26 Temmuz 2015 Pazar

Thasos ve Kavala'ya Gidecek Olanlara Öneriler...

     
 Arakolpa'dan bir gezi yazısı daha :
   Bu sefer destinasyon yakın. Hem yakın, hem uzak. İstanbul'dan 460 km. (Ankara'dan yakın misal) uzaklıktaki Kavala coğrafi olarak yakın olsa da yaşam tarzı olarak bize bir hayli uzak (özellikle de "yeni Türkiye"ye). Laf salatası yeter, bilgilendirmeye geçelim.
   Uluslararası sigorta, triptik, uluslararası sürücü belgesi (ki garabet ve pahalı bir uygulamadır (ki ecnebi memleketlerinde araç kiralarken memleketimin sürücü belgesi haricinde kimse başka bir şey sormuyor)) gibi maliyetleri üst üste koyunca otobüsle yolculuğu tercih ettik.
   Bu işi yapan bir kaç firma var. Biz Alpar Turizm'i tercih ettik. Lübnan'ın bombalanmış haline benzeyen Esenler Otogarında gayet nezih bir ofis yapmış olan Alpar Turizm; sadece Yunanistan değil daha başka yabancı memaliklere de ulaşım sağlıyor. 
   Neyse, konumuz Kavala. Alpar Turizm'in Beyoğlu İlçe Emniyet Amirliğinin hemen önünden 19.00'da kalkan servisi, servis sürücüsü Demirel Bey'in beyin kanırtan sohbetleri eşliğinde sizi ofise ulaştırıyor. Burada pasaport numaralarınız alınarak biletleriniz veriliyor. Benim gibi şehir dışından rezervasyon yaptıranlar için kredi kartınızdan bilet bedelini çekip (provizyon olarak) bileti alınca makbuzu imzalatıyorlar. Otobüs ve şoförü Yunan vatandaşı, şaşırmayın. 21.00'de kalkan otobüs sizi gece yarısında sınıra ulaştırıyor. İpsala'da çabucak biten pasaport kontrolünden sonra Yunanistan'da rastgele seçilen bir valiz gümrük memurları tarafından inceleniyor. 20 dakika falan sonra Yunanistan'dasınız. 2.5 üç saat süren bir yolculuk sonrasında da gece üçbuçukta Kavala'da Oceanis Otel'in önünde sizi bırakıyorlar. Alpar Turizmin Kavala'daki irtibat bürosu da bu otelin altında, dönüş için gece 22.30'da burada olursanız, dönüş biletinizi imzalatıp, valizlerinizi burada bırakıp, şehri gezebilirsiniz.
   Kalmak için Oceanis Otel'i tercih ettik. Konumu güzel, otel büyük, otel eski, odalar ferahfeza, manzara iyi, kahvaltı yeterli, fiyatlar fena sayılmaz (2 kişilik oda 62 euro).
   Kavala'da pek öyle fazla bir gezecek yer yok. Sahilden kolayca görülecek kale ve çevresindeki daracık duracık sokaklardaki Osmanlı etkisi taşıyan evler rahatlıkla ilk ve son gezinti tercihiniz olabilir. Feribot iskelesinin hemen üzerinde bulunan İmaret otel, manzarası ve mimarisiyle görülmeye değermiş. Biz gittiğimizde otelin her iki kapısı da kilitli olduğundan içeri giremedik, sonra da tekrar denemedik.
   Aheste aheste bakınarak çıkıldığında 45 dakika falan sonra kaledesiniz. 1.5 euro giriş ücretini verince içeriye giriyorsunuz. Kalenin iki numarası var : kocaman ve içi boş bir cephanelik (girmeseniz de olur. bomboş odanın bir köşesinde bir yığın gülleden başka bir şey yok), hisarın burcu (buranın da pek fazla bir numarası yok ama manzarası harika). Romenbulgarsırp turistlerden fırsat bulursanız bir iki fotoğraf çekip, esen rüzgarda terinizi kuruttuktan sonra yine ahesteden aşağıya iniyorsunuz.
   Yukarıdan rahatlıkla gördüğünüz su kemerinin yanına gitseniz de farklı bir şey göremeyeceksiniz. Bundan beş sene önce gittiğinizde yarısı kanla kaplı bir Kıbrıs haritası görebilecekmişsiniz lakin gelen Türk turistlerin çokluğu kayda değer girdi yaratınca o haritayı kaldırmışlar. Yine de "Konstantinopolis 460 km." tabelası duruyor (yanında Bizans kartalıyla). Halkta değil ama (özellikle okumuş olanlarda), devlet görüşünde Türk düşmanlığı marazi.
