28 Ağustos 2014 Perşembe

"Briç Masasında Cinayet" Agatha Christie hep bildiğiniz gibi...

   İki odada briç oynayan dört kişi, katil koleksiyonu yaptığını söyleyen ev sahibi odaların birinde şöminenin yanında oturuyor. Oyunun sonunda evsahibinin bıçaklanarak öldürüldüğü farkediliyor. Poirot'nun takımında bir polis, bir asker ve bir polisiye yazarı vardır. Diğer takım muhtemel katillerden mürekkeptir. Elbette ki kimse katili görmemiştir. Poirot küçük gri hücrelerini hareketlendirir.
   Standart Agatakristi romanıdır. Eski basımını okuduğumdan (eski kitap kurtları bilir) ilk sayfalarda karakterlerin tanıtımını görünce bir hoş oldum. İlk yarıyı bitirdiğinizde; Bayan Kristi kişiler hakkında fiziksel bir tasvirde bulunmadığı halde, tüm karakterleri gözünüzde canlandırabilirsiniz. Son yarıda (mutad üzre) şaşırtmacalar belirir, katil konusunda kararsız kalırsınız. Nihayet son bölümde Poirot kartları açar. Kimileri şaşırır (bendenizin çokça yaptığı gibi), kimileri "ben demiştim" der. Nihayetinde fazla da hacimli olmayan bu draje gibi polisiyeler size iyi ve meraklı bir zaman geçirtir.
   Yolculuklarda, plajda, her yerde okunabilecek haribo gibi kitaptır. Okuyanı sıkmaz, ilk elli sayfadan sonra sarar, bitirmesi uzun da sürmez. Ünlü düşünür Recep İvedik'in dediği gibi tam "okumalık kitap". Üstelik zihninizi "crush candy"den fazla çalıştıracağına garanti veririm. 

27 Ağustos 2014 Çarşamba

"Kırmızı Pazartesi" Nobel ama sor bakalım niye Nobel ?

   Kolombiya'da 60 yıl önce bir cinayet işlenir. O sırada yeniyetme olan ve cinayeti gören Gabo, mecra yazarlığa kaydıkça bu olayı bir kitaba dökmek ister. Annesi; cinayetten etkilenen kişilerin henüz hayatta olup mağdur olacakları endişesiyle Gabriyel'e "Yazma !" der. Otuz yıl sonra nihayet "Başkan Babamızın Sonbaharı"nı yazdıktan sonra validesinden gerekli izni kopararak Bay Garsiya, "Kırmızı Pazartesi"yi yazmaya koyulur. 1981 yılında yayımlanan kitap 1982 yılında Nobel ödülünü alarak yazarı gulguleye garkedecektir. 
   İlk cümlesi "Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30'da kalkmıştı." diye başlayan (yani sonu başından belli) hepi topu 107 sayfalık bir romanın neden Nobel'i hakkettiğini anlamak için 80'li yılların sonunda bir okumuş ancak çözememiştim. Çözmek için bir 25 yıl gerekti. 
   Romanımız röportaj sorgulama tekniğiyle yazılmış. İçinde öyle şaşaalı tasvirler, duygular yok. Adeta polis raporu okurmuş gibi okunuyor. Bu açıdan değerlendirdiğinizde üslup kuru gelebilir. Amma olaylara odaklandığınızda durum değişiyor. Toplum tarafından bilinen ve yanlış olacağı apaçık bir eylemin, ihmalkârlık ve boşvermişlik yüzünden "göz göre göre" nasıl geldiğini ve gerçekleştiğini görmek, bu konuda hiç bir şey yapamamak; romanın usda kalan en büyük etkisi. 
   Demek 80'li yılların sonunda pek de hazzetmediğim, neden Nobel aldığını çözemediğim bu romanın etkisini ancak Uğur Mumcu'yu, Hrant Dink'i yitirdikten (göz göre göre) ve "Yeni Türkiye"nin şekillenmeye başlamasıyla idrak edebilecekmişim. Ve demek ki toplumsal boşvermişlik, ihmalkarlık, adamsendecilik ve yaklaşan felakete duyarsızlık pek kadim ve yaygın bir kavrammış. 
    Yitirdiklerimizi unutmamak ve yaklaşan felaketlere duyarsız kalmamak için şu günlerde tekrar alınıp okunması gereken bir kitaptır.

26 Ağustos 2014 Salı

"Sin City 2" Femfatal ve çizgiroman tutkunlarına...

