27 Haziran 2024 Perşembe

"Kızıl Gökyüzü" Petzold'dan Katman Üstüne Katman.

   Petzold yine yapmış yapacağını. İlk yarının sonunda "eve mi gitsem?" diye düşünürken (açıkhava sinemalarının ikinci yarısı Ankara'da ürpertici oluyor (bozkır zaar)) kaldım izledim, iyiki de öyle yapmışım.
   Leon biraz sığır, Felix ise dünyalar tatlısı bir çocuktur. Felix'in ailesinin yazlığına giderler. Leon ilk başarılı romanından sonraki ikinci romanının çatısını çatmak üzeredir. Felix güzel sanatlara başvuru portfolyosunu hazırlayacaktır. A o da ne! Evde davetsiz bir misafir vardır Nadja (Petzoldun daha önce çalıştığı Polabeer). Derken üçlüye kurtarma yüzücüsü (cankurtaran değil) Devid (aynen böyle yazılıyor (doğu Alman gariplikleri)) ve Leon'un yayıncısı Helmut da dahil olur, olaylar gelişir.
    İlk yarı düz yaz filmi gibi ilerlerken ikinci yarının sonlarına doğru Petzold yapacağını ardına koymuyor ve izleyiciyi şöyle bir şaşırtıyor ve sonunu bağlamıyor. Artık meşrebinize göre nasıl yorumlarsanız. 
   Film bitince yazıları okumak için değil henüz gördüklerim tazeyken "du bakalım neler oldu?" diyerek koltuğumda oturakaldım. Ne yalan söyleyeyim Leon'unkine benzer bir kabuk ördüğümden kelli (kelli!), karakter hiç hoşuma gitmese de kimi benzerlikler buldum (işte bu da çok hüzünlendiricidir (film karakteri üzerinden özeleştiri yapmak)). 
   Şu aralar yaşadığım film kıtlığında iyi gelmiştir, öneririm yani.

26 Haziran 2024 Çarşamba

"Büyük Defter", "Kanıt", "Üçüncü Yalan" Üçübiryerde.

 Serkan Keskin'in bir ropörtajından yola çıkarak başladım. Oyuna uyarlamaya çalışıyorlarmış (zor!). İnsan hayatta ukala dümbeleği olmamalı. Fakirde biraz dümbeleklik var. Diyordum "tüm iyi romanları bitirdim" (eski şevkle okuduğum metinler pek azaldı zirâ (zirâ!)). B.k bitirdin!
   Üçlemenin ilk kitabı "Büyük Defter" beni olduğum yere mıhladı. 1 günde bitirdim (ki seyir de yapıyordum bu esnada). 2nci kitapta ("Kanıt") tempo biraz yavaşladı, üçüncüsünde ("Üçüncü Yalan") iyiden yavaşladı (nitekim biter bitmez bir kere daha okundu (işler karışıyor çünkü)). 
   Savaştaki bir kentten kaçırılan ikizler, anneannelerine emanet ediliyor (neneye cadı diyolla yaşadığı küçük kentte (haksız da değiller)). İkizler yaşayakalmaya çalışıyorlar. Yıllar geçiyor. Lanthimos'un "Kyodontas"ını da çağrıştırdı, Kosinski'nin "Boyalı Kuş"unu da. Ama hepsinden farklı bir şeydi. Yazarımızın yaşamı, yazdıklarıyla bazı benzer tarihi süreçlerde ilerlemiş. Umarım yazdıklarında otobiyografik unsurlar yoktur (öyleyse fena!). Bugüne kadar nasıl okumamışım bilmem. Şiddetle (ne işim olur şiddetle!) hararetle öneririm. Tek ikazım: belli bir yaşın altındaki kârilerin uzak durması olabilir (içinde ensest, pedofili ve sıradanlaşan (ama çok aşırı) bir şiddet var).

"Kazkafanın Kitabı" Bekleneni Verir!

   Agnes ve Fabienne, ikinci savaşın sonunda sefalet içinde bir kırsalda birbirini bulan iki ruh. Agnes yazmaya yetenekli, Fabienne'de ateşleyici ruh var. Bin türlü yokluk içinde kitap yazmaya hallenirler, başarırlar da. Olaylar gelişir.
   Girizgahta yazar okuru şöyle bir sarsıyor (fularımı takıp düşündüğüm anlar oldu), ilk bölümün ilk paragrafları da öyle. Sonrası düz ilerledi. Düz diyorum bakın! Deniz üstünde olduğum ve demirlediğim uzun zamanlarda bile "du bakayım nerede kalmıştım" diyerek saldırmadım kazkafanın kitabına. Evcimen bir istekle açtım sayfaları. Sonra yazarımızın tezkiresini okudum ve gördüm ki Bayan Li'nin kızı Yiyun; şu mavi küremizin (şu an için) en yayılmacı ülkesinin saygın bir üniversitesinde yazarlık dersleri veriyormuş. İki hücreli beynim bir anda aydınlandı. Yiyun Hanım, başarılı bir roman için gereken tüm kriterleri yerine getirmiş, olmuş mu? Olmuş. Nedir: sanatla zenaat arasında bir yerlere koydum. Yüksek bir ilham değil çünkü (bir yazmasaydım delirirdim durumu değil de Sai King'in dediği gibi (yahut Haldun Taner'in) "her gün 20 sayfa yazmak zorunluluğu gibi). Yine de önerir miyim? Elbette. 

10 Haziran 2024 Pazartesi

"Gönül Bir Yel Değirmenidir Sevda Öğütür" Günümüze bile modern!

