Hüseyin Rahmi'nin en uzun sürede okuduğum romanıdır.
Altını üstünü çizdiğim, üzerinde düşündüğüm, bölümü bitirince kaynak yokladığım lugat karıştırdığım bölümler ganiydi.
Bazı şeyleri önceden yazmam gerek. Kokot; her ne kadar bugün pek bilinmiyorsa da dönemin eskort hizmetine verilen isim. Konumuz ilginç. Fransa'dan Bab-ı Âli'ye gelmiş bir fahişe eskisi, yaşının ilerlemesi üzerine (mihrap ve aura yerindedir ama) bu yola düşmüş kızlara "bari işlerini doğru dürüst yapsınlar" mottosuyla bir mektep açar. Kağıt üstünde "barınma yurdu" olarak görünen yerin, kendi meşrebine göre mantıklı ve ulvi bir amacı vardır. Bunu kalem efendilerine de anlatmak amacıyla, dönemin ünlü bir yazarına gider ve olaylar gelişir.
Üstad burada yazarın tarafından ve oldukça ortodoks bir gözle bakıyor şeylere. Ancak karşı tarafın argümanlarını o kadar akılcı ve gerçekçi bir şekilde açıklıyor ki kimi zaman "acaba HRG karşı tarafın savlarını mı destekliyor?" diye geçiriyorsunuz aklınızdan.
Teşrih masasına yatırılıp didiklenen asıl şeyler: evlilik, ilişkiler ve bunların sürdürülebilirliği olmasına karşın üstadın yaptığı kimi tespitlerin günümüzde de "yazılmayan kural" olarak yaşadığını görünce; metnin zamansızlığını daha iyi anlıyorsunuz. Bu tespitlerin kadınlar için olanları derin bir gözlem ve içselleştirme gerektirir. (uzunca bir parantez açalım. Yazarımızın hayat tarzı hakkında elan yapılan bir gözlem "hımm bu kişi gizli eşcinsel olabilir" dedirtir. Birçok dedikoduya karşın bu konuda herhangi bir açık, ifşa, eylem olmamıştır. Buna karşın belirtelim ki, usta münzevi ve yalnız bir hayat sürmüştür. Dönemin genelgeçer toplum kurallarına aykırı olarak evlenmemiştir. Dantel örmek, güzel yemek yapmak, reçel kaynatmak, turşu kurmak en bilinen hobileridir. Elbette bunlar bir kişinin cinsel tercihlerini yansıtmaz ama milletin ağzı torba değil işte! Bir de kadınların dünyasını kadınlardan iyi bilir ve yazar). Erkekler hakkında detaylı değildir tespitleri ancak hepsi de doğrudur (belki de erkek cinsi o kadar derin değildir).
Sadece bunlar için dahi açın okuyun, pişman olmazsınız. Bir de yazmak ihtiyacı üzerine küçük bir alıntı yapıyorum aşağıya. Pek hoşuma gitti.
"Yazayım mı, yazmayayım mı? Bu sorunun burgusuyla kaç gündür beynim oyuluyor. Su yasak ateşli bir hastalığın hararetiyle yanıyor gibiyim. Önümde hokka, kalem, kağıt, tıpkı kesme billur bir bardak içinde buğulanmış buzlu su gibi duruyor. Bu su zehirli de olsa susuzluğumun şiddetine tahammül edemeyeceğim. Bardağın içindekini son damlasına kadar kanımın yangını üzerine boşaltacağım. Buna meslek humması derler."
Sait Faik de "yazmasaydım, deli olacaktım" der. Zor işler vesselam!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder