatigil, İzmet Zeki Eyüboğlu. Bunlardan bir takımı gelgeççidir. Gelgeççiler gelir, konuşur, alkış alır ve gider. Ama buranın Yelfe İhsan, Arap Talat (Talat Kılıç), Patriyot Hayati, Erol Sadi Erdinç, Hadi Malkoç, Nurettin Akkın, Muhittin Gökçek, Hasan Akkuş, Mehmet Ali Ermiş, Enver Aytekin, Edip Karahan gibi başka gediklileri de vardır. Burayı Orhan Kemal'in kahvesi yapanlar da asıl bunlardır." (ekibe bakarmısınız ?)
   Kanımca Edebiyat Fakültelerinde okunması mecburdur. Kahveleri temaşa edelim derken, edebiyatımızda (özellikle şiirde) gelgeç tüm akımlara aşina oluyor, küçük anekdotlarla da bunlar zihnimizde daha kalıcı olmaktadır. Üslubu tanıtmaya gerek yok. Salah Usta bu konuda sınır tanımaz. 
    Edebiyatımız ve şiirimizle ilgilenenlerin okuması mecburidir. 

"Amour" : İzlenince muazzep eden filmlerden....

   Tek mekan (iç), iki başrol (janluis 82, emanuel 85 yaşında), iki saat yedi dakika, uzak kadrajlar (yaşananları fazla içselleştirmemiz isteniyor belli ki), tek metafor (güvercin=ölüm), çarpıcı bir final...
   Haneke, fakirin gözünde mindere kaçmış bir iğnedir. Bulamazsınız. Arada batar, canınızı yakar. Funny Games'de pattadanak battıydı, bu kez yavaş yavaş batıyor.
   Profesyonel gözler filmimizde bir sürü mesajlar, göndermeler bulabilirler : burjuvazi eleştirisi, ahde vefa, sosyolojik tespitler, aşkın insanı nerelere sürüklediği, verilen sözlerin nereye kadar tutulacağı, evlilik kurumu (var mı böyle bir kurum ?) vs.vs.
   Fakir, alaylı sinefildir. Filmi doğrudan izlemiş, içselleştirmeye çalışmamış, yorumlamaya da niyetlenmemiştir. Lakin var böyle bir mecramız, birazcık da olsun yazmalıyız.
   "Orta üst sınıftan emekli müzik öğretmenlerimiz (jorj ve en), Anne'e felç gelince bir sendeleme yaşarlar, olaylar olması gerektiği gibi ilerler" şeklinde özetleyebileceğimiz konumuz, iki saati aşkın bir süre bu pek de laylaylom olmayan süreci gözlemliyor. Bu sürece hiç de yabancı olmayan bendenizin gözünden, sürecin neredeyse birebir kronolojik sırayı izlediğini söyleyebilirim. Anne'in ilk yarım saat ve son yarım saatteki arasındaki değişimini, son yedi yıldır yaşıyorum çünkü. 
   Saygıdeğer centilmenler, zarif hanımefendiler;
   Sinemaya bir hobi olarak düşkünseniz, hoşça vakit geçirme derdindeyseniz, kafa boşaltma aracı olarak görüyorsanız zinhar izlemeyiniz. (Nedir; konularımız : yaşlılık, düşkünlük, ölüm ve aşktır)
   Ne olacağım (neler olabilir ?) merakınız varsa, hayatı süslemeden, püslemeden, CGI'lamadan, abartmadan göreyim diyorsanız, Haneke'ye ilginiz varsa (hafif arızalıysanız) yakın durunuz.
   Anacığım, zangadannk (çok ani olarak) ölen insanlar için "temiz ten taşıyormuş" der. Son zamanlara dek pek anlamazdım niye öyle söylediğini, şimdi daha iyi anlıyorum.
   Hülasa : Yaradan kimseyi elden ayaktan düşürmesin, düşürürse de hayatını sonlandırabilecek basireti versin dileklerimle, sefil tanıtımımı nihayete erdiriyorum. 

HAMİŞ : Aşağıdaki sahneler, Jorj'un tavrı konusunda nereden enerji bulduğunu açıklamaktadır. Bu da fakiri çok hüzünlendirmiştir. 
NİHAİ HAMİŞ : Jorj Eva'ya (kızı) dönüp "-Anneni yanına mı aldıracaksın, yahut bir bakımevine mi postalayacaksın ? İstersen ciddi olarak bunları konuşalım" dediğinde, içimden "büyük adamsın Jorj" demişliğim vardır. (bu yazılanlar ancak filmi seyredenler için muteberdir)

26 Aralık 2012 Çarşamba

"The Life Of Brian" Beni bir tek siz anladınız, siz de yanlış anladınız !