   Ne özlemişim Hüseyin Rahmi okumayı. Aradan rahat 20 yıl geçmiş, oturduğum sokağın adına (yazarımızın adını vermişler ve pek latif bir sokak) ismi de ilgimi çekince başladım.
   224 sayfa, hiç sıkmıyor. Başlarda "amanın feministler okumasa bari!" dediğim anlar, ilk yarıdan sonra "amanın maçolar okumasa bari!"ye evrildi. Neticede her ikisinin de okumasında çeşitli faydalar olduğuna karar kıldım.
   Sergüzeşt ve pespaye bir adam, oldukça da sığ. Ailesi kendinden kültürlü bir kadınla başgöz edip evlendiriyor. Karşı köşke ise Allame namıyla mülakkap bir filozof ve onun oldukça sığ eşi taşınıyor. Olaylar gelişiyor. 
   Yazarımız bu ilginç konuyu tatlı tatlı işlerken Allamenin söylevlerinden aklınıza gelecek her konuda farkına varmadan bilgileniyorsunuz. Bu zamanın hallerinden (geçmiş, şimdi ve geleceğin aslında bir olmasından), grafolojiye kadar geniş bir yelpazede gerçekleşiyor. 
   Haz alarak okudum ve üstadın okumadığım başka romanlarına da ilgi göstermeye karar verdim. Öneririm.

2 Haziran 2024 Pazar

"Çingeneler" Belgesel Kitap!

   İsmini daha önce duymadığım Osman Cemal Kaygılı ilginç bir adam. Mahmut Şevket Paşa suiskastine katılmaktan Sinop'a sürgün yemiş. Vapur biletçiliği, sütçülük, pazarcılık, tiyatroculuk, öğretmenlik yapmış (kimbilir başka neler yapmıştır). Mizah dergisi çıkarmış. Daha neler! Çağdaşı Sait Faik, kendisi ve işbu eseri hakkında pek güzellemeler döşemiş. 
   256 sayfalık kitabımız zamanının gazetelerinde tefrika edilmiş (yani bölüm bölüm yayımlanmış). Bu usûl size garip gelmesin. Hepinizin bildiği İnce Memed bile gazete tefrikasıyla neşredilmiştir. (kalemden geçim zor zenaat!). Nesir kısmı bittiğinde dönemin fotografileri verilmiş (bolca). 
   Kitabımızın konusu yoktur. İrfan namıyla mülakkap bir hovardanın çingene aşklarının peşinde koşması anlatılır. Üslup acaip akıcı, diyaloglar, olaylar çok gerçektir. Muhakkak ki yazarımız bu sergüzeştin içinde yaşamıştır. 
   Fakir, yeniyetmeliğinin bir döneminde çingene mahallesine komşu bir mahallede yaşamını tatlandırdığındandır, yazılanlara bir aşinalık içindedir. Misal: kitapta çok renkli bir şekilde yaşanan çingene kavgalarına şahitliği vardır. Yazmakla olmaz, görmeniz gerek. Gördükten sonra eski siz olmazsınız!
   Hülâsa: dönemin ve "buçuk millet" olarak adlandırılan çingene kardeşlerimizin yaşantılarının nasıl olduğunu merak eden, İstanbul'un o zamanki fotoğrafını görmek isteyen kâriler pek seveceklerdir.

"Furiosa" Zenaatın İyisi.

   Corcmillır, medmeks çeker de gidilmez mi? Haftasonunu zor bekledim. Ankara'da mukim bir insankişisiyim. Cumartesi Büyülüfener'de (ki metropollerde "sinema" olarak kalabilen ender mekanlardandır (yoksa (kavaklıdere "kült"ü saymazsak) tek mi demeli)) izledim. 19:30 gibi makul bir seansta gitmeme karşın salonda tek başımaydım. Sinema ölüyor mu?
   Neyse bu başka konu. 
   79 yaşındaki ustamızın sinema sanatıyla falan hiç ilgisi yok (yönetmeni diyorum!). Kendisi pek mahir bir sinema zenaatçısı. Hiç öyle metafor kutafor koyayım, şuraya şöyle bir subliminal mesaj yerleştireyim demiyor. Dan dan dan filmini çekiyor, ama ne çekiyor.
   Filmimiz uzun süresine (2s28d) karşın sinefilin dikkatini hiç düşürmeden sonuna kadar şıpınişi gelmeyi başarıyor. Bir tek sonuna doğru antagonistin azıcık felsefi tiradı biraz sıkıyor (usta azıcık sanat yapayım demiş) onun haricinde bombastik bir prodüksiyon izliyoruz. Prodüksiyon ne demek: prodüksiyon ürün demek. Ama bu ürün öyle market raflarında bulabileceğiniz bir ürün değil. Şöyle anlatmaya çalışayım. Sosyete marketi makrolarda satılan hazır mantılar da üründür, Kayseri'de Elmacıoğlu İskender'de yediğiniz mantı da üründür. Corcmillır, evet mantıya yeni bir yorum katmıyor ama lezzetli bir mantı yiyeceğinizi garanti ediyor. 
   Bu pimpirikli eleştirel gözler, en kalabalık, en aksiyonlu sahnelerde bir kusur aradı istemsizce. Yok arkadaş! 
   Filmimizin konusu pek beylik, fazlaca da önemli değil. Yönetmen; sadece iki ünlü oyuncuyla (ki biri pek sakil, diğeri de takma burnuyla aslından pek farklı) güzel bir mantı yapmış. Füzyon mutfağıyla denemeler yapanlara banal gelse de, şikemperverler seveceklerdir. 
    Gündemden uzaklaşıp, idin idin derinliklerindeki destrodoyu (ne hayındır o!) tatmin etmek için hararetle öneririm.






