9 Aralık 2012 Pazar

"Run Lola Run" Koş koş nereye kadar ?

  Karbonkopya holivut yapımlarından sıkılmış sinefillerin yüzünü güldürecek bir filmle daha karşınızdayız sinema sevdalıları, huzurlarınızda koşan bir Lola !...
   Tom Tikver'in hem sanatını hem aklını fikrini konuşturduğu bir filmdir. 
   Alternatif hayatlar, rastlantıların önemi, kadrajın kullanımı (bkz.aşağı), Franka'nın şeytan kırmızısı saçları, animasyonun filme eldiven gibi uyması, insanı zıpzıpzıplatan bir müzik, paralel evrenler, ardarda dizilmiş on fotoğrafla nasıl hayat hikayesinin anlatılacağı, Bay Moritz'in köfte dudakları (muhterem, daha sonra Fatih Akın filmlerinde de çokça boy göstermiştir), hiç tanınmamış oyuncuların bile izleyiciye içselleştirecek kadar iyi rol dağılımı, seyirciye tekrar çekimlerde farklı duygular vermek nasıl olur, gibi konulara ilginiz varsa yakın durunuz
   Fakir, son ondört yılda temiz üç kez izlemiştir. Ardarda holivut yüklemesi yapınca beyin süngere bağlıyor ya : işte ona birebirdir. 20 dakikalık üç bölümün (aynı çekimlerle de olsa) kendini bu kadar dikkatle izletmesi de şükeladır (üstelik filmin hepsi 81 dk.) gülümseten sonu da. (cevaplanmayan bombadillo bir soru : "poşette ne var ?") Bir kere daha diyorum (her film için demem) yakın durun...

7 Aralık 2012 Cuma

"Vengo" Başrolde Müzik

   Başrolde Fatih Akın'a felaket benzeyen Caco'nun bizi onulmaz hüzünlere garkettiğini, Bay Gatlif'in : temelde çok basit bir senaryoyu (Endülüs'te kan davası) dinlemeye doyulmaz müzikler ve fulorganik oyunculuklarla nasıl kanatlandırdığını görmemizi sağlayan Vengo'ya selamlar olsun !...

   Daha önce bu güncede ustanın Latcho Drom'un mütevazı bir tanıtımını yapmaya çalışmıştım. Bu da ikinci filmimiz olsun.
   
   Endülüs ilginç bir coğrafya...  Citanlar, barolar, faslılar yaşayıp gidiyorlar. Şimdi filmin tanıtımını yapmaya çabalayacağım amma biraz garip olacak. Zira filmimiz bir pelikuladan ziyade bir soundtracktir. Anlayacağınız Gatlif filme soundtrack yapmaktansa soundtracke film çekmiştir. (son sahnelerdeki mekanik garaj şarkısını duymak için o haliyle Caco'nun taa oralara sürüklenmesinde bunu çok net görüyoruz).

Yine de :

   Arpejde beşinci vitesten altıncıya nasıl geçilir ?
   La Caita nasıl hançere titretmektedir (kendisi Latcho Drom'un son sahnelerinde de arz-ı endam etmektedir) ?
   Naci El Alamo (Jasmin Levy'nin sentetik (naylon) yorumu değil ama. Ham, işlenmemiş, organik olanı) nasıl damardan girip kah ciğeri, kah yüreği dağlamaktadır ?
   Üstad Kudsi Ergüner bir kamyonetin arka kasasında nasıl neyden flamenko üflemektedir ?
   Müzik kimi insanların hayatında vazgeçilmezken koca filmde tek bir televizyon görülmemesinin hikmeti mucibesi nedir ? (neyse nedir, çok hoştur)
   Tespih, su bardağına çarptıkça nasıl ses çıkarır ?
   Şeyh Ahmet El Tuni o perdelere nasıl çıkmaktadır ?
   Müzikte sınırlar var mıdır ?
   Ders almadan dans olur mu ?
   Ucuz yüzükler bir insana bu kadar yakışır mı ?
   Arrinconamela çalarken bir insankişisi niye ağlar ?

gibi gereksiz sorulara yanıt arıyorsanız : şarabınızı doldurun kadehe, yaslanın arkanıza ve Vengo'yu dinleyin, gerekirse izleyin de. Hem cevapları bulacak hem de gereksiz yere hüzünleneceksiniz.

NOT : Yaradan kimseye evlat acısı göstermesin, evlat yarısını kaybetmektense kendini feda ediyor kişi...

5 Aralık 2012 Çarşamba

"The Odd Life of Timothy Green" "Timoti Griin'in Garip Yaşamı" ya da Yeşeren Sabi...


