30 Nisan 2014 Çarşamba

"The Amazing Spider-Man 2" İzlemesi güzel, film kötü...


   Efendiiim, sefil güncemi okuyanlar bilir pek vizyon filmi tanıtımı yapmam lâkin uyduk grupon indirimine (Muyat Bey'e selam olsun), "efektleri de güzeldir" diye düşünerekten IMAX salonunda bir İmeyzingsıpaydırmeniki filmini izlemiş bulunduk.
   Marvıl pilavının daha çok su kaldıracağını hisseden holivut yapımcıları Spaydırmen'in bir serisi çekilmişken ikincisini de çekmekte bir beis görmemişler, ikinci serinin ikinci filmini de (utanıp arlanmadan) sinefillere (adolesan sinefillere) gazlamışlardır (uy bu fiil biraz kaba kaçtı ama daha kibar bir eş anlamlısını bulamadım !).
   Birinci serideki ezik örümceğimiz bu seride biraz daha fırlama bir görüntü veriyor, ilkinden en farklı yanı bu.
   Konumuz standart : kuntastikörümcekadamiki (The Amazing Spider-Man 2) kötüleri hırpalar. 
   Bu arada, kendinden ötürü bir zarara uğramasın diye "çıktığı" kızdan zorla ayrılır. Kız "peki bitsin." dediğinde ise "ölürüm de ayrılmam, gerekirse sılaya gelirim, İnglınd'da karındeşencek yok mu ?" ayaklarına yatar. Kaybettiği ebeveynlerinin ardındaki sırrı öğrenmek için bir duvarına bissürü fotoğraf (ki çoğunu alakadar olduğu kızcağızın fotoğrafları oluşturmaktadır) ve ne idüğü belirsiz kroki yapıştırır sonra hepsini atar. Üç dakika içinde taraf değiştiren kötü karakterlerle uğraşır (Ceymifoks, elektrot rolünde heba olmuş gitmiş (oysa ki filmin başında çizdiği "ezik" karakteri pek kanlıcanlıydı), filmin çoğunda grip olmuş yılanbalığı gibi bir suratla dolaşıyor). Bol bol espri yapar, masumları kurtarır, sevdiği kızla gereksizce ilişki gelgitleri yaşar, salyasümük ağlar.
   Standart holivut işi kahraman filmidir. Bu tarz filmlerde (son yıllarda moda olan) karakter tahlilleri (Nolan'a selam olsun !), subliminal meşaz silsilesi yoktur, ya da belki vardır da ben anlayamamışımdır. 
   Kendi janrında eleştirecek olursak :
   - kötü karakterler zayıftır.
   - kurgu aksamaktadır.
   - protagonist ve antogonist tam anlaşılamamaktadır. vs.vs.
   Tek olumlu eleştirim ise görüntü ve efektlere gidecek. Özellikle aymeks sisteminde izlendiğinde sanki filmin içindeymiş hissi geliyor. Üç boyut efektleri pek fazla yok ancak düz zeminlerde geçen sahnelerde, tiyatro oyunu izliyormuş gibi oluyorsunuz. Tabiy ki bunu Toskana'ya gidip sadece kola içmeye, üç yıldızlı Michelin restorantına gidip hamburger yemeye benzetebiliriz. 
   Aymeks salonları için en büyük eleştirim ise (lütfen bunu dikkate alınız) filmden önce yayımlanan ve bitmek bilmeyen reklamlardır. Abartmıyorum 21.00'de başlaması gereken film 21.30'da başladı (son onbeş dakikasında ışıkları da söndürdüler, kitabımı okuyamadım). "Gelecek Program" ve "Pek Yakında" bölümleri ise çoktan tarih olmuşlar. Diyeceğim odur ki, özellikle AVM sinemalarına gidiyorsanız, "potansiyel tüketici" yaftasını çoktan yemiş olduğunuzu varsayan akbabareklamcı tayfası, ister istemez sizi beyin tecavüzüne reva görüyor.
   Hülâsa : görmezseniz bir şey kaybetmez; hayatınızdan değerli bir 142 dakikayı, daha iyi şeyler yapmak için harcayabilirsiniz.