    Fakir okumayı yeni sökmüş sabiyken hayatı çizgiromandı. Parası yettiğince alır (asla arkadaşlarınınkinden değil (neden ? çünkü değiş tokuş yapılacaktır)), yetmediklerini de bayiin önünde (bakar gibi yaparak) okurdu. Hal böyleyken Sin City'yi başka bir kafayla izledi tabiy ki. 2005 tarihli Günah Şehri; bir film değil hareketli çizgi romandı. Karakterler, o siyah beyaz çekimler, bariton dış ses, hababam yakılan cigaralar, uçan kafalar, Tarantillo ve Rodriguez'in çiçekli kafalarının bombastik bir dışavurumu, fakiri kendinden almıştı.
   Derken dokuz yıl sonra serinin ikinci filminin yayınlanacağını öğrendim. İlk işim malum ortamlardan birincisini bulmak oldu. YIFY bu konuda iyi bir kaynak. Bir de ne göreyim : hem uzatılmış hem sansürsüz sürümü var. İki gece önce Old Pulteney adlı bir arkadaşla gerine gerine izledim. Türün meraklılarına kesinlikle bu versiyonunu izlemelerini tavsiye ederim. Öyküler daha bir oturmuş, sahneler daha bir vurucu. Neyse, bu gece de üç buut desteğiyle ikinci bölümünü de izledim.
   Kadronun neredeyse tamamı yine zuhur ediyor. (Burusvilis kilo vermiş (zati az endam ediyor), Mikirurkun makyajı aynı olduğundan pek bir değişiklik yok, Cesikaalba biraz çirkinleşmiş (evet yine podyum dansı yapamıyor), Pavırsbuuti hep aynı, Maykılklarkdankın (toprağı bol olsun), ve Devınaoki (ölümcül miho) yok (tatsız tuzsuz replikaları var). 
   Yeni katılanlar ise göz dolduruyor. Caşbrolin, Cazıpgordınluit, Reyliyota, Kıristofırloyd (kısa da olsa rolün hakkını bihakkın veriyor), veee ikinci bölüme adını veren Evagriin. 
   Sezar'ın hakkı Sezar'a. İkinci bölüm birincisine rahmet okutuyor. Yönetmen koltuğunda Frenkmillır da olsa, senaryo ilk bölüm kadar incelikli ve sert değil (evet ilki öyleydi). Genel olarak bir femfatal (ki Evagriin bu role cuk oturmuştur (yine deli deli bakıp, bol bol sigara içip, kıçını başını açmaktadır)) etrafında dolaşan senaryo; Tarantillo'nun yoksunluğunu bas bas bağırmakta, ilk filmde dönen çatallı geyikler ikinci bölümde bulunmamaktadırlar. Aç yavru kedi masumluğundaki bakışlarıyla mağdur kumarbazı (muktedirlerin kulağı çınlasındır) canlandıran Casıpgordınluit bile zevahiri kurtaramamaktadır. 
   Olsundur. 

   Yine siyah beyaz (araya serpiştirilen sepya (yahut tam tersi floresan) renkler) sahneler, şükela sekans geçişleri, bol şiddet (izleyin, destrodoya iyi gelir), beyaz kanlar, kızıl kanlar, kara kanlar, iyi bir müzik, bol makyaj (yalnız Steysikiiç'e boşa para vermişler, yaptıkları makiyajla bir gömlek yakasına 2 (iki) metre patiska gitmiş (o kadar kalın bir boyun)), 50/60 model otomobiller (arada 70'lerden de bir iki serpiştirmişler), vandal bir mizah ve daha neler. 
   Çizgiroman müptelaları ve farklı bir sinematik deneyim izlemek isteyenler yakın dursun derim.
   Arakolpa çekilir...

18 Ağustos 2014 Pazartesi

"Mutfak Zevkinin Son Günleri" Refik Halid Karay'dan Şikemperverlere.