   Diznii oturmuş; amerikan model anababalara bol meşazlar saçsın, fantastik ögeleri de olsun, çocuğun bacaklarına yapraklar yapıştırayım fazla efekt parası da vermeyeyim, ailece rahatça seyredilsin (her sinemada gösterilsin, kar marjımız artsın), yaş sınırı olmasın (kar marjımız artsın), bol sinemada gösterime girsin (kar marjımız artsın), oddboy (yeşeren sabi) arada güneşi selamlama hareketi yaparken 360 derecelik çekimler yapayım (K-pax'dan intihal), çevrecilik meşazlarını da pas geçmeyelim (kar marjımız artsın), kurşun kalem de kullanmak neymiş ? gibi idealastik (dilimize yine yeni bir sıfat hediye etmekteyim) bir sinemasal yaklaşımla bu filmi yapmış. İbretle seyrettim...
   Konusu : çocuk sahibi olmak için tırım tırım tırmalayan sempatik genç çiftimiz, hayallerinin çocuğunun özelliklerini yazdıkları kutuyu (nedense) bahçelerine gömerler ve olaylar gelişir.

   Normal zekaya sahip insankişisi için çekilir eziyet değildir. Cuno'daki ikircikli Cenifır Garnır, Voriyır'daki çaresiz Coyıl Ecırtın bildiğiniz ortaoyunu ibişi olmuşlardır. Onların yerine ben üzüldüm. Hele yeşeren sabinin müzik yaptığı sahnelerde ona eşlik etme çabalarını izlerken (bkz.aşağıdaki fotografi) müteessir göz pınarlarınmdaki yaşların yuvarlanmalarına engel olamadım. 

   Buldumcuk olan annebaba modellerinin yaptığı aklazarar davranış silsilesinden (var mı böyle modeller ?) tiskindim (öyle miydi o ?). Deyvid Mors'a, Emıt Volş'a, Dayen Vest'e (yardımcı oyuncular (üstelik sağlam oyuncular)) üzüldüm. Bir suçu olmamasına rağmen filmin tümüne duyduğum antipatiye kurban giden iri gözlü yeşeren sabi Siicey Edıms'a sinir oldum.

   Buna rağmen "ben çocuğumla rahatça seyredecek, kafamı da yormayacak, şöyle 0-6 yaş arasına verecek meşazı olan, ideal mekanlarda geçen, hayattan kopuk bir film izlemek isterim" derseniz, saygı duyarım.

"Resident Evil : Retribution" "Şeytanın Evi : Ceza" ya da Zombi Ziyanlığı...


   Birbuçuk saatlik bir FPS (vurdulu kırdılı oyun) oyunu düşünün, esas role Milla Covoviç'i oturtun, arkanıza yaslanın, tetiklere basın durun. Fakir (ki CGI'ın hastasıdır) birbuçuk saatin sonunu zorlukla getirebilmiştir. 

   Aslında serinin ilk filmleri bu kadar tahammülfersa değildi. Konu değişik, Bayan Covoviç biriçimsu, zombiler (henüz) korkutucuydu. Lakin bu son filmle görüyoruz ki : tavşanın suyunun suyunun suyunun suyu pek tavşan tadı vermemekte.  Zaten yönetmen bey bunun farkında herhalde ki hiiç kasmıyor, kafasına göre muhteşem bir şekilde saçmalamaktadır.

   Üç boyut teknolojisini kullanmak için araya serpiştirilen gereksiz sahneler, ne idüğü belirsiz yan karakterler, başrole iç gıcıklayan sado-mazo kıyafetler, yancı aktriste ise sadece gözlere hitap etsin diye kırmızı saronglar giydirmeler, silah ve araç kullanabilen zombiler (vallahi acıdım zombilere (bu kadar meta yapılmaz ki birader !)), olmayan mantıksal kurgu, vallahi yazmaya üşeniyorum yoksa daha çok var.
   
   Diyeceğim  :  açıkta durunuz, koşarak uzaklaşınız, yaklaşmayınız... O kadar yani !...


Ferhan Şensoy'dan "Denememeler"


   "Bu kitabın adıyla kastedilen dene büyüklüğünde memeler değildir elbet !" diye yazsa da arka kapakta üstad, ön kapağa iki dene memeyi yerleştirmekte bir beis görmemiştir. Sayın Bay Şensoy'un (kuvvetle zannediyorum ki makas ve prit ile) yaptığı gayet de kuntastik bir kolaj çalışması ön kapağı süslemektedir.

   Kitabın içi ise evlere şenliktir. Ustanın üslubunu bilen bilir. Yine döktürmüştür ortalık yerlere elmasları, incileri. Bazen standart deneme formatlı sayfalara rastgelirken bazan bildiğiniz "pot" kafası sayıklamalar, bazan tek (ve hatta yarım) sayfalık tespitler silsilesi, bazan da alkollü anılar muhayyilemize üşüşmektedir. 