23 Mayıs 2024 Perşembe

"Perfect Days" Küçük Şeyler.

   Murakami'nin romanlarında olan döngünün benzeri var filmimizde. İlk bir saat neredeyse birbirinin aynı olan bir rutini izlediğinizde (oysa aynı değildir döngüler, görmesini bilenlere ne farklılıklar vardır) düz sinema izleyiciyseniz oflarpuflar çekebilirsiniz. Eğer zaten bunu yapıyorsanız kapatın gitsin. Sonrası da size bir şey vermeyecektir.
   Hirayama'nın rutini var. Alarm kurmaksızın, sokaktaki süpürgenin sesine uyanır. Evden çıktığında ilk yaptığı gökyüzüne bakıp gülümsemektir. İşini savsaklamadan, büyük bir titizlikle yapar (Hirayama tuvalet temizlemektedir). Saatini yalnızca tatil günlerinde takar. Bisikletini park etmeye yaklaştığında benim gibi yanlayarak yavaşlar. Hayatında internet, akıllı telefon, televizyon yoktur. Sadece müzik ve kitapla zenginleştirir rutinini (kitap seçimleri de güzeldir Faulkner'lar, Highsmith'ler, kenarda köşede kalmış ulusal denemecileri). Fazla konuşmaz. Arkadaşı yoktur. Evinde banyo yoktur. Yemek pişirmez (bir kerecik noodle yaptı zaruretten). Dijitale geçmemiş, analogda kalmıştır. Sadece haftasonları gittiği bardaki kadına gizliden yangındır. 
   Baş kahramanın geçmişi ve bugünü hakkında bu kadar az bilgi verip, izleyicinin ilgisini film boyunca tutmayı başaran etken (fakire göre) kuşkusuz yönetmendir. Wenders, oluşturduğu dünyanın içine aksiyon, müzik (sadece Hirayama'nın dinlediği müzikleri duyuyoruz (ki o da şükeladır)), dram katmadan sadece anı göstererek güzel bir iş çıkarmış. 
   İkinci yarıdan itibaren protagonistimizin hakkında bir takım ipuçları veriliyor. Anlıyoruz ki, Hirayama'nın bir başka hayatı olmuş. Nedir: o sadeliği ve yalnızlığı tercih etmiş. Ne zaman hayatına insanlar girmeye başlıyor o zaman mutlu ve mutsuz zamanlar artmaya başlıyor. Oysa kendi kurduğu düzende gayet güzel idare etmeyi beceriyordu. Küçük şeylerden haz almayı öğrenmişti. Tokyo gibi bir megapolde de olsa doğayla bağlarını sağlam tutuyordu. 
   Film boyunca hiç durmayan bir şehir uğultusu duyuyoruz. Sadece müziklerle kesiliyor bu uğultu. Gün sonunda görsel muhasebenin yapıldığı uyku öncesi anlarda dahi bu uğultu kaybolmuyor. 
   Son izlediğim iki filmde de yalnızlık başroldeydi. Wenders filmimizin son sahnesine bu konu hakkındaki yorumunu eklemiş bence (tabii burada Hirayama'ya hayat veren Koji Yakusho'ya bir alkış göndermek farzdır). Ağlatırken güldüren, güldürürken ağlatan bir durum, aynı hayat gibi.
   Öyle standart sinefile gelmez. Daha ziyade resme bakıp kaybolmayı bilenlerin hoşlanacağı filmdir. Kirpi'yi* sevenler, bunu da sevecektir. Murakami sevenler, bayılacaktır. Holivut sevenler, koşarak uzaklaşacaklardır.

14 Mayıs 2024 Salı

"Beyaz Zambaklar Ülkesinde" Atam Önermiş Okunmaz mı?

   Finlandiya'nın hiçbir şeyi yok. Tarıma uygun arazileri neredeyse hiç. Değerli maden yok. Rusya'nın başkenti Moskova olduktan sonra stratejik önemi yok. Halkı tembel, politikacıları, din adamları yozlaşmış. Ülke bitik. (tabi bu 19.yy sonu 20.yy başları) Bataklık ve tundraların üstündeki cahil ve tembel bir toplumdan nasıl oldu da bugünkü haline geldiler.
   Kısacık kitabımız (126 s.) bunu anlatıyor. Yeniyetmeliğimde okumuş, pek de önemsememiştim (o zamanlar sağlam bir kültürümüz, yurtseverliğimiz, sosyal dayanışmamız (bakınız sosyal devlet demiyorum sosyal dayanışma diyorum) vardı zaar (zaar!)). Yeni Türkiye'de bir kez daha okunmalı diyerek oturdum başına. Atamızın önerdiği kadar varmış. Ülkenin ayağa kalkması için herkesin elini taşın altına koyması gerekiyormuş. Ama bu fedakarlığı ilk yapacak olanlar piramidin üzerindekilermiş. Burada yazmak kitabı özetlemek gibi olacak. Ancak fakire göre okullarda okutulmasından ziyade erk sahiplerinin okumasında fayda vardır. Eğitimcilerin, kanaat önderlerinin, din adamlarının, akademisyenlerin de öyle. Snellman memleketime gelseymiş kimbilir ne olurmuş? Bırak sıfırı eksiden başlayıp hiçbir kaynağa sahip olmadıkları halde kıta Avrupa'sının en müreffeh toplumlarından biri olmayı kotaran ve bunu ülkelerine sahip çıktıkları için başaran Finlilere yüksek bir alkış göndermek zorundayız. Okuyunuz, okutturunuz.