    Ben küçükken Bakırköy'deki "Madam Teyze"miz mutfağa "mutbak" derdi de garipserdim. Kıbrıs harekatında Amerika'ya kızlarının yanına taşındılar, mahallemizden bir renk (hem de pek canlı bir renk) kayboldu gitti. Sonradan eski İstanbulluların (yok artık öyle bir topluluk) mutfağa "mutbak" dediklerini idrak ettim.
   Refik Halid, hem eski İstanbullu hem şikemperver bir insankişisi. İnkilâp yayınları güzel bir iş yapıp yazarın 1938-1965 yılları arasında gazetelerde neşredilen yazılarını belirli konuları ayrıştırarak "Memleket Yazıları" adı altında bir seri yayımlamış (yayımlıyor). Bu serinin dördüncü kitabı ise hedonistlere hitap ediyor (hedonistlerin obur cinsine). Kitap; "Yemek Kültürü", "Lokantalar", "Alışveriş", "Ekmek-Simit", "Sebzeler", "Etler", "Balıklar-Deniz Ürünleri", "Yumurta", "Süt Ürünleri", "Mükeyyifat", "İçme Kültürü" gibi şikemperver tayfasının ağzını sulandıran bölümlerden mürekkep.
   Siz de fakir gibi şikemperver tayfasına yakınsanız, üstelik tarihe ve edebiyata merak duyuyorsanız, iş bu eseri kitaplığınızda muhafaza etmek zorunluluğunuz vardır (işte üsluptan intihâl böyle birşey.). Eseri yayıma hazırlayan ekip Bay Karay'ın o günkü üslubunu ayniyle korumuş. Haliyle : "mutbak", "layikiyle", "seyrile" gibi o döneme mahsus kelime kullanımlarını, dudaklarımızın kenarındaki küçük bir gülümsemeyle okuyoruz. Sadece üslup değil; satırların arasında, tam geçiş dönemi (Osmanlı'dan genç Cumhuriyete) sırasındaki toplumu mutfaktan bakarak gözlemleyebiliyoruz. Arada yaşanılan savaşlar nedeniyle yükselen fiyatların etkisi, hep kulaktan duyduğum ama aslını bilemediğim "ince kiler" gibi kavramlar hep anlama kavuşuyor.
   Üstadın tasvirleri bombastiktir (işte karşınızda eski yeni karışımı şuursuzca yaratılmış bir cümle !). Misal enginar : 
   "Enginarlara bakıyorum; tarihi bir sütun başlığı gibi katmer katmer, yaprak yaprak süsler işlenmiş, biraz da Kurunuvusta silahını (nedir ? nasıldır ? en ufak bir bilgi bile yok) andıran tıkız topuzlarında nasıl canlı bir sertlik var... Su içtikçe ağza yarı buruşturucu, kıvamında şuruplu ve bir çocuk nefesi kadar hafif, serin rayihalı bir yemiş lezzeti veren bu sebze, şeklinden, katılığından, kabalığından beklenilmiyen bir tad mahfazasıdır; diri etile sebzelerin istakozudur. İstakoz, aslında siyah iken insan elinde haşlanarak rengini değiştirir, nasıl iştah açıcı bir kırmızılığa uğrarsa, enginar da acı yeşil iken limonla uyuşarak gönle ferahlık veren bir kehribar sarılığı bağlar, rengi lezzetine uyar.". Açık konuşalım, bu satırları okuyan kimin canı enginar çekmez. Hani şöyle çiğ olsa dahi, zeytinyağı limon takviyesiyle gideri vardır. Neyse kitabımıza gelelim.
   Yazarımıza hiç kanım ısınmadı. Yazıların tarihi göz önüne alınınca içerik olarak (özellikle mutfak çerçevesinden) oldukça elitist bir çizgide olduğu görülebiliyor. Ancak tasvirler, tarifler, bilgiler, o naif üslup yüzünden ıskalanmamalı, özellikle boğazına düşkün (nicelik değil nitelik olarak) kitap kurtları muhakkak bir ucundan başlamalıdırlar.   
   Bu paragrafı özellikle yaşadığımız "Yeni Türkiye" çerçevesinde alıntılamak istedim. İşte Yazarımızın "müskirat" hakkındaki pek haklı bulduğum düşünceleri :
   "Ne Şiş Yansın Ne Kebap
   ......
   Zaten içkinin mazarratını azaltmak için alınacak ameli tedbir onu iman bakımından haram belletmek yahut tıp görüşüyle zehirden ibaret göstermek yahut da diktatörce yasak etmek değildir. Evvela piyasaya temiz alkollü içki çıkarmak, hafif alkollülerini ucuzlatmak, sonra da insan gibi içmenin usulünü, adabını, hıfzısıhhasını öğretmektir. Alkolün tahribatını önliyecek olanlar ağızlarına bir damla müskirat koymıyan müteassıplar mıdır ? Hayır. Kararınca içmeyi bilenler, içki kullanmak hususunda en iyi numuneyi teşkil edenlerdir. Alkol kullanmak bugün terbiye ve cemiyet kaidelerinden biri halini almıştır. Devlet ve iş adamları için frak, smokin, dans gibi mesleğinin revacını arttıran bir etiket hükmüne girmiştir. Hatta, "kadehimi şerefinize içiyorum !" denildiği zaman şampanya yerine su dolu bir bardağı dudağına götürmek adeta "benim size verdiğim şeref böyle sudandır !" demek gibi bir şey olmuyor mu ? Alkol içmemek suretiyle sıhhatsiz yahut dikbaşlı fikrini vermek de siyaset ve ticarette oldukça zararlıdır.
   Temizini iç, temiz iç ! İşte içki prensibi... "Kör körüne, gözüm parmağına..." tarzı ne bir terbiye, ne bir hıfzısıhha sistemidir. Vaktim, mevkiim, kanaatim müsaade etse benim kuracağım cemiyet şu olabilir : Ağzına İçenler Cemiyeti. Bunun alkol aleyhtarı bir propaganda teşekkülünden daha çok faydalı olacağına inanıyorum. İnsanların bir kısmı burnuna içiyor, kendini zehirliyor diye adam gibi içildiği takdirde yine zarar verdiği meselesi bir türlü ispat edilemiyen küüllü içkiden ve onun şu karanlık dünyada bize verdiği neşe ışığından kendimizi mahrum etmemiz -bazılarına intihar vasıtası oluyor düşüncesiyle havuzları doldurtmak, denizleri duvarla çevirtmek, balkonları ördürtmek gibi- aklı başında olanları birtakım zevklerinden, menfaatlerinden alıkoymak demektir, mantıksız bir fedakarlıktır.
   Ben, bundan sonra hem münasip miktarda alkol kullanarak İnhisar İdaresi'ni (zamanın Tekel'i) hem de üzerine bir bardak meyva suyu içerek "Yeşilay"ı memnun etmiye bakacağım, zira iki müessese ile de aramı bozmak istemiyorum."
Tan, 16 Ocak 1941
S.415-416
(kelimeler kitapta nasıl yazıldıysa öyle yazılmıştır, hata-yanlış yoktur.)

"Locke" Gerçek Phone Booth

   Ayvınlok otomobile biner filmimiz başlar, otomobilden inmeden film biter.
   Risk budur.
   Ayvınlok, kontağı çevirdikten bir saat sonra işini, evini ve ailesini yitirmiştir. Üstelik bu bedelleri (babasına inat) doğru bir insan olabilmek uğruna ödemiştir. 
   Film boyunca (fiziğini kullanmayan) bir Tomhardi izliyoruz. Kontrol manyağı, doğrucudavut, hafiften de sıyırmış (aşırı oyidipus balataları yaktırır !) Ayvınlok'a kan can veriyor. Sarı otoban ışıkları biraz depresif bir hava verse de, gerilim-bağlantı-düğüm noktaları öyle çok ahım şahım olmasa da (yok betonun kuruması, yok Halil Güllü'nün sezaryene karar vermesi), bir buçuk saat oturup Bay Lok'un nasıl otomobil kullandığını izliyoruz. 
   Benim canım sıkılmadı.
   BMW pek iyi bir otomobilmiş ki, hiç yol sesi almıyor içine diye içimden geçirdim (sayısal çıkarsa BMW alacağım (demek ki hiç alamayacağım, çünkü şans oyunu oynamam)).
   Bu janrda değerlendirebileceğimiz "Phone Booth" daha ciddi (misal : cinayet) gerilim noktaları ve hatırı sayılır bir aksiyonla izleyiciyi yakalamasına rağmen, filmimiz hiç öyle kolay toplara girmiyor, zor olanı seçip hayata yakın bir tretmanla izleyiciyi yakalamayı hedefliyor. 
   Bir noktadan sonra sarıp sarıp izlemek isteyebilirsiniz. Sarmak yerine kapatın daha iyi eğer öyle bir istek duymuyorsanız, sonuna kadar izleyin, bitince bir kez daha düşünün kırılma noktalarını, filmi daha başka değerlendireceksiniz.
   

13 Ağustos 2014 Çarşamba

"Lucy" En eskisinden (3 milyon yaşında) en yenisine !...