   Malum, Kavala'nın en bilinen mamulü : kurabiye. Efendim turistik olmasın, orijinal olsun diye evde pişirilenini aldık. Vallahi içinde eser miktarda bile badem yoktu. Dükkanlarda satılan fabrikasyon olanlar hem daha taze, hem daha bademli. Misal Alpar Tur irtibat bürosunun iki üç dükkan solundaki kahveci Illy'de aldıklarımız, hayalkırıklığı yaratmadı. Yalnız Edirne'dekiler Kavala'dakilere acımasızca ağır basar (kurabiye bazında).
Prinos İskelesi yanı kafeler
   Kavala'da yemek için blog karıştırdım, tripedvayzır didikledim. Hemen tüm kaynaklarda; sahildeki iki taverna güzelleniyordu. Bir akşam oturduk, gelenler mutfak olarak pek başarılı değildi de "akşamdan kalmalığı yoktur, çok hafiftir" diye öve öve bitiremedikleri "Kavala Extra Ouzo"dan koşarak uzaklaşın, ben bunun kadar pespaye üzümden üretildiği iddia edilen içki görmedim. Bulabilirseniz mavi "Barbayanni"den şaşmayın. Bir de turistik yerleri sevmiyorsanız. Kaleye çıkan meydanın (arkanızı denize döndüğünüzde) sol tarafında kalan Kavala'nın çarşısında Kavalalıların (üf yazması ne zormuş) yiyip içtikleri yerler ilginizi çekebilir. Kendi adıma orada yapılan ızgara köfteyi, turistik yerlerde yiyemeyeceğinizi garanti ederim. Tavernalardaki fiyatlar fiks. Salatalar 3.5 eurodan başlıyor, üstüne feta peyniri konulmuş grek salata 5 euro. Başlangıçlar 4-7, çorbalar 3-6, mezeler 3-7, ana tabaklar 8-17 euro arasında. Bu arada bir hatırlatma, mönülerin arka sayfalarına ayrı bir özen gösterin, çünkü bazılarında "%13 garsoniye, faturaya ilave edilmiştir." ibaresini gördüğünüzde ilave bahşiş bırakmanıza gerek yoktur.
   Taşoz'a nasıl gidiyoruz ? Tabiy ki feribotla. Buradan saat çizelgesine de bakabilirsiniz. Yüzünüzü denize döndüğünüzde sol tarafta feribot iskelesi var. 4.70 euroya bileti aldıktan sonra feribota bindiniz (şanslıysanız yenisi ile gidersiniz (yerlere kadar camlar, deri koltuklar, verimli bir klima gibi avantajları vardır. şanslı değilseniz eskisi denk gelir. sıkı bir vibrasyonla insana böbrek taşı düşürtür). Yanında simit, cips benzeri yiyecekleri olan martıları besleyebilir. 1 saat 50 dakika sonra Skala Prinous'tasınız. 
   Feribotta yaklaşırken adanın coğrafyasını incelediğinizde genel olarak yeşil bir ada olduğunu görebilirsiniz. Prinu iskelesi (Skala Prinous) Taşoz'un en küçük yerleşim yerlerinden biri. 5-10 Otel, 2-3 taverna, 3-4 kafe ile tamamen iskele çevresinde kümelenmiş turistik bir yerleşke. Meydanda gayet sakil, en meymenetsiz suratlı, en silikon memeli bir deniz teyzesi heykeli vardır. Görmelere sezadır. Sağ tarafta gayet sık ormanlıklı bir burunun çevresindeki kumsal dikkatinizi çekebilir. Orası Taşoz belediyesinin konaklama tesisleridir. Kampingçilere ve öğrenci gruplarına hitap eder. Plajları güzeldir. 