"Vicdan Zorbalığa Karşı" Tanıdık Şeyler.

 

   Yav arkadaş biz Protestanlığı, Katolikliğin dogmalarını yıkan bir mezhep olarak bilirdik. Meğer değilmiş. Calvin, Cenevre'nin din liderliğini alınca, dini bir baskı aracı olarak kullanır. Zaten farklı görüşleri olan Sebastian Castello, Calvin'in görüşlerine ters olan Miguel Serveto'yu kilise kararıyla ölümle cezalandırması nedeniyle Calvin'in karşısına dikilir. 
   Zweig bu eserinde her ne kadar sınırlı bir coğrafya, eski bir tarih (neredeyse ortaçağ) ve din aracılığıyla yürütülen bir totaliterizm eleştirisi yapsa da, yazdıkları tüm totaliter rejimler için geçerli. Belki de yazarımız (ki nasyonal sosyalizmden çok çekmiş ve taa güney amerikalarda eşiyle birlikte siyanür içerek hayat kapısını kendileri kapamışlardır) yaşadıklarına öykünerek yazmıştır. Calvin dini, badem bıyıklı asabi şahsiyet de ideolojiyi kullandı totaliterizm için. Seyrek bıyıklılar ne kullanıyor bilmem!
   Eleştirim şudur: Zweig eserinde çokça belirleyici sıfat kullanmıştır. "hain ve kısık gözleriyle zihnindeki dogmaları yansıtan soluk benizli alçak Calvin" tamlaması okuyucunun çok yönlendirilmesini sağlar. Gerçi Calvin'in de (sadece yaptıklarını okuyacak olsak) iyi olarak savunulacak pek bir yönü yoktur ama müsaade etseydi de bu kararı biz verseydik. 
   Totaliter rejimler, halkın zaafını kullanarak gücü ele geçirir ve güç ele geçtikten sonra da kendi doğrularını acımasızca uygular. Bu düzenin tanımlaması, muktedirlerin gücü mü ideolojiyi mi (yahut kimi hallere sanatı mı) kullandıklarıyla tamamen ilgisizdir. Acı acı görüyoruz ki: Zweig'ın Cenevre için yazdığı satırlar bize çok tanıdık geliyor. Öyle trajik bir halde değiliz henüz (Ata'ma şükür!) ama içinde bulunduğumuz su yavaş yavaş ısındığından değişimin farkında değiliz. En kötüsü kendi eylemlerimizde bir otosansür uyguluyor olmamız. Ramazan'da resmi dairelerde öğle yemeği verilmediğinde "e Ramazan normal" diyerek kabullenmek, son yıllarda volümü gittikçe artan ezan başladığında konuşmalara ara vermek, müziği kapatmak, vaka-i adiyedendir. Suyumuz ısınmıştır. Burada sarıfatmalar gibi ahkam kesmek istemem ama (Yaradan affetsin Alev Alatlı'nın buluşudur "sarıfatma") otosansüre varmışsa durum; totaliter rejime girilmiştir. 

"My Favorite Cake" İran'dan Sıcak Film!

   Uçan Süpürge Film Festivali'nde görmek kısmetmiş. 1s37d Uzun değil. Nasıl bittiğini anlamadım. 
   Mahin 70 yaşında, kocasını bir trafik kazasında kaybedeli 30 yıl olmuş. Çocukları yurtdışına gitmiş, arkadaşları var ama eskisi kadar sık bir araya gelemiyorlar. Mahin'in uykuları zorda. Mahin yalnız hissediyor. Yalnızlığın üstesinden gelmek için bir takım çabalar sarfediyor ve işler yolunda gidiyor. İlk adımı attığı Faramarz ile tanıştıkları gece, filmimizin en uzun sahnelerini oluşturuyor. Bir saate yakın bu iki yalnız insanın birbirlerinin ruhunu ısıttıklarını görüyoruz. 
   Çok hoşuma gitti. İran dışında bu kadar çok popüler olmasının ideolojik bir yönü vardır muhakkak (gösterimi İran'da yasak, rejimi ciddi eleştiren bölümleri var). Senaryo, kurgu, sanat yönetmenliği ve bilhassa oyunculuklar pek yahşi. Son sahnedeki müzik de öyle (zaten sadece orada müzik kullanılmış). Nedir; bitince insanın boğazına bir yumru takılıyor. Yanımda oturan gencecik kız sulusepken ağladı. Fakirin gözleri doldu. Yalnızlığın kimileri tarafından beğenilmesi mümkündür. Son tahlilde yalnızlık kaçınılmaz ama insanın yanında ruhunu yükselten birinin olması da yalnızlıktan evladır. Görmelere sezadır. Bulursanız izleyin.

26 Nisan 2024 Cuma

"Petro Kıyamet" Bunlar İyi Günlerimiz!