   "Memurengiz Tiyatro" başlıklı yazıyı; tiyatro ile kafa yoranların ve Haldun Taner ismini duyanların okumaları önerilir. Böyle güzel Haldun Bey güzellemesi de okumadım.

   "Wagner'in Karısı"nda, Bay Wagner'in Bay Niçe'ye Zerdüşt'lü bir laf kapağı uydurmasını; "Asaf Halet'le Tanışmamız"da edebiyatın ince ve naif yanıyla gündelik yaşamımızın hödüklükleri arasındaki tezat ve korelasyonu ve bunun gibi nice birkaç sayfalık incilerde mental dağarcığınızı tıka basa doldurmanız mümkündür. Kitapçılarda değil ama sahaflarda muhakkak vardır. Ustanın kar etmek amacıyla yazmadığı kitaplarını yayımladığı Ortaoyuncular Yayınlarından yayınlanmıştır. Sahaflarda pek aranmadığından beş liraya bile alınabilirliği vardır.

   Özellikle aranmayabilir ama denkgelirse kaçırmayınız.


4 Aralık 2012 Salı

"Premium Rush" Bisikletçiler Kaçırmasın...

   Başrol oyuncumuz Cazıp Gordın Luit'in şaşırtıcı bir şekilde müteveffa (çocukluk idolümüz) Brus Li'ye benzediği (ama bisiklete binen brusli !..) bir filmimizle daha karşınızdayız sinema tutkunları !...
   Niyork'taki 1500 bisikletçi kuryelerin en hızlısı olan esas oğlanımız kıllıkışlı işlere bulaşmak zorunda kalır ve olaylar gelişir. Senaryo nasıl sıradan, protogonist ve antogonistler (edizhunlar, eroltaşlar) nasıl klişe, velhasıl nasıl holivut nasıl holivut anlatamam.  Lakin filmi izlerken pek bir eğlendim. 
   Bir kere izleyiciyi uyuşukluğa sürükleyen bir kronolojik kurgu yoktur. Filmimiz olayların başında başlamamakta, sonunda ise son bulmaktadır. Arada sık sık ileri gidişler, geri dönüşler vardır (ki neden sonuç ilişkisini kuramayan bir karşıcinsle asla izlenmesi önerilmez (bkz. "bu kim ?" "demin bunlar kavga etmemişler miydi ?" ve daha onlarca soruyla karşılaşmak)). Yani bir kere devamlı ilgiyi uyanık tutmak zorundasınız, arada dalarsanız ucunu yakalayamazsınız. 
   Dış sesli filmleri seviyorum, burada kahramanımız dış ses.
   Maketi gerçek hayata bağlayan filmleri seviyorum, burada fon Niyork.
   Klanvari toplulukları seviyorum, buradaki klan hakikaten "klan" janrına tam oturmuş.
   Araya serpiştirilen basiretsiz komedi unsurlarını seviyorum, buradaki bir bisikletli polis. (sizi bilmem, beni arada güldürdü)
   Geldik en önemli etkene : bisiklete binmeyi bu kadar özendiren, şehirde bisiklet kullanan insankişilerin karşı karşıya oldukları zorlukları bu denli iyi aktaran, bisiklet kullanırken beynimizin farkına varmadan verdiği kararları gayet ağırçekimle ve başarılı aktaran film; ben izlemedim (tamlamaya gel).  Kullanılan bisiklet de akla zarar : çelik kadro, vitessiz, frensiz...
   Bisiklet kullananlar ıskalamasın, çoluk çocukla gider, makara arkadaş grubuyla patlamış mısır bira ile gider, sıkıcı bir işgününden sonra kafayı dağıtmak için gider. Hülasa gideri vardır....