   Mel Gibsın'ın yazıp yönettiği "The Passion of the Christ" bünyeye fazlaca ağır geliyorsa, ağırlaşan ruhunuzu kuştüyü kıvamına getirecek bir satirik filmle daha karşınızdayız sinefiller... (IMDB notu da Mel Bey'in çektiğine 1.2 puan basmıştır)
     Monti Piton tarzı İngiliz komedisini bilen bilir. Ortalama zekanın üstüne hitap eden absürd bir tarz geliştirmişlerdir ki, ingiliz komedisiyle eş anlama geldiği söylenir. İşte o ekip 1979'da düşünmüş taşınmış bu filmi yapmış ve pek de iyi yapmıştır. Bu tayfa :
(monty python's) bir grup akli dengesi bozuk ingiliz snobundan mürekkep olup (favorim Con Kliiiz'dir) kafa kafaya verdiklerinde kah senaryo, kah tiyatro oyunu, kah skeçler yazmakta bununla da kalmayıp üstüne bir de oynamaktadırlar ki, ülkemizde bu işi yapsalar önce RTÜK, sonra ÖGM'ler marifetiyle parmaklıklar ardına atılabilirler. İleri demokratik bir söylemle yaptıkları işler : "bir elitist zihniyyet, bir jakoben tarz, halkı küçümseyici bir bakış açısı, ecdata hakaretamiz düşünceler, tepeden bakmacı bir yaklaşım, milli ve dini değerlerimizi küçümseyen bir üslup, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz, sözün bitme noktasına geldiğimiz günlerde ayrımsamacı bir fikirler silsilesi (daha çok var böyle ama yazmaktan sıkıldım)....." şeklinde tanımlanabilir. Hele ki tanıtımını yaptığımız filmin benzerini ülkemizde ve islamiyet için yapsalar, netice doğrudan lince varır. O derece...
   Malumatfuruşluğu geçelim, filmimize gelelim  25 Aralık -1 tarihinde üç bilgenin Mesihin doğduğu evi şaşırmalarıyla başlayan öykümüz, Brian adlı (tipik musevi adı !) kahramanımızın hep yanlış anlaşılmasıyla devam eder ve çarmıhta sona erer. (ölmeden önce meşkettikleri şarkı da fakiri kendinden almış, gözlerinden yaş getirmiştir). Filmimiz başlamadan önce zuhur eden animasyon ve şarkı da dikkatle izlenebilirse (fakir gülmekten hakkıyla izleyememiştir) filmimizin nasıl inciler döktürdüğü konusunda bir ön fikir edinilebilir.
"Always look out the bright side of life" :)
   Yukarıda bahsettiğim kadarıyla konu biraz yavan gelebilir, normal  Ancak filmi izlediğinizde (belirli bir bilgi ve zeka seviyesinin üzerinde olmak koşuluyla); ingiliz parlamenter sistemine, emperyalizme, siyonizme, hristiyanlığa, düzene, oportünizme, sinizme (kinizme), pragmatizme, ve daha böyle bir çok kavrama yönelik satirik, ironik eleştiriler karşısında (ve tabii ki sunum şekliyle) gülmekten yarılabiliyoruz. (Allaam bana bir daha böyle kuntel kavramlarla dolu cümle kurdurma n'oolursun !...)
    1979 Yılında çekildiği düşünüldüğünde prodüksiyon dehşetli görkemlidir, oyunculuklar, gaglar (nükteler), fevkaladenin fevkindedir. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim : mütedeyyin bir hristiyansanız (Bkz.Ned Flanders) ve hatta dogmatik bir müslümansanız izlemeyiniz. Belirli bir dini tolerans sınırını aşamamış kişiler için (hayat onlar için ne sıkıcıdır) çok sınırötesi tespitler içerebilir. (Şahsi görüşüm Papa bu filmi izlemiş ve hiç hazzetmemiştir.) Sabi sübyanla beraber izlenebilirliği için (çevrildiği dönemde değerlendirildiğinde çok sıradan, ancak (daha püriten bir ahlaka sahip) günümüz için aşırı olarak değerlendirilebilecek) bir çıplaklık içermektedir (Misal : Brian'ın pipisi ayan beyan görülmektedir). Karar ebeveynlerindir.  Ben sizin yerinizde olsam izleme listesine alırım. 

24 Aralık 2012 Pazartesi

"Taken 2" Ben Almayayım.

   Daha en başında Arnavutluk'taki bir mezarlıkta birbirleriyle kötü bir İngilizceyle konuşan Arnavutlar görünce filmin kalitesini az çok idrak ediyoruz. Ama hazır oturmuşken bari sonunu getirelim diyoruz. Film bitince de bazı tespitlerimiz oluyor tabiy ki. Nedir :

  1. Türkiye'deki bütün kadınlar ninjadır.
  2. İstanbul Üniversitesi rektörlük binası aslında bir Arnavutluk Bakanlığıdır.
  3. İstanbul polisinin tamamı Murat 131 kullanmaktadır.
  4. İstanbul'un tamamı camilerden ve izbe hanlardan oluşmaktadır.
  5. Amerikada otomatik vitesli otomobilde ehliyet alamayan ergen irileri Tahtakale'nin daracık sokaklarında manda kasa manuel vitesli Mersedes'i Şoför Nebahat'ten daha iyi kullanabilmektedir.
  6. Kapalıçarşının damında 30 sn. arayla el bombaları fırlatılabilir. Kimse de birşey demez, polis gelmez.
  7. Arnavutluk Türkiye arasındaki bir bağ kulübesine kondurulan dandik bariyer ve bayrak direği ile 0 (yazı ile sıfır) kontrolle çalışan bir gümrük kapımız vardır (varmıştır). Bir pasaport uzaktan gösterilerek, üç araba dolusu adam hoppadanak geçilebilmektedir.
  8. Tüm Arnavutlar (kendi aralarında maç izlerken bile) aksanlı ingilizce konuşurken hiç bir Türk ingilizce bilmemekte, çay ısmarlanırken "-one please"i anlayan çaycımız üstüne ancak "-afiyet olsun." diyebilmektedir.
  9. Bir emekli CIA ajanı, iki düzine (belki de daha fazla. 20'den sonra saymadım) Arnavuta bedeldir.
  10. Arnavutlar çok hayın, intikamcı, ikiyüzlü, riyakar, arkadan vuran, kötü nişancı, dürümle beslenen, alabruz traşlı (sadece en kötü Arnavutbaşının saçları vardı), çoğunlukla göbekli, hep siyah araba kullanan, Galatasaray taraftarı karbon bazlı organizmalardır.
  11. İstanbul'daki develer gösterilmemiştir.  (Açıklama : yönetmen Megaton Bey (vallahi adamın soyadı bu !), ülkemizin imajını zedelememek için zarif bir çabayla develeri çekmeyi kasten unutmuştur).
  12. Kapalıçarşının tepelerinde el bombaları salladıktan, bir sürü polis aracını darmadağın ettikten, iki düzine kadar insanı öldürdükten, otomobille konsolosluk (hem de amerikan) binasına kapıyı hurdahaş edip girdikten sonra rahatlıkla sokaklarda dolaşılabilmektedir.
  13. 24 saat esasına göre kemençe çalan sabit amcalar vardır.
  14. 24 saat esasına göre demir kesen soğuk demirciler vardır.
  15. Gözümüzde müstesna bir yeri olan Layım Niisın'ı, "This is İstanbuuuul" (ama Kral Leonidas gibi höykününerek) nidalarıyla kubura tekmeleme isteği vardır.
  16. Yapımcı Lukbeson ve Yönetmen Olivyemegaton'u "başınıza megatonlarca murat131 düşsün" temennasıyla Lando Buzanka'ya havale etme isteği vardır.
  17. İki kişinin dövüşmesi üç kamerayla, farklı açılar, farklı yakınlıklar, farklı seslerle çekilirse aksiyonun hiç zevk vermemesi vardır.
  18. 92 dakikalık filmin 65 dakikasında Layım Niisının elinde silah vardır. Totalde 1 neoplan dolusu insanı da temize havale etmektedir.
  19. Filmin sonunda ölen kötülerötesi kötü adamla, Geceyarısı Ekspresindeki hayın gardiyan (en kötü adam) aynı şekilde ölmektedir (kafaları askıya bırakılmaktadır).
  20. Makara bir yana da : tarafsız bir gözle izlediğimiz kadarıyla bile ilk çevrimine rahmet okutan, fena halde faka basmış bir devam filmi vardır.