   Antonio Turiel (yazarımız) teorik fizikçi ama farklı disiplinlerde de akademik titrleri var. Yaşadığımız günlerle ilgili kimi tespitlerini sıralamış. Bilim insanı olmanın getirdiği üslup; yazdıklarını somut birtakım verilere oturtmaktır. O da aynen öyle yapmış. Sonuç: bunlar daha iyi günlerimiz, 2025'den itibaren (neredeyse gelmek üzeredir o da) çok radikal birtakım değişiklikler yaşayacağız. 
   Günümüzde var olan ekonomik sistem, mevcudiyetini enerji ile sürdürebilmektedir. Kullandığınız elektrik, su, ısınma, ulaşım; enerji ile var olabilir ama bunlar sadece aşikare gördüğümüz etkenlerdir. Masanıza koyduğunuz yiyecek, sırtınıza geçirdiğiniz kıyafetin de en büyük maliyet kalemi enerjidir. Günümüzde kullandığımız enerjinin yarısından çoğu petrolden elde ediliyor ve 2025'de çıkarılan petrolün %40'ı bitmiş olacak. Böyle diyeyim de anlayın. Nükleer enerji %4, yenilenebilir enerji ise ancak %2'sini karşılıyor kullandığımız enerjinin. Peki başka bir enerji türü bulunamaz mı? Keşke!
   Yazarımız, fakirle aynı düşüncede: sınırları kısıtlı bir dünyada devamlı büyümeye odaklı bir ekonomik model sürdürülemez (evet bu kapitalizmdir). Yazarımız herhangi bir "ist"e bağlı değil. Komünizmin de, sosyalizmin de, Budizm'in de (sonuncusu şaka!) sürdürülebilir olduğunu düşünmüyor. Hikmet yumurtlayan biri de olmadığından bunun yerine neyi koyabileceğimizi bilmiyor ama şundan emin ki: bu sistem yok olmaya mahkum. 
   Gerçi bunu yapan ilk kişi de değil. Teorisini inceleyen yakınları; Adam Smith'e "Üstat, oluşturduğunuz bu model, uzun vadede sürdürülebilir değil" dediğinde hazretin "uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız" dediği rivayet olunur.
   134 sayfalık kitabımız, çok akademik olmayan (yani kolayca okunan) bir üslupla yazılmış. Başvurulan kaynaklar, dipnotlar sağlam (bazılarını deli gibi kontrol ettim). Ankara-İstanbul tren yolculuğunda başlanır ve bitirilebilir.
   Bilimsel verilerek dayanarak üstelik de çok yakın bir tarihte mevcut ekonomik düzenin değişeceğini işaret eden bu kitap okumaya değer. Ben olsam, iktisat fakültelerinin hazırlık sınıfında mecburi yapardım. Ufkunuzu açar, içinizi açmaz. Farkındalığınız artar, mutluluğunuz azalır. Karar sizin!

"Süper İyi Günler" Rasyonelin Gözünden Hâl-i Pür Melâlimiz.

   Kristofır bir cinayeti çözmeye hallenir. 15 yaşındadır, olaylar gelişir.
   Her şey bu kadar basit değil. Anlatması zor, okuması kolay romandır (novella diyebiliriz kolayca sadece 229 sayfa, üstelik bir sürü resim var). Birinci kişi ağzından aktarılmış ve sayfalar ilerledikçe kendinizi Kristofırın yerine koyabiliyorsunuz (inanın bu hiç kolay bir şey değil). Şöyle bir ipucu verebilirim (başım da ağrımaz): Kristofır okulun özel bir sınıfına gidiyor ve arkadaşlarından bazıları mesela durmadan başını duvara vuruyor. 
   Zehir hafiyemizin duygusal bölümü kadük. Aşırı rasyonel. İlginç bir bakış açısıyla kimi zaman evrenin genişlemesini, kimi zaman ışığın yayılma prensiplerini öğreniyor ama tuvaleti daha önce başkası kullandığından altına işemekte bir beis görmemenin nasıl olur da aynı kişide olduğunu anlamakta zorlanıyorsunuz. 
   Kolayca okunan kitabımız hem temel fizik, kimya, mantık bilgilendirmesi yapıyor ama bence en önemlisi dünyaya farklı (evet, belki uzun süreli değil ama yine de farklı) bir açıdan bakmanızı sağlıyor. Bu da bir kitap için az şey değildir.
   Ben sevdim, size de öneririm.

"Hey Gidi İstanbul" Nostaljinin Dibi.

   Küçükken eve Tercüman alınırdı (geçen yüzyılda doğanlar bunun o dönemin çoksatan bir gazetesi olduğunu şıpınişi anlayacaklardır). Futboldan hazzetmememe karşın Bay Çupinin yazılarını severek okurdum. Pırasa tarifinden girer, boğazdaki erguvanlardan çıkar ve bunları bir şekilde haftanın popüler futbol maçları ile bağlardı.
   İş Bankası Yayınları güzel bir iş yapmış. Ustanın (benimle aynı orijinlere sahip olduğunu öğrenince hiç şaşırmadım (arnavut derler ama kosovadır aslında)) İstanbul'a dair yazdıklarını derlemiş, toplamış. 
   Efendim kısa bir girizgâh farzdır. Fakir doğma büyüme İstanbulludur (89'dan sonra uzun aralıklarla ayrılmıştır ama 22 yıl bir şehrin kültürünü almak için yeterlidir sanırım). Suriçinde başlayan (Beyceğiz Fırın Sokak) hikâyem başka semtlerde sürdü. Sonra hayat başka yerlerde yaşamaya zorlayınca mecburen uzak kaldı. Ama hep gitti, sık sık uğradı. Bu meyânda fark etti ki: metro istasyonlarında durakların sadece ilk ikisini biliyor sonraki onlarca durak ona yabancı. İstanbul büyümüş ama bir pankreas tümörü gibi. Benim çocukluğumda 2 milyon olan nüfus, Çupi'nin gençliğinde 400 binmiş. O kültürün son dönemlerine yetiştim. Şehre göçün ilk evreleriydi, Magirus dolmuşlar yeni çıkmış, arabesk denen bir tür müzik zuhur etmişti. Sokakta hala tepsi yoğurdu satılıyor, baharda hallaçlar ellerinde lobutlar, sırtlarında yaylarıyla geziyorlardı. Şimdi geçmiş güzellemesi yapmaya kalksam, sayfalarca yazmam mümkün olduğundan hemencecik kesiyorum.
   Çupi 2-3 sayfalık bölümlerde eski İstanbul'un hoş bir fotografisini çekmiş. Bu arada şehrin bu kadar büyümesine kalabalıklaşmasına bol bol çemkiriyor. Üstad iyi ki 2001 yılında sırlanmış. 2002'den sonra olanları görse zaten dik olan saçları (arnavutların çoğunda görülür) elektrik çarpmış gibi olurdu. 
   Bölümler sadece İstanbul'la ilgili değil, gazeteciliğe de ilişkin önemli tarihsel bilgilerle, dedikodularla dolu. Nedir: sadece yaşı bana yakın ve İstanbul'u ucundan kıyısından tatmış olan okurlara haz verir. Çok satar olmamasına karşın iki farklı yayınevinden üç baskı yapmış olması hayret vericidir. Ben çok severek okudum. Sizi bilemem!