1 Aralık 2012 Cumartesi

"A Fantastic Fear of Everything" Alayından Kuntastik Tırsıyorum

   Saymın Peg sevdalılarının; sinemalarımızda pek gösterilme şansı olmayan bir filmi ile karşınızdayız saymınpegfiller (işte yeni bir sıfat daha kazandırdım dilimize. Nerede bu devlet ? Nerede bu TDK ?..)...
    Konumuz şöyle özetlenebilir : Jack, çocuk kitapları yazan bir yazar iken suç romanları yazmaya girişir ve Viktoryen döneme ait seri katillerin hayatlarını araştırmaya başlar. Bu ayrıntılı araştırma onu paranoyaklaştırır ve anlamsız bir öldürülme korkusuna kapılır. Aniden ortaya çıkan bir Hollywood yapımcısı senaryosuna anlaşılmaz bir ilgi duyar. Jack’in "büyük çıkış"ı olacakmış gibi görünen bu durum aslında onun "büyük çöküş"ü olmak üzeredir. Jack en büyük korkuları ile yüzleşmek zorundadır, ki bunlar aşk hayatı, kirli çamaşırları ve bütün korkularının kökeni olan olaydır.
   Konu güzel, çekimler, müzikler, kostümler, kast (özellikle çamaşırhane tayfası) ortalamanın üzerinde. Obsesif korku ancak böylesine başarılı anlatılabilir. Saymın Peg'i bilenler bilir, felaket bir oyun çıkarıyor. Ancak filmimiz genellikle kapalı yerlerde geçtiğinden midir nedir, fazlasıyla tiyatro kokmaktadır. Başlarda, evin içinde geçen sahneler biraz fazla uzadığından bayatlamış ordövr tabağı hissi uyandırsa da sonlara doğru özellikle çamaşırhane sahneleri ile psikanaliz etüdü bu kokuyu telafi etmektedir. Velhasıl : bu bütçeyle çekilebilecek en iyi filmlerden biridir.
   Sıradan sinefilleri pek açmayabilecek olan pelikulamız, saymınpegfiller (aslında olmuş bu sıfat) tarafından ıskalanmayacaktır. Çocuğunuzu kokmuş çorap, kirli don görüntülerinden koruyacak kadar koruyucu (ruh hastası) model bir ebeveynseniz, çocuklarınızla izlemeyiniz. Eğer değilseniz, zaten ilk yarım saatten sonra çocuklar sıkılıp kaçacaklardır. 

30 Kasım 2012 Cuma

"End of Watch" Training Day'in Belgesel Hali...

   Yıllardır polisli haydutlu filmler seyrederim. İlk kez bunun gibisini görüyorum. Çok telmaşa afişe bakıp sıradan polisli film zannetmeyin sakın !.. Senaryo zayıf ancak görüntüler ve oyunculuklar ortalamanın hayli üzerinde. Tüm film aktüel kamerayla çekilmiş (iyi adamlara "okul ödevi" kisvesi altında bir kılıf uydurmuşlar ama kötü adamların herşeyi kamerayla kaydetmelerini pek havsalam almadı). 
   İngilizce bilmeyenlerimiz olabilir, ben hemen dilimize çevireyim end of "tehlikeli", watch da "takip" anlamına gelmektedir (ben filme Türkçe ad verenlerin yalancısıyım).
     Başlarda biraz aksayan tempo filmin ikinci yarısında istim tutuyor. Belgesel kanallarındaki reality şovlara benzeyen görüntüler daha sonra düğün çekimlerine kayıyor, snuff filmlere kayıyor, aslında görüntüler durmadan kayıyor. İlginçtir ki : bu kayan görüntüler, iki esas oğlanımızın arkadaşlıklarını seyirciye farkettirmeden içselleştiriyor. Sonlara doğru "kahraman amerikan polisleri" güzellemesine dönüşen filmimiz klişe holivut filmlerinin birazcık da olsa dışına çıkıyor.
   Sinemada görülmeyedebilinir (Allah bana bir daha böyle yüklem kullandırmasın işşallah !). Ancak akşam boş vaktiniz varsa (çoluk çocukla asla seyredilmez !.. kontrolsüz şiddet ve dakikada sekiz "fuck" saydırabilen çeteciler vardır) bir buçuk saati güzelce ezebilirsiniz... 

29 Kasım 2012 Perşembe

"Bay Pipo" Neticede herşey güç için !...

   Onüç yıl evvel yazılmasına rağmen güncelliğini yitirmemiş kitaplardandır. İkinci okumada, birincisinden farklı tatlar alınabilir. 
    Hiram Abas'ın hayat hikayesi çevresinde; taa "teşkilatı mahsusa"dan 1999'a dek MİT'in hikayesi : dehşetengiz ayrıntılar, açık kaynaklardan elde edilen haberlerden yapılan kestirmeler, güncel olaylar, magazin olayları, siyasi entrikalar, askeri dalavereler, tanıdık simalar, tanımadık simalar yardımıyla didik didik ediliyor. Büyük resme baktığımızda ise "herşeyin güç için" olduğunu acı acı gülümseyerek idrak ediyoruz.
   Okuduktan sonra "Jason Bourne" serisinin önce kitabını okudum, sonra film üçlemesini izledim. Baktım ki, kitap benim yargı sistemimi değiştirmiş. On yıl önce de aynısı olmuştu, şimdi de oldu. Nedir : "okunmamış kitap yenidir" mottosunun üstüne, "unutulmaya yüztutan ve iz bırakan kitap da okunmalıdır"  diye bir aforizma patlatabiliriz. 
    Kitap, haber, çakma cd gibi terör enstrümanları nedeniyle uzun zamandır parmaklıklar ardında ömür tüketen Soner Yalçın'ın üslubu çok akıcı. Ne zaman kronolojik tarihte sıkılmaya başlasak araya teatral ögeler (parça) yerleştirip merakımızı hep canlı tutuyor.   Tek kritiğim; özgeçmiş niteliğinde sayılabilecek bu kitabın öznesinin ölmesinden sonra yazılmasıdır. Zira yöneltilen eleştirilere herhangi bir cevap verilemiyor. İsnat edilen fiiller (hah duruşma salonu gibi oldu burası !..) gerçek midir ? Bilemeyiz. Amma araya yerleştirilen teatral ögelerde tek taraflı bir betimleme olduğunu da inkar edemeyiz. Peki bu kritik kitabın okunmasına mani midir ? Zinhar hayır !  MİT'i daha iyi anlamak ve günceli daha iyi analiz edebilmek için tekrar okumakta faide vardır.