   Fiyat fayda maliyeti çalışarak Prinu'daki Elektra Otel'de kaldık. Fiyatlar vilayet evlerinden çok ucuz, orduevlerinden azıcık pahalı idi. Temizlik şahane, yataklar sert, sivrisinekler acımasız, banyo tuvalet yeni elden geçerek süpersonikleştirilmiş, yatak başlıkları gotik, arkası ormanlık, önü plaj, otelin işletmecileri 70 küsurluk çift (Theodora ve Elefterious) süpersonikti. Beni her gördüğünde "Sülimani, Sülimani" diyerek öpücükler veriyordu (Muhteşem Süleyman dizi side-effect). Kahvaltıda bahçeden domatesler, biberler, tatsız tuzsuz (ki her otelde aynıdır) peynir, iki boyutlu (derinliksiz) kaşar ve salamlar vs.vs. standart otel kahvaltısı veriliyor. Ama her şeyden önemlisi işletmeciler ve çalışanlar müşterilere karşı (ki jargonda misafir oluyor bu. Misafir yattığı yere para mı verir jargon sahibi ?) hep güleryüzlü, sabırlı ve çözüme yönelik insanlar. Bu özellik sadece bu otelde değil, gittiğim tüm işletmelerde aynıydı. Adamlar turizmi çözmüşler kardişim. İşletmeci, kahvaltıdan 6 (altı) sandviç yaparak öğle yemeği niyetine yanında götüren en nekes bulgar turiste gülümseyerek hizmet veriyorsa, turizm işini çözmüştür.
   Neyse zaten hepi topu geldiğimiz ve gittiğimiz gün kaldık Prinu iskelesinde, denizi de fena değildi. Sahildeki Zorba taverna da öyle. 
   Potosrenakar'dan aracımızı kiraladık (günlük 46 euro). Pazarlıkla daha uygun fiyatlar bulunabiliyormuş ama işimizi şansa bırakmamak için önceden irtibat kurdum. Sabah 10'da alırım aracı dedim. Adamlar 09.59'da otelimin kapısını alacaklı gibi çalıyorlardı. Velhasıl ciddi işletme. Adanın çevresi 110 km. iki kere turlarsanız 20 euroluk benzin alın yeterli gelecektir. 
Aliki Beach
   Adayı çepeçevre dolaştığınızda göreceksiniz ki her yamaç yeşil, her sahil kumsal. Önceden etüd ettiğim Aliki Beach ile başladık tavafa. Çevresi olmasa da içi ve arkası ağaçlıklı, hemen yanıbaşında arkeolojik bir kazı alanı olan (ki kadim uygarlıklarca mermer yatağı olarak kullanılıyormuş) kumsalı şezlong ve şemsiyelerle, kumsal arkası ise tavernamsı restoranlarla dolu, temiz denizli bir plaj. Fotoğraf meraklıları bu kumsalın (arkanızı karaya döndüğünüzde) solunuzda kalan patikayı takip ederek mermerli antik sahile ulaşıp sanatlarını konuşturabilirler. Benim elimden gelen sefil foto ise ancak bu kadar.
   Plajın (denizden bakıldığında) en sağındaki en tenha yeri tercih ettik. Şezlong ve şemsiyeler ücretsiz. Dolayısıyla en sağdaki işletmeden taam ettik. Mücvere fried squash flowers, güveçte pişmiş patatesli kıymalı patlıcana (üstü de hamurla kapatılıp, peynir rendelenmiş) musakka diyorlar. Yanına da burada keşfettiğimiz Vergina birası (avam bira gözüyle bakılıyor ama bence nereden baksanız güzel) ve domates badem salatası toplam 15 euro. Porsiyonlar kallavi olduğundan, her ısmarladığınız tabağın iki kişiye bir tane (musakka için üç kişiye bir de olur) olmasını öneririm. 
   Limenas'tan Potamya'ya giderken yamaçlarda kurulmuş tipik bir dağ köyü var. Panagia... Dar sokakları, bol ağaçları, tam ortasından akan güzel bir derenin olduğu bu köy, oğlak çevirmesiyle ünlü. Köyün her yerinde irili ufaklı araçları park edecek yerler var. Buraya aracınızı parkettikten sonra bir saat içinde köyün her yerini gezebilirsiniz. Görmeye değecek tek yer, derenin kaynağına doğru yapacağınız bir yolculuk sonunda göreceğiniz "aşıklar çeşmesi". Burada, sonradan yapılmış küçük ve üç ağızlı bir şelale ile gövdesinde kalp şeklinde bir oyuk oluşmuş eski bir çınar var. Kenarda köşede de küçük, sakin kafeler. 