   "Çantacının oltasına takılan dejeneratif üniversiteli Lusi, Kore mafyasının karnına yerleştirdiği yeni nesil uyuşturucu patlayınca dünyanın en zeki insanı olur."
   Lukbeson yazmış, yönetmiş. Malumunuz Bay Beson, zamanında "Leon"u, "5.Güç"ü ve bence en iyisi "Derinlik Sarhoşluğu"nu yönetmiş bir insankişisiyken son yıllarda "Artur ve Minimoylar" tarzında animasyonların sığlığına ermiştir. Lusi, kendisinin eski tarzına öykündüğü bir çalışmadır. 
   İki kanallı gelişen bir filmdir. Bir Lusi'ye odaklanıyoruz, bir Profesör Normın'a. Son sahnelerde filmimiz tek kanallı oluyor. Dış ses bir işitilip bir kaybolmakta, dış sesin eşlik ettiği görüntüler ise bazen "Home" bazen direk Neyşınılceyografiden alınmaktadır (av avcı benzetmeleri şık durmuştur, başka !). Bunun yanısıra 1.60 cm.lik boyu ile nasıl o tepikleri attığına hayret ettiğim (tabiyki dublör arakolpa !) Sıkarletyohansın, yaşlandıkça yüzündeki siyah benekler iyice belirginleşip, gözbebekleri göz akıyla karışan Morgınfriimın ve elbette unutulmaz "Oldboy" Minsikçoy holivut tarzı rol kesmekte; sadece Bay Çoy'un çizdiği kötü adam kompozisyonu hatırda kalmaktadır (yiğidi öldür hakkını yeme : Bay Beson kötü adamları iyi çalışıyor.). 
   Hani bazı filmlerin verdiği duygular vardır, bunu göstermeden yaparlar (iyi sinema), bir de kör gözüm parmağına mesaj vermeye çalışan filmler vardır (uç örnek : le ecole de fortifiedreddishrose cinema). Lusi, diyeceklerini bilimsel temele oturtmaya çalışan ancak bunu halivut stayla yapmaya çalışan bir kordela. Bir tek "- Beynimin kapasitesi arttıkça, insani duygulardan uzaklaşıyorum." repliği kalmış aklımda. 
   Ve fakat "yemişim mesajı, duyguyu. Bu gece hoplamalı zıplamalı fantastik kuntastik güzel bir film izleyeyim." modundaysanız, her türlü gideri vardır. 

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Kısa Kısa Film tanıtımları...

    Eskisi kadar sıklıkla olmamakla birlikte filmleri izliyor, izliyor ama şuraya iki satır çiziktirmekten imtina ediyorum. İçimdeki suçluluk duygusunu biraz olsun bastırmak ve arşive almadığım ama hakkında hatırlanmaya değer bulduğum kısacık notları yazayım bari burda.
   Sıralamamız ise tamamen ticariden ticari olmayana doğru yapılmıştır.

CAPTAIN AMERICA : THE WINTER SOLDIER
Bildiğiniz holivut tarzı aksiyon. İki saatten de fazla sürüyor ama her nasılsa sıkılmıyor insan. Aksiyon sahneleri güzel. Verilen mesaj da fena sayılmaz. Aklımda sadece "insanları güvenliklerini sağlamak için, özgürlüklerini feda noktasına getirdik." diye bir replik kalmış. Dikkat buyurunuz ! holivut bile bu jargonu kullanıyorsa aykuu seviyesi  düşük vasataltıhamburgerbazlıbeslenen sinefil dahi bu mesajı almaya hazır hale gelmiştir. O halde size bize daha fazla iş düşüyor.

DAWN OF THE PLANET OF THE APES
Temcit pilavı gibi ısıtılmış ısıtılmış ve tekrar ısıtılmış serinin son serisi iyi bir başlangıç yapmıştı. Maymunlar ormanda kaybolduklarında ortaya çıkan salgın, serinin ikinci bölümünün nasıl olacağı hakkında bir ipucu veriyordu. İkinci bölüm, birinciye rahmet okutuyor. Mantık gibi kısıtlayıcı bir olgudan tamamen azade olan senaryo, birazcık aksiyon sosuyla kendini izlettirmeyi amaçlıyor. Abrahamlinkılna benzeyen Sezar, seyrek bıyıklı asabi bir şahsiyetin hacıyatmaza benzeyen eşine benzeyen Sezarın karısı ve dâhi tüm maymun taifesi pek gerçekçi yaratılmış. Ve fakat izlediklerimizin CGI olduğunu düşünürsek yarı animasyon izlemiş gibi oluyoruz. Gaddar sıcaklarda, klimalı salonlarda serinleyeyim bari düşünen sinefili serinletirken (senaryoya fazla takmamak kaydıyla) eğlendirebilecek filmdir.

SABOTAGE
Eski Kaliforniya Valisi'nin politikayı bıraktıktan sonra (afişine de baktıktan sonra) pek b.ktan olduğunu tahmin ederek başına oturduğum ama beni pek ters köşeye yatıran filmdir. (belki çıta düşük olunca tüm filmlere olan budur.) Polisiye bir ihanet öyküsü, karakterler iyi işlenmiş, aksiyon pek göze batmadan iyi şekilde verilmiş, senaryo ve kurguda bir sorun yok. Arnıld her zamanki gibi rol yapıyor (yapamıyur). Ama afişe bakıp aldanmayın, eli yüzü düzgün bir polisiyedir.