Gereksizce ziyan edilecek bir 92 dakikanız varsa bile önermem.

 45 milyon dolarlık bütçeyle 284 milyon dolar hasılat (gün itibarıyla) yapmış filmdir. Kapitalizme göre devamının çekilmesi kaçınılmazdır. Umarım Türkiye'de çekilmez. Zira evlat olsa sevilmez, 31 olsa çekilmezdir.
 

20 Aralık 2012 Perşembe

"The Hobbit: An Unexpected Journey" Ortadünya Müdavimlerine...


    İçimizde hem çapraz hem ters duygular uyandırsa da bizleri yine kendinden geçiren bir ortadünya filmi tanıtımımıza başlıyoruz... Çapraz ve ters duygular nedir : Keşke Yüzüklerin Efendisi serilerinden her bir kitaba üç film yapılsaydı da, bu kitapların yarısı cesametindeki bu yapıttan tek film yapılsaydı (Bay Bombadil'i de pas geçmemiş olurduk mesela) ...
   Yine de fakir, yönetmen koltuğunda Bay Ceksın'ın oturmasına şükretmektedir. Aslında Bay Toro'nun imgelemi de fena değildir. O da bir ortadünya filmi çeksin yine giderim. Ama Piitır Ceksın'ın yönetmenliği, çıtayı çok yükseklerde tutmaktadır. 
   Yüzük Kardeşliği'nin başlarında Bilbo Beggins'in yaşgünü partisi öncesinde tamamladığı güncenin canlanmasıyla başlayan filmimiz, kudretli derviş Gandalf'ın önderliğindeki bir görev yolculuğunu konu etmektedir (anladık ki Gandalf meraklı böyle işlere). Bu kez hedef : kadim devirlerde yurtlarından edilen cücüleri, ejderha Smaug'u kışkışlayıp kendilerine iade etmektir. Bunun için onüç cücüyü kafi gören Gandalf, Bilbo'yu da işin içine katıp, bir kez daha yollara revan olmakta, bu meyanda başlarına gelmeyen kalmamakta, kah köpekler tarafından kovalanıp ağaçlara tırmanmakta, kah dağ trolleri tarafından yenileyazmaktadırlar.

   Üç saate yakın bir süre tutan filmimiz, LOTR tadında bir keyif sunsa da ona yakın bir heyecan sunamamaktadır ne yazık ki...  Senaryomuz çok daha mütevazıdır çünkü. Mevzubahis sadece cücülerin ülkesi olup tüm ortadünya değildir. Başta da belirttiğim gibi keşke önce bu, sonra öbürü çekilseymiş. (bu kadar muğlak bir cümleyi şimdiye kadar yazmamıştım). Yine de biz karşımızda Leydi Galadriyeli, Lord Elrondu, Gandalf Dedeyi ve hatta meymenetsiz Sarumanı görmekten mutluyuz. Martin Friimın, Bilbo Begginns'in gençliğine tam oturmuş. Müzikler, kostümler, detaylar, kurgu, kadrajlar bildiğiniz gibidir (Bay Ceksın yenisini çekene kadar en iyisi budur). İlk yarı biraz ağır aksak ilerleyen kurgu, ikinci yarıda ritme kavuşmakta, ve hatta bazı aksiyon sahneleri gereksizce uzun tutulup, izleyicinin sabrı sınanmaktadır. Senaryo konusuna fazla takılıp kalmazsanız, üç saatin nasıl geçtiğini anlamazsınız bile. Bütün bunları boşuna yazdığımın elbette ki idrakindeyim. Zira bugüne dek, bu fantazyayı ya sevene, ya sevmeyene rastladım (arası yok). Sevenlerdenseniz mutlaka göreceksiniz (Bay Ceksın Şayr'da hasat şenliklerini de çekse göreceklerdir şüphesiz), değilseniz yanına yaklaşmayacaksınızdır. 
   Yapabiliyorsanız IMAX salonlarda görmeniz, sinematografik açıdan orgazmik bir deneyim yaşatabilir (söz daha fazla ..... ik'li kelime kullanmayacağım), bir şekilde üç boyutlu sahneleri baş ağrıtmayacak şekilde peylemişlerdir. Çıkınca (ya da günlük hayata dönünce) insan biraz hayalkırıklığına uğramaktadır (ki bu da beni hüzünlendirmektedir).