29 Nisan 2014 Salı

"Lüzumsuz Adam" Edebiyat ve Öykü Düşkünleri Iskalamasın Lütfen.

Aradan otuz yıl geçti, oturdum bir kez daha okudum.
İyi ki de okumuşum. 
14 Öykünün bir çoğu beni ilk okuduğum günkü kadar etkiledi.
Ustanın sözü, kalemi o denli duru ki arada rastladığımız "gazete müvezzileri", "kapuçina" gibi artık kulağımıza pek çalınmayan sözcükler dahi yabancı gelmiyor dimağa.
Yaşınız 40'ları 50'leri devirdiyse ve çocukluğunuz, yeniyetmeliğiniz ve gençliğiniz ve hatta şimdiki hayatınız İstanbul'da geçtiyse gözleriniz yaşaracaktır. Çünkü anlatılanların ekseninde insan olsa da, arka planda artık kaybolmuş bir İstanbul vardır. 
Nedir : yazılanlarda kaybolan mekanlar olduğu kadar kaybolan insanlar, diyaloglar, ilişkiler ya da ne diye uzatıyorum ki sözü : apaşikâr kaybolan bir kültür vardır. Artık çevremizde; Rum balıkçılar, bembeyaz tenli Yahudi kızlar, Arnavut bahçıvanlar, ortasında menekşeli vadiler olan Mecidiyeköy, görkemli kaybedenler, naif karakterler ve daha niceleri yoktur. 
"Lüzumsuz Adam"ı solup gitmiş (gavurlar fade away diyurlar) bir dönemin güzellemesi olarak da okuyabilirsiniz, kısacık öykülerin zihinde yarattığı derin duyguları yaşamak için de okuyabilirsiniz, "öykü nasıl yazılır" dersi almak için de okuyabilirsiniz, can sıkıntınızı gidermek için de okuyabilirsiniz. Her türlü okuyabilirsiniz.
Yalnız, okuma bittikten sonra (eğer ortak paydalarımız çoksa) akılda kalan tortulu bir hüzün olacaktır.
HAMİŞ : "Menekşeli Vadi"ye özel bir özen göstermenizi ve bir kez daha okumanızı öneririm. 

25 Nisan 2014 Cuma

"Afgan" Frederick Forsyth'dan Terör Güzellemeleri.

 
   El Kaide, 11 Eylül'e rahmet okutacak bir eylem planlar, esas çocuk (ki daha önceki kitaplarından (The Fist of God)  aşina olduğumuz protagonist : Terimartin) engeller.
   Okumaya niyetlenenler için konuyu ve sonunu şakkadanak açık ettiğimizden kelli özürler dilerim. Lâkin zenaatkarımızın (evet bayan Forsayt'ın oğlu Fred sanatçı değil zenâatkar loncasına dahildir fakire göre) daha önceki işlerine (bkz."işlerine" diyorum) aşina olanlar bileceklerdir ki : bu adamcağızın üslûbu, kurgusu, açısı, paradigması bellidir. Karakterler oturtulur, kurgu yerleştirilir, olaylar genellikle iki (bazen de üç) kanaldan ilerler, başlarda kanallar onbeş yirmi sayfaya uzatılırken sonlara doğru gerginlik artar kanallar iki üç sayfaya kadar kısalır ve finalde (ki son sayfaya en fazla onbeş sayfa vardır) birleşir.
   Burada da şaşırmıyoruz. Okuduğumuz roman değil, belgeseldir sanki. Kitabı edebiyat çerçevesinde değil yolculuk okumaları olarak değerlendirirseniz mutlu olur, yanınızdakinin sıkıcı sohbetine katlanmaktansa hem entellektüel rolü keser hem de iyi vakit geçirirsiniz. 
   Bu arada El Kaide, Taliban, Guantanamo ve Ortadoğunun yakın tarihi hakkında (ama sadece sömürgenlerin açısından (maalesef bu açı günümüzdeki genelgeçer açıdır)) bilgilenir. Holivut işi film izlemiş gibi olursunuz. 
   Yoğun okumalardan fenalık geldiyse, arada çıtırçerez niyetine gideri vardır. Haa roman okumaya hallendiyseniz uzak durunuz !