DIVERGENT
Açlık Oyunları vesaire kuntastik edebiyatın gençlere iyi hitap edip "bu işte ekmek var" diyen yapımcıların yeni bombası olduğunu tahmin ettiğim filmdir. Ancak efekt kullanmayıp sadece distopik bir gelecek inşa eden yönetmenler fakiri şaşırtmıştır. Başrollerde (ağladığında elmacık kemiklerinde gamzeler oluşturabilen) adını sanını duymadığım, dikkat etmezse ilerde balıketi ötesine geçecek bir kızcağız ve devamlı klark çeken yeteneksiz bir delikanlı var. Eşlicad'a yazık olmuş. Hayal edilen dünya ve görüşler insana ilk anda cazip gelse de devamı için çekilen gençlik filmlerinden biri daha sevgili sinefiller. Çok boş vaktiniz varsa.

JODOROWSKY'S DUNE
Alehandroyodorovski diye Şili'li bir yönetmen var. Überkuntastik bir şahsiyet. Hepi topu dokuz tane film çekmiş. Ama ne filmler. Benim gibi sinemaya meraklı bir şahsiyete bile fazla gelen peliküller. Ne vahşi metaforlar, ne ilginç sekanslar, anlatmakla olmaz, izlemek gerek. İşte bu renkli abimiz taa 70'li yılların başında Frenkhörbırt'ın Dune serisini filme çekmeye karar veriyor. Belgesel bu süreci inceliyor. 
   Yodorovksi her şeyin en lüküsünü arıyor. İmparator'u Salvadordali (misal : dali oynadığı her dakika için yüzbin dolar istiyor (çareyi ustayı beş dakika oynatmakta buluyorlar)), Vladimir'i Orsonvels canlandıracak. Tretman çizimlerini Mobius yapacak, müzikler dönemin hit grubu Magma'nın olacak vs.vs. Bir dereceye kadar da başarıyor ancak bütçe otuzbeşmilyondolar kadar tutunca kimse ilgilenmiyor (oysa günümüzde o bütçeyle ancak indifilmler çekiliyor). Proje rafa kalkıyor. Sonra Deyvitlinç çekiyor Dune'u. Yodorovski helecanla izliyor filmi. "İzlemeye başlarken çok korkuyordum, çünkü linç bu filmi çok iyi çekebilirdi." diyor. "sonra korkum geçti çünkü film gerçekten başarısızdı" diye de ekliyor. Neyse bu aşamalar falan aslında hep detay. Aslolan : insanın içinde varolan sinema yapma aşkının gözler önüne serilmesidir. Yodorovski için sorun asla para değil, boksofisler bilet satışları değil. En önemlisi çektikleriyle insana dokunmak kaygısı, zihnindekileri aktarma kaygısı. Bunu çok net olarak görebiliyorsunuz. 
   Bu açıdan her sinefilin görmesi gereken, arşivlik bir belgeseldir.

MOOD INDIGO
   Boris Vian zor yazar. "Günlerin Köpüğü"nü yazmış. Hayalgücüne erişebilmek için normalden fazlası gerektir.
   Maykılgondri de zor yönetmen, "Uykunun Bilimini" çekmiş, izleyebilmek için hafif balataları sıyırmış olmak gerektir.
   Yani kurufasulye pilav gibi uyuşmuşlar.
   İlk sahnelerden itibaren Gondri etkisi kendini gösteriyor. Vian ise sadece senaryo belirleyicisi olarak kalıyor. 
   Kolin ve Kloyi arasındaki hüzünlü bir aşk hikayesidir anlatılan. Açılış felaket renkli hatta renkliötesidir. Karakterler fantastik hatta kuntastiktir. Aşık olmak nefistir, algıları açar. Sonra hayat acımasızca gelir. Camlar bulanmaya başlar, mekanlar daralır, renkler solgunlaşır. Gondri görsellikle senaryoyu öyle ustaca bağlıyor ki, filmin sonlarına doğru ekranın neden siyah beyaz olduğunu ve hatta en sonlara doğru görüntünün sadece merkezde görünmesini sorgulamıyoruz. Zira başka türlüsü mümkün değildir.
   Jöne tarzı gerçeküstücü değil bilakis gerçeğin gerçeküstü olarak çok gerçekçi bir yansımasıdır (Allaam ne dedim ben ?).
   Hülâsa, düz sinemayı sevmeyen sinefiller ıskalamasındır. (sinemayla benim futbolla ilgilendiğim kadar ilgilenen Kızıcığım (ki dünyanın en güzel kızıdır) dahi ilgiyle izledi. O derece...

THE LUNCHBOX
   Son derece sahici bir filmdir.
   Bana Vefa'daki açıkhava sinemalarını hatırlattı ve kendi kendime "keşke filmi orada çekirdek çıtlayıp, buz gibi gazoz içerek izleyebilsem." dedirtti.
   Bir karışıklık sonucu hayatı kesişen iki mutsuz insanın, kaderlerine karşı koyarak yaşadıklarının anlatıldığı filmde, ancak dikkatli sinefilin sezebileceği küçük detaylar bu güzide kordelayı daha da güzide yapıyor.
   Bolivut, holivuta feyk atmış ve sinemanın aslında nasıl bir şey olduğunu, iyi film özlemi çeken sinefile hediye etmiştir.
   Oyunculuklar abartısız ve gerçekçi, müzikler, ışıklar, senaryo her şey olması gerektiği gibidir. Ayrıca olayların geçtiği coğrafya ve filmimizin ismine konu olan sistem araştırılmalara sezadır. Coğrafya ve kültürün çok farklı olmasına rağmen insana ait duyguların evrensel olması ise naneli limonatadır.
   Filmimizin sonu da olabilecek yegane şekilde çekilmiştir. Siz nasılsanız, sonu da öyledir.
   Diyeceğim : bir on dakika izleyin, sararsa rahat sonunu getirirsiniz. Değilse kapatın gitsin. Kapatanlar zaten bu günceyi de okumayanlardır.