"Deadfall"

   Şu aralar senaryo ile ilgili bir kitap okuyorum (aslında bir yıldır bitirmeye çalışıyorum). Filmimiz kitapta yazılan senaryo kurallarının hiçbirine uymuyor.
   Filmlerde kurallara uymamak sevdiğim bir faktör olmasına rağmen; Deadfall maalesef bu faktörü yaratıcılıktan uzakta kullandığından fakirden geçerli not alamıyor.
   Nedir : eğer holivut tarzı film çekeceksen klişelere yaslanmak zorundasın sevgili Stefan.


   Birbirinden bağımsız gibi ilerleyen ama aslında finalde bağlanan hayatların peşinden, bir o yana bir bu yana ticared peşindeki Enes Binsatar gibi koşuşturup duruyoruz. Babasıyla ciddi sorunlar yaşadığını düşündüğüm (çünkü senaryoda sorunsuz baba yok, topu sorunlu) senaristimiz Bay Zek Diin; temponun aniden yükseldiği bir hikayeden pattadak durağan konuşmalar ya da ateşli sevişmelerin kucağına düşürüyor biz masum izleyicileri. Öyküde kendimize yakın hissettiğimiz, içselleştirdiğimiz bir karakter bile yok. Kurgu arasındaki kopukluklar sonlara yaklaştıkça paralele doğru ilerlese de, film bittiğinde kendimi bir oh çekmekten alıkoyamadım. 
   Bir önceki filmi "Kalpazanlar"da gayet de iyi iş çıkaran yönetmenimiz, bu kez çok kötü çarşafa dolanmıştır. 

   Peki filmimizin hoşa gidecek yönleri yok muydu ? Buyrunuz efendim : müzik, görüntüler, oyunculuklar iyidir. (Kris Kristofırsın ve Sisi Speysık'a nasıl üzüldüm, ikilinin kimyası tutmuş ama roller kötü ne yapsınlar ?) Karlı görüntülerin önünde suç filmi izlemek insana "Fargo"'yu çağrıştırır lakin Dedfoll Kargo'nun yakınından bile geçemez. Eğer imkanınız varsa Fargo'yu ikinciye seyredebilirsiniz Deadfall'u ise görmenizi önermem. Daha fazla da yazmak emek israfıdır, yazıktır, günahtır...

17 Aralık 2012 Pazartesi

"The Words" Bir Roman Üç Hayat !...

   "Başarılı olmanız için çalmanız gerekirse ne yaparsınız ?"
   Filmimizin konusunu da böylece özetledikten sonra biraz daha eşeleyelim bakalım.
   Bir roman etrafında dönen pelikulamız tam üç hayatın kesişim noktasında duruyor. Haliyle üç kanaldan akan bir film var karşımızda. Kronolojik sırayla Ceremi Ayrıns, Bredli Kuupır ve Denis Kyueyt hayatları üstlenmişler. Fakirin fikrine göre de en iyi Ceremi Ayrıns üstlenmiştir. Sen ne süpersonik bir artizsin Ceremi Baba ! Tamam gıdın sarkmış, ellerinin üstünde lekeler var ama diğer iki aktöre de nal toplatıyorsun. Seni taa buradan saygı ile selamlıyorum !...
   Hamaseti kesip filme dönüyoruz. 
   Herhangi bir atraksiyon olmamasına rağmen beni en son sahnesine kadar çişe kaldırtmayan bir akışa sahiptir. İçinde, yaşlı adam tarafından sarfedilen aforizmalar sinefillerin dikkatinden kaçmayacaktır. Bitince insanın içine haldır haldır birşeyler yazma isteği uyandırmaktadır (sadece bibliyofiller için (buna mukabil sadece filler herhangi bir tepki vermemektedir)). Edebiyata Amerikada nasıl muamele edildiğini görmemiz, bir alt metin olarak oldukça faydalıdır. Tek romanlık (çoğunlukla) dahilerin hayatı, yazma meziyetinin hayatın kendisinden mi yoksa muhayyileden mi kaynaklandığına yönelik merak, yaptığımız seçimlerin etkileri ve bunların ne kadarını kaldırabileceğimiz, yazmada yaratma süreci gibi konulara ilgi duyuyorsanız izleyebilirsiniz.
   Tek eleştirim başrol olduğu düşünülen kişinin eşi rolündeki Zoyi Saldana'nın karakterinin yeterince işlenmeyip bir çiğlik duygusu yaratmasıdır.  Bir de ne zaman denk gelse keyifle izlediğim Denis Kyueyt her nedense biraz sinsi gelmiştir. (ikinci kritiğim tamamen subjektiftir, herhangi bir mantıklı nedene yaslanmamaktadır.)
    En olumlu eleştirim ise son 15 saniyedir. Bu sayede bir ikinci seyiri daha hakketmektedir.
 

   Arızalı sinefiller filmi izledikten sonra aşağıdaki grafiğe çalışabilirler.
Ben 15 dakika kadar dayanabildim.

14 Aralık 2012 Cuma

Joy FM'in Reklamları...