   Köyün meydanında bir iki tipik köy kahvesi ve yanyana, aynı konseptte çalışan lokantalar mevcut. Hepsinde aynı usülde çevirme oğlak, tavuk, kokoreç ve domuz pirzolası var. Gelen Türk turistin domuz hassasiyetinden olacak, domuz çevirmeler hep en altta pişiyor, yağları diğer çevirmelerin üzerine damlamıyor. Oğlak çevirme 9 euro, kokoreç ve diğerine hiç girmedik. Ortaya bir salata, cacık, tavuk ve oğlak çevirme ile iki Vergina totalde 25 euro falan tuttu. Oğlak lezizdi leziz olmasına ama oğlak değil, basbayağı keçiydi (mevsim geçmiş arakolpa, adamlar ne yapsın ?) (derin dondurucu diye bir şey var sayın alter ego !.)
   Köyün ilginç bir diğer mimari özelliği; damlarda kiremit yerine aynı kalınlıkta kesilmiş taşlar kullanmaları. Bu malzeme, kiremite nazaran daha ağır, damlar o ağırlığı nasıl kaldırıyor acep ? diye merak ede ede Panagia'yı terkettik.
   Aliki plajından Astris'e doğru giderken yol kenarında bir ortodoks manastırı var. Derince bir uçurumun kenarına konulmuş, müreffeh manastırın sadece küçük bir bölümü ziyarete açık. Girişte tüm turistlere komik pantalonlar ve koket makferlanlar veriyorlar ki, keşişlerin aklı uçkuruna kaçmasın. İçerideki tüm turistlerde bunları görünce bünyeye bir gülmek geliyor ama mekanın ciddiyeti buna engel. İçeride küçük bir kilise, yanında misafirlere ikram edilmek üzere güllü lokum, balkonlardan görülen nefes kesici manzara haricinde pek bir şey yok. Vaktiniz varsa girin, yoksa görmemekle bir şey kaybetmiş olmazsınız.
   Taşoz güzel bir ada. Turizm, adamakıllı yapılıyor. Fiyatlar her yerde aynı (sadece biiç (beach) tabir edilen yerlerde, mamullerin üstüne 1 euro ilave ediliyor (ki giriş ücretinin olmaması, wifi, şezlong, şemsiye parasının olmaması düşünüldüğünde gayet normal)). Aracınızı parkettiğinizde tepenize değnekçi dikilmiyor. Şezlonga şemsiyeye para vermiyorsunuz. Bunları kullandığınız yerlerde kimse tepenize dikilip "ne vereyim abime !" demiyor. Yanınızda birşeyler götürüp, şezlongu tüm gün kapatsanız dahi, bir Allahın kulu size rahatsızlık vermiyor. Tüm işletmeciler (en azından benim gördüklerim) güler yüzlü ve çözüme yönelik insanlar. Ada, Rumen, Bulgar, Sırp turist tayfasının pek rağbet ettikleri bir yer. Plakalar ve kendi içlerinde kapalı topluluklar olmasından kolayca ayırt edilebiliyorlar. Size gülümseyerek selam vermeyen kişiler genelde bunlar. Zannediyorum, güven sorunu olan ve içe dönük kapalı toplumların bireylerinde genel bir özellik. Ama gürültücü, kaba ve çevreyi kirletme eğilimleri haricinde bir zararları yok (böyle yazınca bayağı zararlıymışlar yav.). 
   Adanın coğrafyası ve havası çok iyi. Temmuz sıcağı dahi (ormanların etkisinden olsa gerek) insanı bunaltmıyor. Kalabalık plajları ve fiyatı ehven biiçleri olmasına karşın, kendi yapacağınız küçük araştırmalarla küçük cennetler keşfetmeniz çok kolay. Sahile çıkan küçücük yolları takip ettiğinizde, aşağıdaki resimlerdeki gibi bir küçük koya rastlayabilir. Şemsiye olmayan bu koylarda (çünkü günün her saati ağaç gölgesi içinde) hele de turisti az yerlerdeyse, öğle sirtakisi patlatan ada sakinlerine bakarak eğlenebilir, dalgaları sayarak uyuklayabilir, tembellikle meşgul olabilirsiniz. Fiyat fayda analizinde (üzülerek söylüyorum) memleketimde yapılan tatillerden daha iyisini yapabilirsiniz.  
   Neticede, Taşoz deniz kum güneş tatili arayışında olanlar için güzel bir seçenek. Değerlendirmenizi öneririm.