26 Mart 2024 Salı

"Yolun Başı" Ali Lidar'dan Şiirler.

   Alidar (böyle demeyi seviyorum) yine şiirler yazmış. Kimisi teğet geçiyor kimisi delip geçiyor kimisi de deldiği yerde kalıyor hiçbir yere gitmiyor. Şiir çok öznel bir şey. Ne yazsam boşuna. O yüzden bari beni ikinciye okumak zorunda bırakan bir iki alıntı yapayım.

"size de komik gelmiyor mu ölümün olduğu yerde zaman" S.9

ANLAT!

bilmiyordum yüzün bu kadar aydınlık
mumlar ve şamdan ve avize ve elektrik
dişlerim bütün istemsiz çarptıkça birbirlerine
durmaksızın bana çocukluğundan bahset
bahset bana bahset
bahset
bahset
bahsettikçe sen muhtemelen bir orta yol buluruz
bulunur elbet çaresi gülümsedikçe sen
ontolojik krizlerin
durma ama bana sevişlerinden bahset
seni sevmem senin bana gelişlerinle mümkün
başkaları ne der bilmem başkaları başka başka
başka başka omuzlarda ne çok zaman kaybettik
durma başka deme bir şey zaman bizi tamamlar
tamamlanır bütün eksik durma beni aşındır
aşındırman demek beni
şimdi bunu anlatamam
sen durma anlat yeter anlattıkça sen
karaya çalan ne varsa anlattıkça apaklaşır
S.31

JAZZ DİNLERKEN BEN SENİ DAHA ÇOK SEVİYORUM

Jazz dinliyor cemaat cuma hutbesinden önce
Haberlerde uçan atlar sokaklar silme manyak
Herkes kafayı yemiş seni bulamıyorum
Sesin nereden geliyor seni göremiyorum / Yüksek sesle
konuş biraz seni duyamıyorum
Annem hastaneye yattı köpekler bana bağırdı
Fotoğrafın düştü elimden yerden kaldıramıyorum

Parka girmem yasaklanmış çocuklar korkuyormuş
Oysa herkes basıyor ben çimlere basmıyorum
Aklım nerede bilmiyorum bana yardımcı olsana
Beni düşünmelerini nasıl da seviyorum
Gülsene arada bana sıcaklığını alayım
Odalar mı çok küçük ben mi çok büyüdüm
Duymayınca sesini bir yere sığamıyorum
Ruhum doğum sancısında kanatlandı kanatlanacak
Kanatlansa ne olacak yanına varamıyorum
Tutup elimden kurtarsan ellerin nasıl da güzel
Sigaramı tutuyorum elini tutamıyorum
Ben seni seviyorum tüm kızmalarına inat
Tüm dünyaya söylüyorum sana söyleyemiyorum

Bir duble rakı koy bana ben saçlarınla oynayayım
Meze falan istemem sadece konuş benimle
Ne anlatırsan anlat yeter ki eksilmesin
Kulaklarımdan sesin bak her şeyim buna bağlı
Ne hükmü var mesafenin, iste sen ben hallederim
İste sen masallardaki ejderhaları bile döverim
Bir kendime yetmez gücüm başka her şeye yeter
Sen iste gerekirse kendimden de vazgeçerim
İnsanlar ne tuhaf hepsinde ayrı kaygı
Umrunda değiliz kimsenin Allah aşkına gör artık
Bir sen varsın işte bir ben bir de senin gülüşün
Gülüşün diyorum gülüm, bak tam burda ağlıyorum
Valla bak ağlıyorum senin haberin bile yok
Kimselerin haberi yok diyorum ya hepsi tuhaf
Tuhaf yer bura bu dünya bilmem ki nasıl anlatsam
Ah bilmiyorum gülüm ben hiçbir şey bilmiyorum
Tek seni seviyorum ben başka bir şey bilmiyorum.

S.42

24 Mart 2024 Pazar

"Yaralı İsmail" 2nci Basım Öyküler.

 

   Basım yılı bir önceki kitaptan daha yeni. Tasvirler daha bir detaylı, karakterlerin içi dolu. Ancak; (bir cümlede ancak varsa öncesini okumayın derler) tamamen öznel bir değerlendirmeyle bir önceki öyküleri daha sahici bulduğumu söylemeliyim. İlk öyküde "aha" dedim "ne güzel bir yere bağlanacak bakalım!". Bağlanmadı. Birçoğunda da aynı şey oldu. O yüzden okumazsanız fazla bir kaybınız olmaz diyebiliyorum.
   Bir şeyi yazmasam içim şişer. Kitaptaki öykülerin bazısı bir önceki öykü kitabında da var. Onları çıkarırsanız 256 sayfalık kitabımız rahat 100 küsur sayfalara düşer. Bunu telif açısından hukuki bir olabilitesi var mıdır bilmiyorum ama etik olarak olabilitesi olmadığını söyleyebilirim. 