   Fakir, 1998'den beri metropolde yaşamıyordu. Müzik kritikleri, şehir rehberleri gibi yayınlardan sezinlediği kadarıyla beğenisine hitap eden radyolar vardı. Açık radyo, radyo eksen gibi radyoları dinlemek için, içinde hep bir özlem duymaktaydı. Derken hayat fakiri geçen sene Ankara'ya sürükledi. Radyo açısından İstanbul'dan daha mütevazi bir klasmanda olan şehirde özellikle Ostim FM, Damar FM gibi kuntastik radyolardan mebzul miktarda olmasına rağmen şöyle reklamı olmayan iyi müzik yapan radyolar pek azdı. 
    Derken bir arkadaşımız (iyi ki de var öyle bir arkadaşımız. Buradan tekrar şükranlar sarkıtıyoruz kendisine) Joy FM'i önerdi. Baktık mahallemizden çekiyor, dinledik müzikler gayet de başarılı. O halde ne duruyoruz ? Aldık favori listesinin üstüne, hayat akarken o hep çalıyor.
   Bazen 80'li, bazen 90'lı yıllara acımasızca alıp götürüyor insanı. Çoğu kez "bu söyleyen kim ?" merakına düşüp yeni albümler dinlettiği de olmuştur. Buraya kadar her şey çok güzel...
   Güzel olmayan şey reklamlar...
   Commodores dinliyorsunuz, kafa olmuş 80'lerin kafası. Sonraki parça müsait olsa robot dansı yapacağız yani. O derece... Bir saniye sonra özgür kız, "faizi çok laylom, şubesi yok laylom" diye, artık kah ped reklamında kah dizi cıngılında duya duya samimiyetini yitirmiş sesiyle banka reklamı yapıyor. Aniden ileri demokrasiye geçiş yaşıyorsunuz (geçiş süreci çok kısa ve acılı olayor).
   Gotan Project dinliyorsunuz, Arjantindesiniz. Aslında Tandoğan'da havuç rendeliyorsunuz ama bir yandan o havucu Buenos Aires'te rendeliyorsunuz. Şarkı bitiyor, bir adam bana "donda" arabası alırsan, herkes seni çok sevecek, evliya gibi adam olacaksın ama önce "donda" al, herkesin seni çok sevmesi için, çok saygı görmen için yapman gereken tek şey bu arabaya sahip olman" diyor. Şaka gibi !... Var mı bunlara inanıp da araba alan ama varsa eğer yazıktır, alana da yazıktır, herkese de yazıktır, çok yazıktır.  Neyse reklamı duyunca insan Buenos Aires'ten kapitalizme dikey geçiş yapıyor. Kapitalizmin çarkları da bu meyanda ruh yakıyor.
   Reklamsız, adam gibi müzik yayını yapan radyo aradım, bulamadım.
   Neyse şu aralar Joy FM dinlemek iğde yemek gibidir. Lezzeti, külfetine müsavidir. Ne zaman ki keçiboynuzu yemeye (Hoca Nasrettin'in deyişiyle "bir dirhem bal için, bir çeki odun çiğnemek") benzer, fakir yeniden TRT Nağme ve TRT Türkü'ye dönüş yapar.
   Konunun, ağ güncemizin konseptiyle ilgisi var mıdır ? Yoktur.
   Malumatfuruşluk mudu pekiy ? Zinhar hayır.
   "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil"dir. 

NOT : Şimdi de televizyonda bir reklam gördüm, ormanın içine binalar dikmişler. Ama nasıl dikmişler. Hani yeşil bir kimono giymiş samuray seppuku yapar ya işte öyle. Resmen barsakların dökülmesi için katananın dışarı çekilmesi yeter. Ya öyle böyle değil de. Bu reklamlardan etkilenip o evleri alan (neticede ve son tahlilde insan) kişiler olduğuna inanmak istemiyorum. 

"Tucker and Dale vs Evil" Yanlış Anlaşılmanın Dibi...

   Teen slasher denen bir janr var korku sinemasında. İsme aşina değilseniz bile türe aşinasınızdır. Afişe bakın, çağrışımı paldır küldür gelir. Türün duayenlerinden Sem Raimi'nin yaptığı "Evil Dead"i hatırlamayanınız varsa bundan sonrasını okumayabilir zaten !... "13 ncü Cuma"yı hatırlamayanlar koşarak uzaklaşabilirler. Türü "Cube" türüne yaklaşanı bile çekildi "The Cabin in the Woods". (Allaaam ne çok örnek verdim).  Tırmalamak yerine doğrudan açıklamaya çalışayım bari. Konusu; "bir grup genç, tatil için ormana giderler ve olaylar gelişir" diye başlayan bol kanlı filmlere "teen slasher" diyoruz. İlerleyen dakikalarda gençlerin sırayla aklazarar yöntemlerle (ama genellikle çok kanlı bir şekilde) öldürüldüklerini görürüz, en tahmin edilmeyen tip canını kurtarır, son sahnede genellikle bir kılçık atılır (ki gişesi iyi olursa devamı çekilsin Bkz."13.Cuma" serisi), yazılar çıkar. İşte bu.
   Fakir; seksenli yılların sonundan itibaren suyu çıkmasından dolayı, türden soğumuştur.  Taa ki 2010'da "teen-slasher-comedy" türü filmimiz (türünde ilktir) gösterime girene kadar. 