23 Nisan 2014 Çarşamba

"Only Lovers Left Alive" Jim Jarmushc'un Vampirleri.

 Yönetmene aşina değilseniz uzak durulması gereken filmdir. Eğer Cimcarmuşa aşinaysanız kaçırmamanız gereken filmdir. (Fas'ta ud çalan vampir var !)
   Adem ve Havva (isimler de amma semboliktir), yaşamaktan sıkılmış kıdemli vampirlerdir. Adem bey, intihara meyyal, depresif, ezikbüzük bir şahsiyetken, Havva hanım bir o kadar dışadönük, keyif ehli, arkadaş canlısı (bir arkadaşı da Viliyam Şekispiyer'dir haa ! (bu arada bir Shakespeare'nin vampirliği eksikti o da tamam oldu)) sosyal bir vampirdir. Adem'in kardeşi Amerika'da arıza yapar, Havva olayları toparlamaya Fas'tan çıkar gelir, olaylar gelişir.
   Carmuş, çok kişisel filmler çekiyor. Anlamaya çalışmaktansa "sok sopayı" tarzında izlemek daha keyiflidir (çok zarif bir üslupta film tanıtımı yapayorum.). Bu kordelada dahi diyaloglardan, nesnelerden, kadrajlardan bir sürü metafor, gönderme, eleştiri, tespit çıkarılabilir ama ben film izlerken düşünmekten yoruldum kardişim. Bununçün yaslandım arkama (mis gibi Şiraz da vardı) Tildasvintın'ın, Tomhidılsıton'un, Conhört'ün kasım kasım karizmalarını izledim, şükela müziklere kulağım doydu, ekonomik iflası feci halde yaşayan Ditroyit'in gece görüntülerini, ekonomiyle alakası olmayan Tanca'nın feci halde oryantal sokaklarını temaşa ettim. Yasmin Hamdan hem sesi, hem sahnesiyle ziyadesiyle etkiledi fakiri (bkz.aşağıya). 
   Son gönderme iyiydi ama. Sen istediğin kadar Şubert'e beste ver, Hamlet'i yaz; yaşayakalma içgüdüleri devreye girdiğinde dişleri dışarı çıkartıyorsun.

 HAMİŞ : Svintın ve Hört "Karküreyici"de karşıma çıkmışlardı, burada da birlikte oynamaları ilginçti doğrusu...

13 Nisan 2014 Pazar

"Snowpiercer" Distopya candır !