23 Temmuz 2015 Perşembe

"Mahrem" Wikileaks Sağolsun.

 
   Yükseklerde bir yerlerde bizden habersiz bir şeyler oluyor. Buna vakıf olmak ise; gündemi, yazılı ve görsel (bilhassa) basını takip etmekle mümkün değil. Ne yapıyoruz ? Tarafgir olmayan internet haber sitelerini ve aşırı tarafgir olan gazeteleri (karşıt görüşlerden ama) inceleyip, tarafsız görüşümüzü oluşturmaya çalışıyoruz. Ki; bu minvalde dahi berrak bir görüş oluşturmak, hayli zor. Bu durumda yardımımıza (bir çok konuda olduğu gibi) kitaplar yetişiyor. Dipnotları sağlam, verileri gerçek, yorumu az ve gündemi yakalayan kitaplar makbulümüzdür. 
   Derken karşımıza "Mahrem" çıkıyor. Terkoğlu ve Pehlivan Barış'lar, ustaları Soner Yalçın'ın izinden giderek; Stratfor/Devletin Resmi Belgeleri/Wikileaks sızıntıları gibi tekzip edilmeyen kaynakları baz alarak, aralarındaki bağıntıyı irdeliyor. Konular muhtelif olmakla birlikte, eksende Fethullah Gülen cemaati, Nurcular, Hizmet, Paralel Çete (artık ne derseniz o) ile iktidarın çekişmesi var.  
   Öncelikle görüşüm : bu topluluğun mevcut iktidar batıl olduktan sonra tekrar güçleneceği, önceki halinden daha güçlü bir şekilde zuhur edeceğidir. Mevcut koşullar düşünüldüğünde bu benim görüşüm olmaktan ziyade, bir gerçek, bir durumdur. 
   Bu halde; Barış'ların yazdığı kitaplar, ciddi oranda testis cesameti gerektiren eserlerdir.
   Somut belgeler kronolojik olarak sıralanıyor, belgelerde isimleri geçen şahsiyetlerin rabıtaları açıklanıyor sonrasında da ortaya çıkan resim (ki okurun imgeleminde çoktan tamamlanmıştır) kısa şekilde açıklanıyor ve nihai görüş okura bırakılıyor. Bu satırları yazarken, sıkıcı olmayan (adeta romanesk) bir dil kullanılıyor. Kitap böylece bitiyor. Kısaca "eşek öldü, ortaklık bozuldu" atalarsözünün geniş bir açıklamasıdır. Umarız "yorgan gitti, kavga bitti"ye gelmeyiz.
   Politikada, devlet yönetiminde, köşebaşlarında neler olup bittiğini, aslında neler olduğunu merak eden kâriye hararetle önerilir.
  

20 Temmuz 2015 Pazartesi

"Yol Bilenler" Yokolup Giden Kültürlerin Ardından.