   Filmimiz; sıradan holivut yapımı değil, basbayağı bağımsız, çok ünlü oyuncusu yok, senaryo sonuna kadar kalıplara yaslansa da asla sıradan değil, başroller cuk oturmuş (deyl nasıl digerkam, nasıl naif, nasıl sevimlidir "al eve besle" modeli), tarza nasıl çakıyor o kadar olur, üstüne üstlük pek çok yaran sahnesi mevcuttur, gülümsetmekten öte geçen gülmelere neden olabilmektedir, daha ne olsun !... Kendi halinde kahramanlarımız başlarına geleni açıklamaya çalışırken konuyu pek de güzel özetlemektedirler "bir grup üniversiteli genç, toplu intihar için haftasonu kıra çıkmış !". 
   Tek uyarım şudur ki : asla sabi sübyan ile seyredilmemelidir, kana alerjisi olan bünyeler zinhar yaklaşmamalıdır. Zira; filmde kırkayak türü bir yakıt tankeri cesametinde kan akmaktadır. Ağaç budama makinesine tepeüstü atlayanlar, ağaç dallarına gövdelerini geçirenler, (intiharın hertürlüsü) daha neler.... Ama türe hafif kıl kapıyorsanız, makara arkadaş grubuyla çok da güzel gider.
Kahramanlarımız burada Şerif'e suçsuzluklarını
açıklamaya çalışıyorlar.
(ama tuttuklarının belden üstü yok !)

13 Aralık 2012 Perşembe

"Yella" Petzold'dan Örnek Kırılma...



   İşte Barbara'dan sonra merak ettiğimiz Sayın Bay Petzold'un ikinci filmi : Yella.

   Yönetmenimiz bu filmde de Nina Hoss ile çalışmış ve gayet iyi yapmıştır.

   Filmimiz ilk on dakikadan sonra bir kırılma yaşamakta, ancak dikkatli sinefiller bu ayrımı yapabilmektedirler. Konu itibarıyla gerilim mi, kapitalizm eleştirisi mi, gizem mi, dram mı nereye oturtacağımızı bilemeyeceğimiz filmimiz, bir televizyon yapımı bütçesiyle çekilmiş olmasına rağmen senaryo akışındaki belirsizlikler ve araya serpiştirilen gizemli ögelerle ilgimizi sonuna kadar canlı tutmayı başarmaktadır. Paragrafın başındaki dikkatli sinefillerin tartışmasız tamamının tahmin ettikleri son geldiğinde de o şanssız kesim "eee ne oldu şimdi ?" diyerek kalakalmakta, dikkatsiz çoğunluksa "aaaa !..." tepkisi vermektedir. 

   Konuyu da böyle güzelce (!) özetledikten sonra kişisel görüşlerimi de adamakıllı yazayım :

   Alman sinemasına ve Petzold filmlerine ilgi duyuyorsanız, bu güncede daha önce tanıtımı yapılan "Barbara"'dan önce bu filmi izleyebilirsiniz. Bu filmde beliren belirsizlik ve tamamlanmamışlık duygusunu "Barbara"da aşacağınızı kuvvetle tahmin ediyorum.


12 Aralık 2012 Çarşamba

"Kürk Mantolu Madonna" Kalabalıklar İçinde Yalnızlık

   Sabahattin Ali’nin sözü konuyu açık ediyor aslında : ”Dünya’nın en basit,en zavallı,hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”
   Uzunca zamandır okumak istediğim ve bu konuda çok geç kaldığımı hissettiğim Sayın Bay Sabahattin Ali'nin kült novellasını hele şükür bitirdim (ilk okuma sadece bir gün sürdü). Eskiden ara sayfalarına bakar, ağdalı bir dille karşılaşınca da okumaktan imtina ederdim. 
   Sizler bu hataya düşmeyiniz edebiyat meraklıları !...  Bir kere : dil Sait Faik'ten bir derece ağırdır. Yapı Kredi Yayınları, bu konuda okura iltimas geçip artık kullanılmayan (lakin okunuşu bir o kadar ahenkli) kelimelerin anlamlarını sayfa altlarına yerleştirmiştir. Bir de üslubun kendine hayran bırakan garip bir çekiciliği vardır. Tasvirler, kendi kendine konuşmalar bazen sayfalar boyunca sürse de asla sıkmamaktadır. 
   Konumuz; bir tutkuya hasredilen (zaman zaman fakir de günlük hayatımızda kullanmayı ihmal ettiğimiz ancak kulağa hoşgelen böyle paslı kelimelere tdk bağlantısı verecek ve karınca kararınca bir amme hizmeti yapmaya çalışacaktır) koccaman bir hayat ve bu uğurda kalabalıklar arasında yalnız geçirilen bir ömürdür.  Ancak yazarımız bu beylik konu etrafında öyle bir örgü yaratmaktadır ki, satır aralarına girdikçe yaşamımızda değişiklik yaratacak birçok küçük saptamalara rastgelmekteyiz (bunlardan küçümen bir demeti aşağıda bulabilirsiniz (ilk okumada rastladıklarımın çok azının bir seçkisidir)). Aforizmaya meraklı okurlar aşağıdaki örneklerden daha çok bulacaklardır. Altını çizerek okuma yapanların kalemleri bitecek, not alarak okuma yapanların not defterleri tükenecektir. O derece...
   Halihazırda aşıksanız okuyunuz, ayrıldıysanız okumayınız. Bırakın o yaranın üstü güzelce bir kabuk tutsun, o zaman okur, kalın kabuğu kaldırır, taze deriyi ortaya çıkarırsınız.
"önüne geçmek mümkün olmayan işlerde telaş ve heyecan göstermek çocukluktur."

''içinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan, hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.''

"Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki; ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkasını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur."
   Üstteki tablo da; romanda sözü geçen "Kürk Mantolu Madonna" tablosuna ilham veren asıl "Kürk Mantolu Madonna" tablosudur.  (bu cümle biraz karışık oldu ama başka türlü de ifade edemiyorum)

10 Aralık 2012 Pazartesi

"The Bourne Legacy" Bourne'ın Mirası ya da "Bu pilav daha çok su kaldırır"

   Geçenlerde serinin Met Deymınlı üç filmini de tekrar izlemiştim. Üstüne  Ceremi Renır'lı yeni versiyonu  izleyince şükela oldu. Yeniden anladım ki holivut yeni senaryo ve fikir kısırlığından fena halde kabızdır. Bu kabızlık öyle bir safhaya varmıştır ki toprağı bol olsun Rabırt Ladlım'ın bir romanından çıkarılan üç film kesmemiş, devamını da (yeni hiç bir şey anlatmadan) çekmişlerdir. Haa bu son filmden bir tek şu çıkarım yapılabilir : "ABD'de CIA ve FBI gibi devlet kuruluşlarının üzerinde de bazı yapılanmalar vardır". Bu çıkarımın da bana pek faydası yoktur. Çelik, ilaç, silah, enerji gibi sektörlerin değil ABD, dünyamızı yönlendirdiklerini yıllar önce okumuş, anlamıştık zaten. Dönelim filme.
   Son Met Deymınlı filmle paralel kurguda geçen filmimizin yeni esas oğlanı Ceremi, selefi Deymın kadar iyi oturmuş role, çok güzel hopluyor, zıplıyor, sopa atıyor. Reyçıl Vayz, Edvırt Nortın (Arakolpa - Naaptın edvırd, ziyan etmişsin kendine. faytklap, amerikınhistırix'te oynayan adam burada oynar mı ? E.N.- Naapalım abi ekmek parası !), Steysi Kiiç üstlerine düşeni ziyadesiyle oynuyor (hem de en lüksünden). Başlarda fazla tempolu olmayan ve kopuk olan tempo sonlara doğru hem anlamlanıyor hem hızlanıyor. (önceki üç filmde olduğu gibi). Önceki filmlerdeki tüm klişeler burada da ayynen tekrar ediliyor. (organizasyondaki kötü yönetici, iyi memur, iyi tetikçi, kötü tetikçi vs.vs.) Nedir : izlerken hiç sıkılmıyor, bilinçaltınızda sinsice büyüyen destrodoyu çok doyurucu bir şekilde tatmin ediyorsunuz. Buradan neyi anlıyoruz : "bu pilav daha çok su kaldırır". Serinin yeni filmlerine hazırlıklı olalım. Yapımcılar ışık gördü.
   Süresi uzundur (135 dakika) ama daha önce  de yazdım ya yükselen tempo sonlara doğru sıkılmanıza imkan vermiyor.  Film bittiğinde nedensiz bir şekilde rahatlıyorsunuz. Kafa pırıl pırıl oluyor. Üzerinde bir dakika bile düşünmeden yarım saat sonra da unutuyorsunuz. 
   Omurilik soğanına hitap eder bir filmdir. İsteyen izler, arşive alınmaz, dikkate de alınmaz.

"The Wind That Shakes the Barley" ya da IRA'ya farklı bir bakış...!..

   Ken Looh (bilmemek değil öğrenmemek ayıp ! bakınız biz de amcanın soyadının Looç diye değil "Looh" diye telaffuz edildiğini kimbilir kaç filmini izledikten sonra öğrendik), özellikle son zamanlarda yaptığı fikriyle paralel zikirleriyle fakiri kendinden almıştır. Helal olsun sana bu yollar Ken Amca ! Filmlerini de bundan sonra torrentten indirirsem sincaplar kovalasın beni... (bu cümlenin nedenini merak edenler, bir zahmet ustanın biyografisinin son bölümüne bakabilirler)

   2006'da Altın Palmiye ile taçlandırılmış filmimiz, kanımca sinematik açıdan pek de başarılı bir yapım değildir. İlk başlarda güzel bir tempoyla açılan pelikula, birinci saatin sonunda gittikçe yavaşlamakta taa son yarım saate kadar adeta bir tiyatro oyunu izlermişçesine bir etki bırakmaktadır. Şimdi düşündüm de bu senaryo kolaylıkla tiyatro oyununa adapte edilebilir. Oyunculuklar samimi (yılık gözlü Kilyın Mörfi bile gözüme hoş görünmüştür (hiç hazzetmem de kendisinden)), müzikler, görüntüler, kostümler, dekorlar eh iştedir. Kurguda aksaklıklar ve tutukluklar vardır. Ancak son yarım saatte usta, bizleri günyüzü görmüş köpek tersi gibi bırakmaktadır. (köpek pislikleri eskiden deri tabaklamakta kullanılırmış, ancak bu pisliklerin üzerine güneş değmeden tabakhaneye götürülmesi gerekirmiş, üzerine güneş değerse deri tabaklama özelliğini yitirirmiş köpek b.ku. İşsiz güçsüz takımı da gün ağarmadan bu pislikleri toplayıp tabakhaneye yetiştirir, üç beş allah ne verdiyse kazanırlarmış. "Tabakhaneye b.k mu yetiştiriyorsun ?" sözü de buradan gelirmiş. İşte bir furuşluk malumat daha, arakolpa okuru) Konuyu fena dağıttım hemmen yazımızın asıl konusuna hararetle dalıyorum, kafası karışık okur !...
   "Ken Amca bizi son yarım saatte darmadağın etmektedir"de kalmıştık evet. Son yarım saati için bile izlenmeye değerdir. İrlanda Kurtuluş Ordusu (IRA)'nun bilinen yüzünün dışında bilinmeyen yüzünü öğrenebilirsiniz. Devrimin çocuklarına neler yaptığını ibretle izleyebilir, baskı toplumunda hayatın nasıl süregeldiğini anlayabilir. Velhasıl filmi görmeden önceki halinizden farklı bir siz olabilirsiniz. Bir tek, iki saati yedi dakika aşan süresiyle arada uyuklamalar yaşayabilirsiniz. Ama sinefil bir sevdiceğiniz varsa, söyleyin ona sizi sonlara doğru uyandırsın. İki kardeşin son hasbıhallerini kaçırmayın. Sonra da oturun gördüklerinizi güzel ve yalnız ülkemizle mukayesesini yapınız.