16 Mart 2024 Cumartesi

"Dune II" Yok.

   Üşenmemiş birincisi hakkında yazmıştım. Bunun için onu da yapamayacağım. Ben yandım siz yanmayın. Sinemada izlemeye değmez.

"Gwendy'nin Düğme Kutusu" Çeviri Kurbanı.

 
   Yıl 1974 Gwendy tombik bir yeniyetme. Bir yabancıdan aldığı düğmeli kutunun yan bölmelerinden birinden enfesşükela bir çikolata (ki bir kere yedikten sonra açlık çekilmemekte ve ikincisi istenmemektedir), diğerinden 800 USD'lık bir antika gümüş para çıkmaktadır. Asıl şenlik kutunun üstündeki düğmelerdedir. Dünyamızdaki her kıtayı simgeleyen renkli düğmelerin yanısıra bir kırmızı bir de siyah düğme vardır ki, kullanmak istemezsiniz. Kutu ile birlikte Gwendyciğimizin hayatı değişmeye başlar, zayıflar, zekileşir, şanslılaşır ve daha neler.
   Tahmin edeceğiniz gibi konumuz hayli ilginç. Sai King yaşlandı zaar, genç ve muhayyilesi yıpranmamış yazarlarla yazası var. Novella bile denilemeyecek kısalıkta (132 s. ama resimler ve bölüm yarımları çıksa 100 sayfanın altına düşer garanti) ama sürükleyici olabilecek bu metin üzülerek söylemeliyim ki çevirinin kurbanı olmuş. Böyle söylemeyi hiç istemem muhakkak ki ne uykusuz geceler, ne erken sabahlarda çevirilmiştir ama okurken haz almayı istemek her okurun hakkı (Canan Kim'in kulakları tatlı tatlı çınlasın. Negzeldi çevirileri!). Aşağıya bir paragraf alıntılıyorum. Ne dediğimi daha iyi anlarsınız.
  S.109 "Son birkaç aydır yanlış çıkışlar oluyor - en azından Gwendy o kadar zamandır doğum kontrol hapı kullanıyor- fakar her seferinde kendini hazır hissetmiyor ve kibar Harry Streeter ona baskı yapmıyor. Tabu nihayet babasının büyük bir iş partisine gittiği cuma gecesi Harry'nin mumlarla ışıklandırılmış odasında kırılıyor ve her saniyesi tahmin edildiği kadar utandırıcı ve harika geçiyor. Gerekli ilerlemeleri kaydetmek için, Gwendy ve Harry ertesi iki gece daha Harry'nin Mustang'inin arka koltuğunda yapıyorlar. Sıkış tıkış olsa da sadece gittikçe ustalaşıyorlar." Ben bunu çevirdim diye kitaba koymaya utanırdım. Kitaba gelecek olursanız, sönük. Türk gibi başlayıp, belçikalı gibi bitirmişler. Şehir içi uzun dolmuş hatlarında başlanır ve bitirilir ama sizin yerinizde olsam şiir dinlerim daha iyi.

13 Mart 2024 Çarşamba

"Bastarden" Piçler yahut Vaad Edilmiş Topraklar.

   Nikolayarsel var, Anderstomascensen var, Medsmikelsen var. O halde kötü bir iş olamaz deyip başına oturduğum, bitirince hemen arşive attığım ve önümüzdeki günlerde bir kez daha izleyeceğim filmdir.
   Ludvig piçtir, o yüzden yüzbaşılığa yükselmesi 25 yıl sürmüştür (asiller 6 ayda gelirler bu rütbeye). Ludvigin aklı fikri zikri pruvası hedefi bir unvan almaktır. Zor bir yola girer, olaylar gelişir. Olaylar 18. yüzyıl sonlarında Danimarka Krallığında geçer. Feodalite tam gazdır (sen ne pespayesin feodalite (ister baron ister abdi ağa). Ludvig askerliğin kütüklüğüne sahiptir (gerçi medsmikkelsen olunca başrol, insan ister istemez bir iltimas geçiyor). Yönetmen ve senarist şimdiye kadar hiç tarihi film çekmedi, nasıl yapmışlar acaba dedim. İyi yapmışlar. Düzen eleştirisi, kişisel gelişim, aşk, sınıfsal eleştiri, entrika, iyilikler, kötülükler, yanlış kararlar, doğru kararlar ve daha neler neler.
   Yönetmen başta olmak üzere sanat yönetmeni, kameraman, senarist; ezcümle ekip süpersonik bir iş çıkarmış. Tüm film boyunca ilmek ilmek işlenen kavramın (bu cümleyi bitirmemeye karar verdim, çok acı spoyler olacak çünkü). 2s7d süren filmimiz, yakın zamanda ikinciye izlenmeyi hakediyor. Fakir pek sevdi. Hayatıyla ilgili paralellikler buldu (piçlik yok ama hafif (bu tabi öznel değerlendirme, nesnelde oldukça) bir kütüklük vardı). Diyeceğim: şiddetle (ne işim olur şiddetle?) hararetle öneririm.
ekşideki bir entari de beni benden aldı ama "ince mehmads mikkelsen"

"Kedi Anaları" Kediler, Kadınlar ve Başka Şeyler.