   Distopyaya bayılırım (Orvıl'ın mezarında kulakları çınlasındır), bilimkurguyu severim (ursula ablanın da kulakları çınlasındır bari), Yonhobong'un önceki filmlerinin müptelasıyım (madeo olsun, host olsun her türlü (uzakdoğu sinemasına inanmıyorum ama bir Güney Kore sineması var)), Conhört'ü de Tildasvintın'ı da beğeniyle izlerim. Eee daha ne duruyoruz. Buyrunuz efendim "Karküreyici"yi didiklemeye başlayalım.
   "Yakın, yahut uzak gelecekte aniden bastıran buzul çağı hümanitenin köküne kibrit suyu ekince, kendi kendine yeten bir trendekiler dışında canlı kalmaz. Üçüncü mevkidekiler sızlanmaya başlar."
   Görselefektdüşkünü, izlediği en felsefi film Betmen serisi olan, CGI manyağı (allah bilir boş bidon gibi sesi de vardır bu kişinin) bir sinefilseniz (bu kitleye birinci grup diyelim) sizi tatmin eder. Başından sonuna dek ilgiyle izlersiniz. 
   Ancaak, Tarkovskiy, Turin Atı gibi kelimelere aşina, "fenafillah" sinefilseniz (bu (kitle demeyelim çünkü pek azınlıklar) topluluğa da ikinci grup diyelim) yine sonuna dek izlersiniz ancak bidon sesli sinefilden çok daha geniş açıyla bakarak, insanoğlunun kronolojisi, yaşam döngüsü, sosyalizm propagandası, matriks korelasyonu gibi kavramlar zihninizde dans eder. Allahı var yönetmen bey bu işi iyi biliyur, Hem nalına çakmış, hem mıhına...
   Fakir üçüncü grup oluyor (Tarkovskiy külliyatını izledim de Turin Atı'nı sararak izledim grubu). Ne yaptım ? Aksiyon sahnelerinden birinci grup kadar zevk alıp, senaryodaki mantık hatalarını ikinci grup gibi bulmaya çalıştım. Stilize şiddetten birinci grup gibi zevk alıp, metaforları ikinci grup gibi didikledim. 
   İzlemeye başlamadan önce kastı hiç incelememiştim. İlk onbeş dakikada sadece Kaptanamerika'yı görünce biraz bozuldum, sonra Conhört, Tildasvintın, Ceymibell, Kangosong ve nihayet (ekmek kadayıfının kaymağı) Edheris zuhur edince gözlerim bayram etti. Burada bilhassa Tildasvintın'a bir alkış göndermek gerekir. Sistemin kuklası rolünü (çok da abartarak (ama abartılı olmasını özellikle istemiş sanki)) şükela bir şekilde canlandırmıştır. 
   Üçüncü grup sinefil olarak metaforları birazcık klişe bulsam da ikinci izlemede (bunu hakediyor) soru işaretlerini azaltacağımdan eminim. Sorulacak çok soru, açıkta kalan pek fazla kusur, parpapinçik edilecek ziyadesiyle lügât var, lâkin bu işler ancak aynı kafada (sıyırmış sinefiller) bir grupla filmi izledikten hemen sonra mebzul alkol ile keyifli olur. O yüzden diyorum ki : bilimkurguya, aksiyona, metafora, görselliğe, şiddete (sadece destrodoyu tatmin etmek için izlemek amaçlı), distopyaya meyyalseniz yakın durunuz. Sabî sübyanla zinhar yanaşmayınız.
   

12 Nisan 2014 Cumartesi

"Philomena" Kilisenin Ettikleri...

   Afişin romantik komedi gibi durduğuna bakmayın aslında bir yandan sıkı bir dram diğer yandan iyi bir din eleştirisi barındırır.
   50 yıl önce bebeciği gaddar rahibeler tarafından başka bir aileye evlatlık verilen Philomena, nihayet sırrını yeterince sakladığına kanaat getirir ve çocuğunu araştırmaya koyulur. Bu ümitsiz arayışında (kendisini daha çok komedilerden tanıdığımız Stiivkuugın) Martinsikssimit adlı bir gazeteci ile yolu kesişir.
   Dar açıdan baktığınızda (aradaki karakter farklılıklarından kaynaklanan) komedi unsurlarını da barındıran iyi bir dram görebilirsiniz. Ancak geniş açıdan baktığımızda "Filomena" içerdiği konudan daha fazla fikir barındırıyor. Din denilen kavramın insanoğlunun fıtratına nasıl işlediğini, uğruna ne acılara katlanılabileceğini, nasıl fedakarlıklar yapılabileceğini görebiliriz. 
   "Dame" Cudidenç, rolünü bihakkın kotarıyor kotarmasına da "pembedizilerokuyan, entellektüel dağıtımdan nasibini almayan, sıkı içen ortasınıf irlandalıteyze" rolü kendisine biraz küçük gelmiştir. Artık daha önceki rollerinden kendisine yapışıp kalan bilge yaşlı rolü nasıl bir şekilde kazınmışsa hafızalara, bu rolde birazcık sırıtmaktadır (bkz.oksimoron tamlama). Stiivkuugın iyidir. Fazla bir hareket, aşırı bir katarsis yoktur. Senaryonun gerçek hayattan alındığı idrak edilip izlenirse daha da etkili olacaktır. 
   Nedir : bu etki filmin ilk bir saatinde idare edip sonraları uyku getirmeye başladığında, senaryo yine bir zıplama yaparak ilgiyi yine yukarıda tutmaktadır. 
   Velhasıl, dram izlemek isteyenleri de, agnostikleri de, deistleri de, ateistleri de(bunu da açıklayın bakalım atayizler !) tatmin edecek bir 98 dakikadır.