"Teneke Kutular" Alex Shearer'den Gençler için Korku...

   TUDEM'in gençlik (yeniyetmelik) kitapları bir süredir ilgimi çekiyordu. Kızıcığımın kütüphanesinde gözüme çarpınca (kitapsız bir döneme de rastgelince) okudum bir solukta. Puntolar büyük, satır araları geniş, dili dolambaçsız, mesajları açık, Ankara-İstanbul arası otobüs yolculuğunda bitebilecek bir kesafete sahip (artanıyla da gazete karıştırabilirsiniz rahatlıkla), lakin gençlikle alakası sadece bu kadardır bana göre.

   Rastgele alınan konservelerin içinden kulak, parmak, acil yardım çağrısı gibi objelerin çıkması üzerine; yaşıtlarından biraz farklı iki yeniyetme olayı araştırırlar. Konu bu... Rahat bir Stephen King kitabına hadi kitap demeyelim de öyküsüne konu olabilecek bir senaryo... Sonuna doğru yükselen tempo nedeniyle çabucak bitiyor. Naiflikten kurtulmamış sabi sübyana okutulmasını ben olsam önermem. Önermiyorum da...

28 Kasım 2012 Çarşamba

"Lawless" "Namuslu Kanunsuzlar, Namussuz Kanun Adamlarına Karşı !..."

   İnsanın içine; Şiya Laböf'ü mutfak masasına yatırıp, kıçını kömür küreğiyle su toplayana kadar dövme isteği uyandıran bir filmimizle daha (sanki böyle film çokmuş gibi) yine huzurlarınızdayız sevgili sinefiller...
   Konusu kısaca başlıkta özetlendiği gibi olan filmimiz, 1920'lerin (ekonomik bunalımlı ve içki yasaklı) Amerikasını özel ve güzel bir şekilde yansıtmaya çabalıyor. Kadro sağlam : Şiya Laböf, Tom Hardi, Geri Oldmın ve karikatürize edilmiş kötü bir Gay Pörsi... Görüntüler güzel, kostümler dekorlar güzel, (sanat yönetmeni iyi iş çıkarmış (dönemin benzin pompasını bile bulmuşlar)) senaryo gerçek hayattan alınmış, Yönetmenimiz Con Hilkot'un bundan önceki filmi "The Road" (ki benim gözümde külttür)...
   Ama niye olmamış bilmiyorum !  Laböf'ün akla zarar rolü mü ? Geri Oldmın'ın sahnede toplam on dakika görünmesi mi ? Tom Hardi'nin yüzünde hep aynı maskla (sevişir ve vurulurken bile aynı) rol kesmesi mi ? Senaryoda hiç namuslu karakter olmamasına rağmen kara film statüsüne sokamadığımdan mı ? Bir saatte rahat anlatılacak hikayeyi iki saate sündürmesi mi ? Çok kötü (başlangıç ve final jenerikleri dahil) bir müzik kullanımından mı ? İnandırıcılıktan uzak finalinden mi ? Du bakiyim ! Aslında bayağı bir neden varmış beğenmemek için.
   18 Ocak'ta memleketimizin sinemalarında temaşa edilecek olan bu filmimizi, kişibaşı 16 TL verip sonra "Allaam ne yaptım ben" diye dövünmenizi hiç istemem. Başka şekillerde temin edip evinizde seyrederseniz en azından sıkılınca kapatıp "oh" çekme opsiyonunuz vardır.
   Bilmem anlatabildim mi ?


27 Kasım 2012 Salı

"Skyfall" - Ağlama anne ! - Ağlamıyorum zaten...