 
   Kadim bilgeliğin modern Dünyadaki önemi alt başlığıyla; kültüre, sosyal antropolojiye meraklı okuru, sineği cezbeden sinek kağıdı etkisi taşıyan kitaptır.
   Peru'dan Polinezya'ya, Arktika'dan Avustralya'ya uzanan çok geniş bir coğrafyada, kültürlerin peşinden gidiyor; kadim bilgeliğin, üzerinde yaşayıp çok acımasızca tükettiğimiz yerküre ile nasıl uyumlu bir şekilde yaşadıklarını görüyoruz. 
   Asıl olarak antropolog ve etnobotanikçi olan Bay Davis'in çıkış noktasını; günümüzde kullanılmakta olan 7000 civarında dilin en azından yarısının bir sonraki nesle aktarılmadığı oluşturuyor. 
   Bir iki haftada bir, bir yerlerde bir ihtiyar ölüyor ve bir dil yok oluyor. Dilin yok olması demek : bir halkın kültürünün de yok olması demek. 
   Peki : benim gibi büyük şehrin güvenli kalabalığında, modern hayatın tüm konforlarından yararlanan (bunu Bali SPA'sı olarak algılamayın lütfen, musluğu açtığımda akan su, Dünyanın %80'inden fazlası için modern hayatın bir konforudur) bir "modern" için Barasanalar'ın dilinin yok olmasının ne önemi olabilir. 
   Şöyle bir metafor kullanıyor yazar (ki pek hoşlandım) : uçağa binip yola çıkacaksınız. Uçağın kanatları üzerindeki bir teknisyen perçinlerden bazılarını söküyor. "Neden ?" diye sorduğunuzda. "Hem uçuşa bir etkisi yok, hem de daha ekonomik" cevabını alıyorsunuz. Nedir : doluşup gittiğimiz bu uçak, bir gün o yok edip söktüğümüz perçinlerden ötürü tepetaklak düşecek. 
   İnsan denen tür 200.000 küsur yıldır dünya üzerinde. Bize tarımla beraber üretim fazlası, hiyerarşi, uzmanlaşma ve yerleşik yaşam gibi mefhumları kazandıran neolitik devrim daha 10-12.000 yıl önce gerçekleşti. Halihazırdaki modern endüstri toplumunun geçmişi taş çatlasa 300 yıl ötesine uzanıyor. Böylesine yüzeysel bir tarihten hareketle, gelecek bin yılda insanlığın karşısına çıkacak zorlukların hepsine verecek cevabımız olduğu sanılmamalı. 
   Sorun şu ki : son üçyüz yıldır yaşadığımız hızlandırılmış hayat, yerkürede gezindiğimiz 200.000 yıldan daha fazla tüketti kaynakları. Sosyolog ve istatistikçiler, mevcut nüfus artışı devam ettiği takdirde 2100 yılındaki nüfusun ihtiyaçlarının karşılanması için dört yerküre gerekeceği konusunda hemfikir. 
   Bay Davis; araştırma yaptığı coğrafyalarda etüt ettiği kadim kültürlerin ritüellerini, yaşamlarını, alışkanlıklarını bize aktarırken, yukarıda yazdığım kallavi soruna da değişik yönlerden yaklaşıp, bir çözüm bulmaya çalışıyor (maalesef getirdiği bir çözüm de yok). 
   Bilgilenmek, bilinçlenmek için ıskalanmaması gereken bir neşriyattır. Tek handikapı : kültürler incelenirken arada fazla detaya girilmesi olabilir. Bu sayfaları hızlı okuma yaparak geçerseniz sıkılmaz, ana fikirden de uzaklaşmamış olursunuz.
    Yazmasam şişerim : Çevirmen Akın Terzi'yi özenli, titiz ve muhteşem çevirisi için ayakta alkışlıyorum. Hem okurken sıkmayan, hem kâriye Türkçe Lugât karıştırma güdüsü veren ("saik"ler, "mefhum"lar, "irfan"lar ve yazamadığım daha bir çok kullanılmayarak tozlanmış ) kelimeleri hayata geçiren, mümtaz bir iş çıkarmış. Tebrik ediyor, devamlarını bekliyorum.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

"Slow West" Sakin ! Batı.