"Korkma Ben Varım" Murat Menteş'in İkinci Romanı...

   Hayati Tehlike, Müntekim Gıcırbey, Şebnem Şibumi, Atom Bombacıyan, Abidin Dandini, Leyla Kalahari, Selman Elma, Ezel Zelzele, Ganimet Granada, Nuri Torino, Halil İbrahim Kalibre, Vakur Avangart, Nadide Dide, Dilara Dilemma, Neptün Petunya ve daha böyle niceleri arasında (isimlerinin frekanslarına uygun şekilde) gayet hareketli bir kurgu ile aforizmalarla yazılmış romandır.
   Zamanında ödül de almıştır. Menteş üslubu bu romanda da tam gaz ilerliyor. Karakterlerin etrafında olaylar tam gaz ilerlerken okur; konuya mı, aforizmalara mı, tespitlere mi yoğunlaşacağını şaşırıyor ve 424 sayfalık roman bir çırpıda bitiveriyor. 
   127 ve 137 sayfalar arasında ise "misafir sanatçı" Ersin Karabulut bizi çizgileriyle karşılıyor. Kitapta çok küçücük te olsa bahsi geçen Huduni adlı bir papağanın öyküsünü gözlerimizin beğenisine sunuyor. 
   İlk başlarda "dur" dedim "hoşuma giden yerlerin altını bir çizeyim", baktım çok kalem gidecek, bu işi yapmayı ikinci okumaya erteledim. 
   Meraklısı tespit ve aforizmalara yoğunlaşır (lakin uyarmalıyım ki bunlar pek de felsefik değerlendirmeler değil "feysbukta" falan "paylaşılacak" (neyi paylaşıyorsak ?) malumatfuruşluklardır en fazla (harbi tespit isteyen bir zahmet Kirkegard'a falan eğilecek)), polisiye meraklısı ise aksiyonu takip eder. Her türlü gider yani.
   Bu kitap ve diğerlerinde de aynısının tıpkısı bir ortak nokta var. Sonları pek de beklediğiniz şekilde bitmiyor. (Aynısı İhsan Oktay Anar kitaplarında da vardır.) Yazar burada üslubun ve sürecin sondan daha önemli olduğunu mu belirtmek istiyor ? Yoksa "sevgilisine mi sesleniyor" ? Bu değerlendirmeler fakirin irfanını aşıyor. 
   Sadece edebiyat hakkında ilgimi çeken bir paragrafı aşağıya yazıyorum. Kitabın genelgeçer bir tutamını tatmak isteyenler için.
   Buyurunuz efendim !..
   "Edebiyat mırıltının ve naranın yerini tayin eder. Onlara ayar çeker. Eşya, kelimeler karşısında savunmasız, dirençsizdir. Zihnimizi edebiyat dekore eder. Kalbimiz ile beynimiz arasında işlek kanallar, tüneller, koridorlar açar. Ahlaki olgunluğun, vicdan hassasiyetinin, gönül ferahlığının imkanlarını; edebiyat sayesinde keşfederiz. Bir kumandanı, bir deliyi, anneyi, büyücüyü, talebeyi, avukatı, fahişeyi; korkağı, cömerdi, zavallıyı, kurnazı, dahiyi, tembeli, salağı... kelimelerinden tanırız. Sağlam bir edebiyat donatımı, bize insanların ruhunu sezme, insanlığımıza hakim olma, sahip çıkma gücü verir. Birbirimizi hakikaten tanımamız, sahiden anlamamız derinden kavramamız  edebiyat sayesindedir. Cehaletten, zalimlikten, hoyratlıktan, çiğlikten, zayıflıktan başka nasıl sıyrılabiliriz ? (Yaradan; kitlelere, okuyan liderler nasibetsindir ! (bu benden)) Edebiyat, terbiyenin namûtenahi hulasasıdır. Görgünün vitaminidir, bizi telef olmaktan kurtaran şifalı iksirdir. Bizi, elimizdekilerden farklı bir sonsuzluğa sevk eder. Hem ağaçları, hem ormanı görmemizi sağlar. Yaprakların bakışlarını, meyvelerin soluğunu, gövdelerin çarpıntısını duyarız. Ardı arkası kesilmeyen ibret ve hikmet patlamalarının arasında yaşadığımızı fark ederiz. Harbin, sulhun, muhabbetin, dostluğun, aşkın, nefretin, emeğin, dikkatin, tedbirin, takdirin... manasının öğreniriz. Mânâ ile anlam arasındaki ayrıma temas ederiz. Anlam, bizdeki karşılıktır, mânâ ise hakikatin kendisidir. Böylece, benzer şeyler arasındaki farklar ile farklı şeyler arasındaki benzerlikleri kurcalarız. Gönlümüz neye elverir, vicdanımıza ne sığar, aklımız neye erer ? Edebiyat bilmeyen, soru soramaz, cevap bulamaz, problem çözemez." S.93-94
   Yani nereden baksanız, kayıtsız kalınamaz...