 170 sayfa, 19 öykü. Başlıktan anlaşılacağı üzere başrolde kediler ve kadınlar var. Şöyle okuyunca insanın içini ısıtacak öykülerden ziyade kızdıracak, sorgulatacak kimi zaman da hüzünlendirecek sayfalar. Yazarımızın dili sert, tasvirleri antrasit, çoğu satırların bazı hatıralardan esinlendiğini söylemek mümkün. 
   Kitabımızın hiçbir yerinde yazarımızın hakkında bir şey yazmadığından ben bir iki kelam edeyim bari: Gülümser Hoca, günümüzde meslektaşlarının arasında azınlıkta kalan, hastasını müşteri olarak görmeyen hekimlerdendir. Son derece klasik bir yaklaşımla şifa dağıtır, teknolojinin imkanlarını da gerektiğince kullanarak. İki kelam ettiğinizde karşınızda içi dışı bir samimi insanın olduğunu anlarsınız. Bastıra bastıra konuşur kelimelerin üstüne. Humoru vardır. Henüz ilk kitabını okuyorum, sırada bir başkası var. O da burada yazılacaktır. 
   Ülkemizde kadının yerini sorgulayanlara, gerçekçi bir bakış açısı kazandıracaktır. Ama diyorsanız ki: şöyle kafamı dağıtacak birşeyler okuyayım; size gelmez!

29 Şubat 2024 Perşembe

"Pupa Yelken" Başucunda...

 Okumalarımı genellikle ikiye ayırıyorum. Bilgi almak için (bkz. bir önceki yayın) bilimsel yayınlar, perspektifimi değiştirmek, diğerkâmlık etmek için romanlar. Pupa Yelken bunların dışında bir yere kuruluyor. 
   Sadun Boro 1960'lı yılların sonunda, kendi yaptığı 10.5 metrelik bir keç olan Kısmet'le üç yılı bulacak bir dünya turuna çıkıyor. O yıllarda seyir, ancak gökyüzü rasatı (sekstant) ile mümkün, chartplotter, uydu telefonunu bırak telefon bile zor ulaşılabilir bir lüks. Demirledikleri limanlarda bazen varması haftalar süren telgrafla haberleşiyorlar. Öyle iptidai ve başedilmesi zor seyirler. Bu yolculukta Sadun Kaptan'a, eşi Oda ve miçoları "Miço" eşlik ediyor. Caddebostan'da başlayan anabasis, Dolmabahçe önlerinde bitiyor. 
   Daha önce dünya seyahatine çıkmış denizcilerin kitaplarını okumuşluğum var. Hatta Pupa Yelken'i yeniyetmeyken de okumuştum (o zaman sonsözler yoktu gerçi). Yaş alıp, serdeki deniz tutkusu kökleştikten sonra bir kez daha okumaya hallendim. Yaşadığım ilginç günler (Çin bedduası: Dilerim ilginç günlerde yaşayasın!) içinde, yatmadan önce Bay Boro ile sohbete oturduğumuz saatler benim için bozkırın ortasında vaha gibi oldu. O yüzden sündüre sündüre 5 ayı aşkın bir zamanda bitirdim. 
   Kitaptaki bilgiler güncel değil. Ekseriyetle gidilen yerin coğrafi, sosyolojik, kültürel özellikleri aktarılıyor okura. Bunlar geçen yüzyılda olduğundan bilgi edinme gibi bir saik yok. Ancak; (bu ancak önemli) Sadun Kaptan'ın üslubu o kadar oyuncaklı ve çekici ki; yazdıklarından bilgi almak ve perspektif genişletme gibi bir beklenti olmaksızın okuru kendine sımsıkı bağlıyor. Bu üslup, Boro'nun şeylere bakış açısı ve eylemleri hakkında okurda bir kanı uyandırıyor ve bu kanı güzel bir yere oturuyor. Bu minvalde, işbu neşriyat kütüphanemin göz hizasında bir yerlerde duracak ve arada yine yeniden okunacak. 
   Denize meraklısınızdır yahut değilsinizdir ama iyi bir insanın nasıl düşünüp nasıl eyleme geçtiğini merak ediyorsanız okuyunuz. Ben okurken zaman tünelinde ve paralel evrenlerde gittim geldim.


Sadun Kaptan 2003'de yeni baskılar için yazdığı sonsözde kıymetli inciler dökmüş. Aklımda kalan iki tanesi şöyle: 

  • Yelken seyrinin en güzel tatmin hissi, yaptığınız havai rasatların sonunda istediğiniz yerde olup olmadığınızı görmenizdir. Günlerce açık denizde seyredersiniz, hava şartları çetindir, sağlam rasat alamayabilirsiniz ama yaptığınız hesaplamalar sizi istenilen zamanda istenilen yerde çıkarırsa; bu çok büyük bir mutluluk getirir. Günümüzdeki elektronik seyir yardımcıları güvenlidir, emindir, kolaydır ama bu mutluluktan yoksundur. 
  • Turizm endüstrisi çok vahşidir. On yıllar sonra gittiğimiz aynı limanlarda, aynı insanları, aynı yaklaşımı bulamadık. İnsanlar, ilişkiler ticarileşmişti. Cesur yeni Dünya, bizim hatırladığımız iptidai ama samimi dünyadan farklıydı. Bunu geçmişe bir özlem değil bir tespit olarak yazıyorum. Yoksa elbette ki herşey değişir ama değişmeden önce yaşadığımız için şanslıydık.