THE ZERO THEOREM
   Sinemada Terigilyım etkisi vardır. İnanmayan "Brazil"i bir izlesin. 80'li yılların sonunda izlediğimde (o zamanlar, filmler beş on yıl gecikmeli gelirdi güzel ve yalnız ülkeme) (ki o zaman bile İstanbul Sinema Günleri'nde (evet eski adı bu idi) Şişli Kent'te izlemiştim) "bu ne ?" demiş ve video furyasında video kasetini bulup arşivlemiştim. O derece...
   Balıkçı Kral, 12 Maymun, Dr.Parnassus, Montipiton işleri hep bu uçarı zihnin ürünüdür. Seven sever, sevmeyen tahammül edemez. 
   Bay Gilyım eski günlerin kredilerini kullanıyor.
   Hepi topu dört mekanda çekilen (yalnız mekanlar da mekandır hani), açılış sahnesinde bizi Kristofırvoltz'un kıç çatalının karşıladığı (asla tesisatçı olamaz ama Bay Voltz, o potansiyel yok !), geleceğin dünyasının pek acımasızca betimlendiği, senaryonun genelinin "Brazil"e göndermelerle dolu olduğu bu film, sadece "Brazil"severlere (var böyle bir kitle, azlar ama varlar) tam hitap eder, bilimkurgu tutkunlarına az hitap eder, düz sinema izleyicisine teğet geçer, dizi izleyenler ise koşarak uzaklaşmalıdırlar.
   Arakolpa da bir daha bu kadar film biriktirmemelidir.

3 Ağustos 2014 Pazar

"Başkaldıran Kurşunkalem" Ferhan Şensoy'dan Kişisel Yakındönem Türk Tiyatro Tarihi

   Uykudan önce kitap okuyan kitap kurtlarının uzak durması gereken kitaptır. (bu fasılı sonra izah ediciiz)
   "Kalemimin Sapını Gülle Donattım" ile başlayan bibliyografikanısalözyaşamöyküsü "Başkaldıran Kurşunkalem" ile tam gaz devam ediyor. Rukiye Hanımın torunu Bay Ferhan'ın üslubuna aşinaysanız şaşırmayacaksınız, değilseniz ilk bölümden sonra "bu neymiş yav !" iç geçirmeleri ile dalacaksınız tuğla kesafetindeki (540 sayfa) eserimize. 
   Fransa-Kanada konkurhipikinden sonra Türkiye'ye yönelen rotası; genç Ferhan'ı nerelere atar ? Kimlerle eğleşir, neler yapar, neler yazar ? Konumuz budur. 
   Doğrusal bir yazım sürecinde halim selim okuma yapar iken aniden beliren bir karakter, sonraki bölümü taa F.Ö. (Ferhan'dan Önceki) zamanlara sektirme yapar. Hazırlıksız okur için "Nooluyoruz ? Bunlar kim ?" dedirtebilecek bu ilginç okuma, ilk ikiyüz sayfadan sonra kabullenilir, içselleştirilir ve hatta olaya yeni dahil olan kişiler için böyle "balkondan düşen" tarzda bölümlerin olması beklentisine girilir. 
   Bay Şensoy çok şanslı bir karakter. Yaşayakaldığı ve ürettiği yıllarda çevresinde inanılmaz çeşitlilikte ve yüksek sanat seviyesinde kişiler var. Üstelik "yüksek sanat" derken, memleketim yüksek sanat çevresinden bahsediyorum. Yoksa bir İsveç'teki "yüksek sanat" cemiyeti, bizimkilerden hayli farklıdır zaar. (zaar !!) Tanıştığı kişiler, beslendiği kaynaklar, (elbette ki) eğitimi ve kökenleri açısından Bay Ferhan üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Kimi günler hem televizyon skeci, hem tiyatro oyunu hem reklam cıngılı üretimi (aynı anda) kimi zaman ise turnede yazılan kitaplar, oyunlar takır takır yazılıyor (Bay Şensoy daktilo kullanıyor). 
   Okurken, kullanılan tıngırdaklı kelimeler (ki tirbüşon yerine kullanılan "çekmantar" favorilerimdendir), kendi aralarındaki jargon ("- Bazı biralar içmemiz gerekmektedir efenim !"), olayların mizahi akışı, yanlış bildiğimiz doğrular (misal : ben Mete İnselel'i softporno aktörü olarak bilir idim. Burada onun bambaşka bir insan olduğunu öğrendim. misal2 : Ayfer Feray'ı pek de iyi bilmezdim. Burada onun da Madame Dö Feray olarak pek değişik yüzlerini okudum, misal3 : Özcan Özgür'ü sıkı alkolik olarak bilirdim. Burada sıkı alkolikliği yanında pek iyi aktör olduğunu öğrendim, bu misaller uzar gider), bilhassa olayların hiç durdurak vermeden mp5 seriliğinde f1 hızında akıp gitmesi okumaya kendini kaptıran kitapkurdunun tansiyonunu yükseltir, digerkâmlık pik yapar ve uykular kaçar (bu da ilk cümlemizin uzunca bir izahıdır.). 
   Alıntılanacak pek çok şey var. Sadece birini aşağıya alıyorum. Varın ortamın kesafetini tahmin edin. Bu arada yaşanan siyasi gelişmelerin de sokağa ve kültüre yansıması es geçilmiyor. Bu açıdan yapılan tespitler günümüzde de geçerliliğini koruyor. 
   Velhasıl : tiyatroya, sanata, mizaha, yakın tarihe ilgi duyuyor, okurken sıkılmamak istiyorsanız hararetle öneririm.
ALINTI :
"Demircan'ın yeri kalabalık. Tüm masalar dolu. Arka orta masada Bedia Muvahhit, Vasfi Rıza Zobu, Leyla ve Hamit Belli, Mutlu ve Metin Sügan neşeli bir muhabbet içindeler. Vasfi Rıza patlatıyor espriyi, Bedia Muvahhit gelişine vuruyor katlamalı karşı espriyi. Muntazaman kahkahalar yükseliyor masadan. Bu ikilinin bir araya gelmesi her zaman müthiş bir şov.
   Duvara bitişik dip masayı sinemacılar parsellemiş. Barın önünde çift sıra oluşmuş. Barda oturma şansına sahip olanlar; Turgut Boralı, Orhan Çağman, Erdinç Üstün, Uğurtan Sayıner, Bilge Zobu, Kemal Sunal, Erdinç Akbaş, Tuncer Necmiğlu, Hadi Çaman, Yüksel Gözen ve barın sol köşesinde gülümsediği nadir görülen korkutucu adam Dinçer Çekmez.
   Dipte bir masada yalnız oturan efkârlı Aydemir Akbaş. Onun yanındaki masada başkentten gelmiş takım elbiseli, boyunbağlı, televizyon yapımcıları, masalarında haftaya ünlü olma adayı şuh hatunlar. Giriş kapısının solundaki masaa Tolga Aşkıner ve Nisa Serezli oturuyor."

KONUDAN İLGİSİZ TESPİT
  "Âyinesi İştir Kişinin Lafa Bakılmaz" en önemli mottolarımdandır. Kitabı (ve önce kitabı) okurken farkettim ki tiyatro yapmak zor zenâat (üretmek sanat da, yürütmek ve sürdürmek bayağı bayağı zenâat sayılır bence). Bay Şensoy'un nefesi kokmasa da, aldığı telifler haricinde ekonomik durumu pek hallice değil. Hep yokluklar, hep parasızlıklar. Bu ahval ve şerait içinde dahi Bay Şensoy "Ses Tiyatrosu"nu abâd etmiş (Babacığımın dükkanı 20 m. ilerideydi oradan biliyorum). Bir zamanların şaşaalı bir oyun salonuyken seks filmleri gösteren viran sefil bir sinema salonu haline dönüşmüş bu salonu eski günlerine döndürmek cesaret isteyen bir işti ve Bay Şensoy bunu sadece tiyatrodan kazandığı parayla yaptı. Bu 1.
   Geçen Rasim Öztekin'le bir ropörtajı izledim. (sanat dünyasında birbirine bok atmak esastır) Dedi ki "Şimdi emekliyim. Sağolsun Ferhan, en zor dönemlerimizde dahi bizim emekli keseneklerimizi yatırmayı ihmal etmedi, tiyatroculukta bu pek zordur, kimse bilmez. Onun sayesinde bugün rahatım." Bu benim için önemli. İnsanın para hesabı yaparken, çalışanlarını ihmal etmemesi önemli. Bu 2.
   Bu küçük detaylar belki kimsenin dikkatini çekmez ama benim için önemli. O yüzden bir çok kişiye; burnu büyük, ukala gibi gelen Bay Şensoy'un benim için pek müstesna bir yeri vardır. Ne zaman kapımı çalsa, gözüm başım üstünedir.

"The Double" Doppelganger Filme Giriş.

   Dostoyevski'nin "Dvoynik" adlı romanının sinematikleşmiş halidir. 
   Norveç Nijerya melezi Bay Ayoade, zamanında değeri bilinmeyen ve şizofreniyi şükela bir şekilde anlatan bu zor romanı kendisine göre yorumlamış.
  Geçmiş ve distopik bir zamanda yaşayan Saymın, etkisiz elemandır, filigrandır ve hatta transparandır. Yedi yıldır çalıştığı işyerinde kimse onu tanımamakta, Annesi adam yerine koymamakta (ve hatta kimse adam yerine koymamakta), tam bir kakılmış portresi çizmektedir. Bir gün şirkete onun klonu gelir ve işe başlar. Ceymz adlı klon Saymın'ın zahiren aynı olsada dahilen tam zıttıdır. Olayla gelişir.
  Geçmişi konu almasına, çoğunlukla kapalı mekanlarda ve sarı ışıklar altında (gel de Bay Jöne'nin "Şarküteri"sine selam sarkıtma !) geçmesine rağmen alışılagelmiş sinema dilinin daha ötesinde bir ortam yaratılmış ve özellikle ilk yarıda sığ sinefillerin dahi ilgisini çekecek bir yapım olmuştur. 
   İkinci yarıdan itibaren diyalogların hızlanması, sahnelerin ardı ardına hızla ilerlemesi, bazı metaforik ögelerin derinleştirilememesi (albay, anne, güvenlikçi arap), sığ sinefile filmi sardırabilir, sıkı sinefile ise "nooluyoruz yav" nidaları eşliğinde bir pipo daha tükettirebilir (ayniyle vâki). Zannımca burada yönetmen Saymın'ın alter egosu mu desek, doppelganger'i mi desek ne b.k desek bilmem Ceymz'in onu yavaş yavaş hazmetmesini hissettirmeyi amaçlıyor. 
   Her ne kadar ikinci bölüm kafayı biraz karıştırsa da; oluşturulan atmosfer, mükemmel kostümler, retro müzik, ilginç kamera açıları, bir hızlı bir yavaş akan zaman, odasından karşı pencereyi gözetlerken Hiçkok'un "Arka Penceresi"ne çakılan selam, kifayetsizliği yüzünden kıçını ıslak havluyla dövme isteği uyandıran hep iki numara büyük takım elbiselerle gezen Cesiayzenberg, "al evde besle" hissi uyandıran Miyavasikovska yüzünden çok düşünmeyi göze alan sinefile önerilir. Çocuklarla izlenmez, ısrar etseniz bile izlemezler. O derece...

2 Ağustos 2014 Cumartesi

"Erken Kaybedenler" Ergenlerin Manifestosu.