2 Nisan 2014 Çarşamba

"The Past" "Le Passe" yahut Geçmişi Deşmeli mi ?

   Aşgar Ferhadi üslûbuna aşina olanların hiç şaşırmayacağı bir filmdir.
   Fiilen ayrı olduğu ancak hukuki olarak evli bulunduğu Ahmet'i ayrılık duruşması için İran'dan Fransa'ya çağıran Meri, yeni damat adayı Samir, arada kalan yeniyetmeler, sabîler, yalanlar, sırlar, gerilimler, itiraflar ve daha neler...
   Konumuz bunlardır...
    Özel efekt, kan, şiddet yahut vasat sinefilin ilgisini çekecek herhangi bir numara yoktur. Hâlin ve duyguların görüntülerle izleyiciye aktarımı vardır (ki günümüzde pek nâdirdir bu tarz sinema). Yönetmen bey bunu bir önceki filminde (Ayrılık) o kadar iyi yapmıştır ki bunun için kendisine "en iyi yabancı film" dalında oskar heykelciği verilmiştir. 
   Daha önce Jandujardin'le birlikte izlemeye alıştığımız Berenisbiju, Peygamber'de döktüren Tahar Rahim, İran sinemasının başarılı aktörü Alimusaffa pek doğal rol kesmekte, 17 yaşındaki Polinbörle (filmde Lusi) sadece Mariyonkotiyar'a benzemekle kalmamakta rolün hakkını bihakkın vermekte, (yönetmenin nasıl olup da başardığını anlayamadığım) beş altı yaşlarındaki Fuad ve Liya resmen büyüklerin rolünü çalmaktadırlar (bu cümle nasıl cümle ? (cümleye kediler girmiş arakolpa))...
   Bay Ferhadi; bu tarzı fazla benimsediğinden aynı kulvarda at oynatmaya devam etmektedir. Bu pelikulayı da aynı duygular, aynı sinematik tatminle izledim. Nedir : yönetmenin filmlerini yakın zamanlarda izlerseniz üstüste kaymaklı baklava yemiş gibi olursunuz. Boğazınız yanabilir. Naçizâne önerim : holivut işi efekt bombardımanlı filmlerden sonra sinemanın nasıl bir sanat olduğunu hatırlamak istediğiniz zamanlarda izleyiniz ki, idrakiniz artsın.
   Meri'nin Samir'in elini (otomobil kullanırken) tuttuğu sahne, Samir ve Ahmed'in mutfakta karşılıklı yalnız oturdukları sahne, tek bir piyano tıngırtısıyla sunulan final sahnesi (mutad üzre) fakiri pek bir mütehassis etmiş, "iyi ki sinema var" dedirtmiştir.