   Takma dişlerin insanın çehresini nasıl değiştirdiğini ürkerek idrak ettiğimiz bir Bond filminin tanıtımına hoşgeldiniz sevgili sinefiller.
   Baştan söyleyelim : Adele'i falan pek tanımam (bendeniz Şörli Bessi'de takıldım, sonrasına terfi edemedim) ama Tina Törnır'ın "Golden Eye"dan sonra en sevdiğim Bond şarkısı olmuştur. Filmin hanesine baştan bir artı çiziktiriyoruz.
   Serinin önceki iki filmini de gülümseyerek hatırlamamın hikmeti mucibesi ne olabilir ? diye düşündüm de. Herhalde dudaklarını hep bizi öpecekmiş gibi uzatıp rol kesen Denyıl Kreyg değildi. (zira (hah şimdi de "zira" dedim) Şon Kanıri olsun Racır Muur olsun ve hatta Timıti Daltın bile olsun zahiren bu slimfit takımlar giyen arkadaştan yakışıklılar (ha kaslı değiller ama bu da Terminator değil Ceymzzz Bond arkadaş !..)). 

   Senaryodan değil (önceki serilerde de sağlam senaryolar vardı hatta birçoğu Ayın Fleming'den direkt apartmaydı).  Bond kızlarından hiç değil (bkz.önceki bond kızlarından örnekler : Ursula Endrıs , İzabel Adyani, Dayana Rig (ki aynı zamanda Emma Piyıl'dır da), Brit Eklınd, Barbara Bah, Kerıl Buket, Mişel Yeoh, Teri Heçır, Denis Riçırds, Heyl Beri diye uzar durur). Sağlam kötü adamlardan değil (hatırlayınız önceki kötü adamları : Kristofır Lii'den, Kristofır Wolkın'a kadar ne sağlam kötüler vardı !.. ) Durup düşünelim bir bakalım. Evet Denyıl Kreygli seri, Bondların en gerçekçi, en hayata yakın olanıydı. Evet hoplamalar zıplamalar hep var. Lakin bunlar öyle fazla holivut efekti değil de gerçekten olabilirliği mümkünmüş gibi görünen sahnelerdir. Binbaşı Ceymz (özellikle Racır Muur'un yaptığı gibi), kuntastik aletlerle tefriş edilmemiş (hatta bu filmde, teçhiz edildiği hipersonik teknoloji ürünü telsiz için (ki düğmesine basılınca sinyal gönderebilmektedir) "brave, new world" diyerek Aldus Haksli'ye çaktığı selam dikkatimizden kaçmamıştır) ne yaptıysa tırnaklarıyla kazıyarak, toplarını içine çekerek (bkz.Casino Royale, iskemleli işkence sahnesi) yapmıştır. Bond kızları; elf prensesleri gibi değil daha bir sokakta rastlanabilitesi (dilimize bir sıfat daha hediye ediyorum tam şu anda) olan kızlardır. Yeni Bondumuzun otomobilleri de pek sıradandır Piers Brosnın'ın ki gibi görünmez bile olamamakta bu akıllıca taktik de kaslı yeni model Bondumuzu pek bir inanılır, dolayısıyla daha bir hayata yakın, daha gerçek bir Bond yapmaktadır. 

   Nedir : ilk iki film hakikaten iyidir. Ama bu sonuncusu olmamıştır. Alman pornocu görünümünde tezahür eden Havier Bardem (İhtiyarlara Yer Yok'taki görüntüsüne rahmet okutmaktadır) elinden geleni yapıyor ama, ıhh, kurtaramıyor. Aksiyon sahneleri, oyunculuklar, görüntüler bekleneni vermektedir. İki buçuk saate varan sürede temponun düştüğü, izleyenleri esneten sahneler vardır. En önemlisi senaryodaki kopukluklardır. Kurgu ve senaryo konusunda sanatsal Türk filmlerinde rastlanabilecek gedikler, görülmemesi imkansız mantık hataları vardır. Misal : kötü adamın kötülüğünü yaratan kavram basit bir ödip kompleksi olarak verilmeye çalışılmıştır. Filmin sonları; "Evde Tek Başına" filmine rahmet okutmaktadır. (izleyenler anlayacaklardır (yok ! yere bilye atmalar, yok efendim patlayan avizeler yapmalar) daha neler !..)
   Genelde medyada sadece Türkiye görüntüleriyle gündeme geldi filmimiz. Ülkemiz, nasılsa öyle yansıtılmıştır. Bir tek bardaki sahneler Puket atmosferi verilerek yapılmıştır gibime geldi. Yoksa diğer sahnelerde herhangi bir negatif abartma yoktur. Eminönü'müzü de fazla abartmamak gerektir. Neticede bir San Marko meydanı değil...
   Cudi Denç iyidir. Albırt Fini küçüminnacık bir rolde resmen harcanmıştır. Ralf Fines de iyidir. Aston Martin harikadır. Manipeni (ki son sahneye dek kimliğini anlayabilemiyoruz) iyidir. Final; "bu pilav daha çok su kaldırır" meşazı vermektedir. Anlayacağınız devam filmi çalışmalarına başlanmıştır bile.
   Ama film olmamıştır. Resmen : buğdayı nişastasını salamadan pişirilen aşure hissi vermektedir. Yine de ilk iki filmi seyrettiyseniz nasolsa bunu da göreceğiniz için yukarıda yazdıklarımı beyhude yere yazdığımı zannediyorum. Haydi iyi seyirler...