   Sekiz öykülük, 141 sayfalık, bir günde bitirmelik kitaptır. Okurken hem gevrek gevrek hem acı acı gülümsetir insanı.
   Sekizden onyediye yurdum erkek ergeninin kaotik dünyası, Bay Serbes'in su gibi akan üslubunda teşrih masasına yatırılıyor, güzel bir otopsi yapılıyor, tartım ve yorumlama ise okura kalıyor. Bu didikleme sırasında birbirinden süpersonik karakterler okurun gözünde canlanıyor sanki. Benim gibi düşünen başkaları da olacak ki "Anneannemin Son Ölümü" kısa film, "Üst Kattaki Terörist" tiyatro oyunu olmuş. 
   Son kitabı "Deliduman"daki başkarakterin çok benzeri Holdınkolfiyıld'lar burada da sekiz tane olarak var. Hepsinin ayrı atarı, ayrı üslubu (ama aynı tarz içinde), ayrı karakteri vardır (ama aynı tarz içinde). 80 ve 90'lı yılları güzelce özetler bu karakterler, ikibinli yıllara da selam çakarlar. 
   Özellikle "Üst Kattaki Terörist" beni "başkalarının şapkasını takmak" duygusunu yaşattığından iyi etkiledi. Diğerleri de güzeldir ama o daha başka bir güzeldir. İkinci ve hatta üçüncü okumaları hakkettiğinden (evet çift "k" ile) daha ayrıntılı bir güncellemeyi daha sonraya bıraktım ama okumadıysanız okuyun. O derece...

"Going Postal" ve Fantazya Nedir ?

 
    Türk Dil Kurumu'nun güncel Türkçe sözlüğünde "fantazya"nın anlamı yok "fantezi" dediğinizde karşınıza fantazya çıkıyor. Bir de ilave olarak "sonsuz, sınırsız hayal" var. Her halûkarda elimizde bir "hayal" kavramı var. Hâl böyleyken Bay Teripireçıt bir diskdünya kavramı yaratıp fantastik edebiyat sevenlerin beğenisine sunmuştur. Geç keşfettiğim ve eserlerini yalayıp yutmaya henüz başlamadığım yazarın bir TV mini dizisi olarak yayınlanan Going Postal'ını da dün gece bitirmiş bulunmaktayız. 
   Üç saati beş dakika aşan süresiyle, son derece iddiasız kastıyla, mütevazı CGI efektleriyle bas bas "ben televizyon yapımıyım" diye bağıran iki bölümlük bu dizi sinefili kendisine sadece senaryosuyla bağlamaktadır (bu da hiç az şey değildir.) Fantazyanın tüm gerekleri yerli yerindedir. 

   Hayali bir dünya yarat, ama bizim yaşadığımızla da benzerlikler göstersin (diskdünya). Olmasını istemediğin şeyleri koyma (ki Bay Preçıt eserine hiç silah koymamış (polis gücünün başındaki afet sarışın aslında bir kurtkadın ama), dinsel ögeleri ise "kutsal timsah" boyutuna indirgemiş; buna mukabil yaşadığımız tüm garabetlikleri es geçmemiştir). Bir insanın değişimini eksene oturt (ki Moist Von Lipwig iyi bir örnektir).

   Burada Riçırdkoyl adlı oyuncuya mavi paragraf ayırarak, ağ güncemde konudan sapmayı düzgün bir kaideye oturtmak kaygısındayım. İş bu kişinin; oyunculuk yetenekleri vasatın üstünde olsa da fiziksel özellikleri olarak iki ilginç detaya dikkat çekmek isterim. İlk bölümdeki sakallı haliyle Jethro Tull'ın überkarizmatik solisti ve fülisti Ian Anderson'a olan benzerliğiyle, daha sonraki cillop haliyle de kalbimizde hep müstesna bir yer eden Danny Kaye'e olan benzerliği şaşırtıcıdır. Ayrıca Adora'ya can veren Kleyrfoy da Penidredful'daki Evagriine rol modeli olmuştur kanımca (benzerlik, gözden kaçırılacak gibi değil).


   Vereceğin meşazları sekans aralarında zarifçe ver (ki burada mektuplar için yapılan güzellemeler, fakirin aklını başından almıştır (misal :  "Şebekeler (burada internet ve telefon kastediliyor), eğer Genua'daki market fiyatlarını öğrenmek isterseniz iyi ve güzel, ama şebekeyi sevgi dolu bir öpücükle mühürleyebilir misiniz ? Şebekelere göz yaşı akıtabilir misiniz ? İçine bir çiçek koyabilir misiniz ?"). Başka bir misal vermesem içim şişer : "Kitaplara saygılı davranmak gerek. Onları iliklerimizde hissederiz, çünkü kelimelerin bir gücü vardır. Yeteri kadar kelimeyi bir araya getirirsen, uzayı ve zamanı bükebilirsin. Sana halusinasyonları yaşatan da işte bu. Kelimeler öldürmez. İnsanlar öldürür. Vahşi hayvanlar öldürür. Ama kelimeler, kelimelerin tamamen başka bir gücü vardır. Gözlerimizden ve kulaklarımızdan girerler ve ruhumuza ulaşana kadar devam ederler.".
   Netçede televizyon için yapıldığından senaryoyu IQ seviyesi 60 düzeyinde olanlar için revize et. Kötüler, iyiler, iyilerin zaferi, yancı karakterler her bir şeyi tamamla. Üç saate yay. İşte tamamdır. Going Postal tüm bu unsurları bir araya getirerek izleyicinin kafasını pek yormadan hoşça bir üç saat geçirmeyi vâdediyor. 
   Gayet saran bir ilk bölümden sonra yer yer aksayan ikinci bölüm biraz gözkapaklarını zorlasa da finale kadar uyuklamadan gelmeyi başarabiliyoruz.
   Fantastik edebiyatı ve sinemayı sevenler rahatlıkla izleyebilir, çoluk çocukla da gider ama ilgilerini çeker mi bilmiyorum.