   Uzun zamandır ilk kez zevkle izlediğim bir westerndir.
   Evet, standart westernlerde kullanılan tüm klişeler vardır. Ama bunun üzerine fazladan bir şeyler daha vardır ki, anlatması zordur. Misal : gerek görsel olarak, gerek senaryo olarak wesendırsınvari (dilimize böyle de bir sıfat kazandırdığım için pek kıvançlıyım) bir hava var. Görsel yönetmen, temiz renklerle aydınlık bir filtreyi tercih etmiş, iyi de olmuş. Başrolü canlandıran yeniyetme Kodisimitmekfii role cuk oturmuş, keza Silas'daki Bay Fesbendır da öyle. Müzikler şûkela. Yeni Zelanda'nın (orada çekilmiş) coğrafyası, göze cila.
   84 dakikalık filmimiz, ilk sahnelerinden itibaren izleyiciyi yakalıyor. Olay örgüsü standart kovboy filmi gibi ilerlerken, arada "bu neydi şimdi ?" dediğimiz anlar var (misal Jay'in zenci müzisyenlerle olan diyaloğu). Geymoftrons'daki "Tazı"yı da düşünceli baba olarak görmek ayrıca gülümsetiyor dikkatli sinefili. Zannediyorum, bir sene kadar sonra ikinci izlemede verilmek istenen subliminal mesajları daha iyi çözümleyebileceğim. 
   İngiliz gözünden kovboy filmi çekmek demek böyle bir şey. Klişelerin üstüne kendinden de bir şeyler katıp, faraza standart hamburger ekmeğinin içine portakallı ördek gibi bir şey koymak. Sinema sevenlere önerim, izleyin pişman olmazsınız.

"Bir Ceza Avukatının Anıları" Domdom Kurşunu atan 22 Kalibre Tabanca.

   Arka kapakta "Bu kitaptaki anıların bir kısmını yaşadım. Bir kısmını adliye koridorlarında meslektaşlarımdan duydum. Her olayı, anlamca "ağırlık noktası"nı göze çarpacak biçimde yazdım. Meslek sırrı nedeni ile kişilerin tanınmamasını sağlayacak değişiklikleri yaptım. Kendimden çok şey kattım. Bu kitap bir belgesel değildir." yazıyor. -
   Hepi topu 95 sayfa (ki bölümler arası geçişlerin yarım sayfa olduğu düşünüldüğünde rahat 80 sayfaya indirgenebilir) 10 baskı yapmış. AST tiyatroya uyarlamış, TRT dizisini çekmiş (elbette Genel Müdür İsmail Cem iken (Yönetmen de Lütfü Akat'mış (üff tadından yenmez))). Ne ola ki bu küçücük, yazarının adının sanının duyulmadığı kitabın hikmet-i mucibesi.
   Okuyunca görüyorsunuz efendim. 
   Bir ceza avukatı olan Eren'in kullandığı dil çok sahici. Aktardığı olayları öyle sade ve gerçekçi bir şekilde betimliyor ki, sayfalar akıp gidiyor. 
   Sadece biçem değil içerik de çok etkili. Bay Erem, "suçluyu kazıyın, altından insan çıkar" mottosunu şiar edinmiş bir avukat. Bu yönde : suç-suçlu-ceza-adalet-vicdan-hukuk gibi önemli kavramlara dair ahkam kesmeden, yaşadıklarını, yaşananları aktarıyor. Topu okuyucuya atıyor. Artık okuduklarınızdan ne çıkarım yaparsınız size kalmış. Bay Erem, 22 kalibrelik bir tabanca yapmış, domdom kurşunu atıyor. 
   İki fasıl yazayım, yazıyı bağlayacağım.
   Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) kitabı oyun yapmış, Yazar, her suareye bilet alıp giriyor. Biletçiler, oyuncular durumu fark edip biletsiz sokmaya çalışıyorlar. Bay Erem, eşe dosta bilet aldırıp yine biletli olarak izliyor oyunu. (Allahım nerede böyle naif ve zarif adamlar !)
  En son da aklınızda bir fikir oluşması için kitaptan küçük bir anekdot :
  "Hakim : Mesleğiniz nedir ?
   Kadın : Affedersiniz genelev kadınıyım.
   Hakim : Sen bizi affet kızım."
   Bu anekdot dahi vicdanı olan kâriyi tam cigerinden (ciğer değil ciger) yakalıyor. Kitap bitene kadar da bırakmıyor. Elinize alın, bir günde bitirirsiniz.

27 Haziran 2015 Cumartesi

"Mad Max, Fury Road" Dur Durak Yok !...