26 Kasım 2012 Pazartesi

Mersin'de Yeme İçme... (kerebiç, humus, cezerye, künefe)

   Tamamen sübjektif hazırlanmış bir tanıtımdır. Önceden uyarımı yapayım...

   Aşağıdaki fotoğraftaki gibi oksimoron dükkanlardan çok gördüm. "Eyfel Kebap Salonu" gibi. (düşünecek olursak Paris Tantuni Salonu oluyorsa, o niye olmasın değil mi ?)(bölge esnafında ümitsizce bir Paris özlemi var sanırım)
Mersin bir kurutulmuş yiyecek cenneti, aşağıdaki gibi dükkanlar da hayli fazla..
Dikkatimizi çeken bir baharatçı dükkanı da, ilginç dekorasyonuyla göz dolduruyor.
   Bu baharatçının asıl bombası, satılan ürünlerde. Aşağıdaki fotoğrafı büyütecek olursanız kavanozların üzerindeki etiketler yarabilir. Örn. "basuru keser", "cinsel geciktirici", "cinsel uyarıcı", "prostat eritir", "migreni keser" vs.vs. Meraklılarına Humusçu Murat Ustanın dükkanının hemen yakınında.
   Bu bölgede "kerebiç" denen tatlının fotografisi de aşağıdadır. İri parçalı ceviz veya antep fıstığının üzerindeki tatlı olmayan gevrek ince bir hamurun kaplanması ile elde edilen bu kurabiyemsi gıda asla bu şekilde tüketilmiyor. Kimileri bilecektir köpük helva (çöğen bazlı bir eski zaman lezzeti) döşenen bir kaba aktarılarak satılıyor. Biz uzağa götüreceğimizden helvasız almayı tercih ettiğimizi söyleyince, satıcı "kuru kuru yenmez ki !" diyerek atarlanmıştır. Hemen altında daha önce bahsettiğimiz (bkz.Tarsus Rehberi") unlu "mamüller" ise ıskalanmaması gereken atıştırmalıklardandır. (yalnız fazla atıştırırsanız en geç bir ayda obez olma riski vardır) Başlıkta bağlantısını verdiğim Hayri Ustanın mamüllerini öneririm.
"CEZERYE"
   Mersin = cezerye bağlantısını yapanlardansanız. Dondurmacı Halil Ustayı pas geçmemek gerekir. "Cezerye de de ustalık mı olurmuş, havuçla şekeri karıştırırsanız olur bir tatlı" diyerek küçümseyenlerdenseniz de pas geçmemek gerekir. En eski cezeryecilerden olan bu pastane, asıl olarak cezeryede ihtisaslaşmışsa da diğer ürünleri de, beyinde kıvılcımlar çıkarasıdır. Fıstıklı cezeryeyi yediğinizde ise daha önce yediğiniz cezeryelerin cezerye olmadığını içiniz burkularak idrak edeceksiniz.