"İstila" Dean Koontz'un Kendi Ayağına Sıkması...

   Korku türünün meraklıları isme aşinadır. Sayın Bay Kuuntz bu romanıyla ayağına sıkmıştır, hem de tarak kemiklerine, hem de iki ayağına birden, hem de iki el...

   Korku okurları bilir ki, bu türün belirli ateşleyicileri vardır. Bir hatırlayalım nelerdir onlar :
  • uzaylı istilası
  • böcekler
  • vahşi hayvanlar
  • mümkünse engeli olan bir kahraman (bunda infertilite sözkonusu)
  • dini faktörler
  • arızalı ebeveyn (mümkünse sosyopat baba)
  • galeyana gelmiş kalabalıklar
  • zombiler,kurtadamlar,vampirler
  • alışılmadık doğa olayları
  • içgüdüsel korkular (karanlık, yalnızlık vb.).
  • işkence
  • ölüm...
   Bu romanda hepsi var. Ama korku romanı değil. Çocukları olmayan bir çift, dünyanın istilasında çocuk hasatçıları olarak görevlendirilir, olaylar hızlıca ve anlaşılmadık bir şekilde gelişir, ne olduğunu anlayamadan ve nasıl olduğunu bilmeden roman biter, "son" yazar. Son sayfaya bön bön bakakalırız. 
   Haftada 70 saat yazmakla övünen yazarımız, sanatçı değil zanaatkar olma özelliğini ifşa etmektedir sanki ("Şecaat arzederken merd-i Kıpti, sirkatin söyler" ya da "harbi barolar hırsızlıklarıyla övünür"). Evet, bu kulvardaki en azılı rakibi Stiivın King hazretleri de bu bağlamda zanaatkardır ancak olayı gırtlak açısından mukayese edersek King Efendi Özsüt'ün sakızlı fırın sütlacına tekabül ederse, Kuuntz Efendi ancak BİM'in osmanoğlu plastik sütlacıdır. Bay Kuuntz'u zaten sevmezdim. Artık hiç sevmiyorum. Diyeceğim odur ki : bu kitaba para ayıracağınıza gidin Özsüt'ten fırın sütlaç yiyin daha iyi edersiniz...

9 Aralık 2012 Pazar

"Der Krieger und die Kaiserin" Kaderimse Çekerim !....

    Bu aralar Almanların dikkat çekici yönetmeni Tom Tikver'e sardık. Haydi hayırlısı... Ben bilmiyordum koşlolakoş'u da yönettiğini, ama önce bunu sonra onu görseydim anlardım. Bu kadar kişisellik yeter. Gelelim nesnele :
   Piyano sesi eşliğinde yazılan bir mektubun; posta sisteminde gittikçe daha karmaşıklaşan makinelerde işleme girdikçe, görüntülerle doğru orantılı olarak çetrefilleşen müziğe dikkat ettiğimizde, sinema müzik korelasyonu açısından sağlam bir yapıtla karşı karşıya kaldığımızı anlıyoruz. (cümle birazcık uzun oldu ama idare edin)
   İlerleyen dakikalarda : karakterlerin işlenmesi, kurgunun oturması, müzik sahne uyumu, kadrajlar, senaryo akışı, kimi sahnelerin çekimi (bodo'nun uçma egzersizi ve özellikle final, AH o final sahnesindeki geçiş !. (fotoğraftan filme ne ara geçip, helikopterden ne ara uzaklaştın zalım görüntü yönetmeni)(çatıdan atlayıştaki aldatmaca (nasıl da korktum)) (pardon cümleyi paranteze boğmuşum) başta ne diyorduk hah : sona doğru karakterdeki bölünmenin ancak sinemada yansıtılabilecek tarzda yansıtılması (ki o sahnelerden sonra arşive katmaya karar verdim) filmimizin sadece sinema sanatı ile ilgilenen asil beyefendiler ve zarif hanımefendiler için bile görmelerini zaruri kılmaktadır. (olmaz olsun böyle cümle ! TDK'yı göreve çağırıyorum)

    Senaryo ise yönetmenimizin kendisi tarafından yazılmış ve kendine özgü üslubuyla çekilmiştir. Bay Tikver, kader, tesadüfler ve yaşam konusunda ilginç saplantılara sahip. Bu arada yarattığı arıza karakterler de evlere şenliktir. Temelde aşk filmi olmasına rağmen araya aksiyon, gerilim, dram gibi ögeler serpiştirilmiştir. Anlatmakla olmaz, görmek gerektir. Tek eleştirim ikisaatonbeşdakikalık süresinedir. Bunun için mümkünse haftaarası izlenmesi önerilmez. Çocuklar sıkılır uyur zaten, uyumazlarsa keyifleri bilirdir, onlarla da izlenebilir.(afedersiniz şimdi aklıma geldi : trafik kazası sonra yaşananlar on yaşından küçüklere uygun olmayabilir)
   Psikiatri koğuşunda doğan ve orada yaşayan Sissi ile en küçük duygu kırılmasında istemsiz ağlayan (çünkü posttravmatik suçluluk sorunu yaşadığından ötürü ! (Hüseyin Badem'e selam olsun)) sert görünümlü Bodo'nun aşklarına ve bunu bize aktaran Tom Tikver'i pas geçmeyelim, mümkünse önce bunu, sonra da koşlolakoş'u izleyelim. Holivut baymasına birebir gelir.