"HUMUS"
   Sıra geldi humusa... Ortadoğuya özgü bu kendine has lezzet; kaynayan nohutun ezilerek tahinle karıştırılmasından oluşur (kabaca yani). Gittiğimiz yerlerde bulunan "kibar" restoranların mönüsünde bulunan humus, maalesef  nohut unundan mamul olup tadı tuzu bulunmadığından bu lezzeti babadan kalan yöntemlerle yapan "humus erbabı" araştırınca aşağıdaki dükkanda icrayı sanat eden Tarsuslu Murat Usta'ya vasıl olduk.
   Murat Usta hep tezgahının ardında, bütün tabakları o hazırlıyor, kepçeyi bir virtüöz edasıyla kullanmakta..
   Murat Ustanın icat ettiği bu çorbayı, müdavimlerin humus yedikten sonra taam ettiklerini hayretle müşahade ettik. Bildiğimiz mercimek çorbasına, tavuksuyu, didiklenmiş tavuk eti, nohut, maydanoz, tahin ve bilmediğim başka şeyler ilave edince oluyor : "tarmer".. Bakınız bu ismi tereddütsüz kullandım. Çünkü Murat Usta üşenmemiş, Patent Enstitüsünden çorbanın patentini alıp, adını da tescillemiş. Sadece çorba olarak değil yemek olarak da tüketilebilir, çok doyurucu bir çorbadır.
   Humus, bildiğiniz humus. Yalnız nohut unundan değil, yerken dilinize küçük nohut parçacıkları gelebiliyor (ki ipucu vereyim : bu parçalar gelmiyor humus böyle labne gibi pürüzsüz ise nohut unundan mamuldur, ve makbul değildir) Buradaki humus, nasıl olması gerekirse öyle... Tahini, sarmısağı, kimyonu tam kıvamında...
   Dekorasyon mütevazı, tipik esnaf lokantası görünümünde, garsonlar zehir gibi, hijyen iyi, Murat Usta ilgili ve bilgili, fiyatlar makul (bkz.aşağıdaki fotoğraf sol taraf), en önemlisi sunulan tabaklar hem göze hem mideye hitap ediyor. Mersin'e gidildiğinde pas geçilmese iyi olur...
"KÜNEFE"
   Aradık taradık, sorduk soruşturduk künefeyi en iyi "Künefeci Emin Usta"nın yaptığını öğrendik. Adres bağlantısı başlıkta. Merkezden biraz sapa kalsa da yürüyerek gidilebilir. On oniki masalık bir tatlıcı, asıl olarak künefe servisi yapıyor. Mersinli Ahmet'in yeğeni (maalesef adını sormayı unuttuk) hem üretim hem servis aşamasında hep dükkanda. Hatay'da mandıraları varmış, yağ ve peynir oradan geliyormuş. Kadayıfı kendileri döküyorlar. Künefenin kilosu 24 TL. porsiyonu 6 TL. Yalnız; bir porsiyon, normal üç insanı doyurur cesamette. İnsan bu tabağı yediği zaman mutluluktan gözleri yaşarabilir. Genç patronumuz, yakın zamanda açacağı yerin tanıtımını yaparken gözleri parlıyordu. Yeni yerde;  üretimin tüm safhaları camların ardından seyredilecek, başka bir deyişle asla kalmış, bayat mamul satımı olmayacakmış, sigara içilen ayrı bir yer için bile ruhsat almışlar. İşinden bahsederken gözleri parlayan insanları seviyorum. Mersin'e yolunuz düştüğünde gidin, görün, tadın. Bana dua edeceksiniz.



22 Kasım 2012 Perşembe

"Savages" Bunu niye yaptın Olivır ?

   Demek insan 66 yaşına gelince böyle saçmalayabiliyormuş. Eyy Olivır Sıton !... Sen ki müfrezeyi, ceyefkeyi, katildoğanları, volsıtriiti çekmiş, gözümüzde müstesna bir verandaya kurulmuş, ayrıcalıklı yönetmenlerdensin. Niye yaşlanmaya başlayınca Hoptediks rolüne çıkan Jerar Dipardiyö gibi "dur ölmeden güzelce bir cozutayım" dersin ki !...
   Yönetmenimize yeteri kadar çemkirdikten sonra filmimize geçebiliriz. Öncelikle şunu söyleyeyim ki çoluk çocuktan köşebucak kaçırılması gereken bir filmdir. Şiddet ve cinsellik sınırı tanımayan filmimizde kopan uzuvlar, fışkıran kanlar, poliyandriyel (var mı böyle bir sosyolojik tanım bilmiyorum) bir ilişki (tüm yönleriyle ve açıklığıyla), uyuşturucu, ahlaki yozlaşma vs.vs. gani gitmektedir (hah bu yüklemi de kullandım ya, artık rahatlıkla "tekaütüm ben" diyebilirim.)
   Aynı kızcağızı seven ve sevgilerine asla kıskançlık karıştırmayan (yurdum erkeğinden hayli farklı olarak) iki ot (ama süpersonik olanından) yetiştiricisi yakışıklı arkadaş, pazarı genişletince meksikalı uyuşturucu karteli "du bakalım kardeş" diyor ve yakışıklılarımızı pruvaya alıyor. Olaylar acımasızca gelişiyor.
   Yönetmen Bay Olivır Sıton. Tamam başroller fazla popüler değil (sadece benim için. Yani Bleyk Livli'nin kıçını başını açması haricinde pek bir oyunculuğunu göremedim) ama yardımcı rollere bakınız bir : Con Travolta (pek bir performansını göremedik, zaten filmde beşinci planda), Salma Hayek (hiç olmamış),  Beniçio Del Toro (film, bir tek onun hatrına izlenir (iyi aile babası olmaya çabalayan tetikçi rolünde tam anlamıyla döktürüyor)). Senaryo hoplamalı zıplamalı bir havada. Yani yağ, un, şeker var. Ama helva olamamış.
   Çifte son da olmamış, arak afiş de olmamış, kast hiç olmamış, görüntüler güzel ama (hakkını yemeyelim), sinemada görmek isterseniz "çok paranız var herhalde" derim. Malum ortamlardan edinip de izlerseniz "canınız ölesiye sıkılıyor" derim. Ama tabiyki öyleyseniz bilemem, izleyebilirsiniz.
Toro'nun bakışlara dikkat !...