   Sinema sanatını sevenler gitmeyebilirken, sinemayı sevenlerin kaçırmaması gereken filmdir. 
   Dile kolay otuzaltı yıl kadar önce Medmeksi çeken Corc Millır, devam filmlerini de çekmişken (herhalde teknik yeterli seviyeye gelmiş olmalı diye düşünmüş olacak ki) böyle bir projeye imza atmış. 
   Filmi merakla beklememe karşın, iki boyutlu gösterimleri rahat salonlarda izleyebilmek adına Bay Meks'i izlemeyi düne kadar erteledim. İşte yoğun geçen bir haftanın sonunda oturdum tenha salona başladım Bay Millır'ın 36 yıl sonraki re-make'ine. Filme başlamadan önce zihnimde filme ait olmayan türlü düşünce vardı, kafamdaki kırk tilki, kuyrukları birbirlerine değmeden fırfır dönüyorlardı, inceden gece nasıl uyuyacağım diye düşünüyordum. Film bittiğinde zihnim klorakla yıkanmışçasına pırıl pırıldı. Kanımı biraz sulandırdıktan sonra da kuzular gibi uyudum. 
   Senaryoyu da yazmaya yardımcı olan Bay Millır, bu kez herhangi bir açıklama yapmadan, giriyor aksiyonun göbeğinden, tüm film boyunca pek az diyalog izleyerek, bol bol aşırı modifiyeli araçların takibini izliyor, "bu sahneyi nasıl çekmişler ?" diye hayretlere garkoluyor, çok az yerde diyaloglara kafa yoruyor, iki saatin nasıl geçtiğini anlamıyoruzdur.
   Sinema zenaati açısından çok güzel bir iş olduğunu söyleyebilirim. Fakir post-apokaliptiğin hastasıdır. Daha önceki Medmeks serilerini kaçırmadan izlemiş, arşive almış, bazılarını bir kaç kere izlemiştir. Bu işi de bir kaç kez izleyeceğimi kuvvetle sanıyorum. 
   Beyaza boyalı, savaş çocukları (ki önceki serilerde aynı şekil, farklı fonksiyon olarak zuhur etmişlerdi), Immortel Joe (ki ilk filmde "parmakkoparıcı" olarak vardı (36 yıl sonra aynı filmde yine kötü adam olmak !)), aşırı modifiyeli araçlar, 120'den aşağı düşmeyen bir nabız, Namibya çöllerinin minimalist atmosferi, felaket bir sanat yönetmenliği (olumlu açıdan), ve daha neler.
   Velhasıl, kafayı boşaltmak için iki saate ihtiyacınız varsa, (mümkünse sinema salonlarında (çünkü keyfi öyle çıkıyor)) izlemenizi öneririm. Elbetteki sabi sübyanla olmaz.

25 Haziran 2015 Perşembe

"Metaforla Saadet Olmaz" Çok üst düzey, akademik geyik !

   Koskoca iki profesör, konular muhtelif : Üniversite, Duygularımız, Yalnızlık, 12 Eylül, Kutsallık ve diğerleri (her halûkarda ağır mevzular), konuşanlardan biri psikiyatri diğeri felsefe alanında uzman. 
   Şimdi böyle yazınca, didaktik ve sıkıcı bir şeyler bekliyor kâri. 
   Kazın ayağı hiç öyle değil.
   Bölümler "on the record" tekniğiyle canlı canlı kayda alınmış ve ufak tefek nokta sansürleri dışında olduğu gibi dikte edilmiş. Cengiz Hocanın üslubu nasıl "Hacı İvat"vâri ise Ahmet Hocanın üslubu öylesine "Karagöz"î. Öylesine bir noktadan topu önlerine alıyor ve karşılıklı sektiriyorlar. Lakin bu sektirme, tekdüze sıkıcı bir sektirme değil. Okudukça okuyası geliyor insanın. Tam "hımm mevzu derine gidiyor" derken, hop Ahmet Hoca tuvaletinde bulunan kum torbasından bahis açıyor. Tam Cengiz Hoca'dan, ateşin bulunmasının insan kronolojisindeki önemini kavrarken (ki bu yaşıma dek bunu nasıl öğrenmediğimi yeterince çok okumamama bağlıyorum. Bu arada kitaptan öğrendiğim işbu malumatı satarak füruşluğumu tescilliyorum : ateşin keşfiyle besinlerin çiğnenmesi kolaylaşmış ve çene küçülmüş, çene küçülünce boşluğu beyin doldurmuş ve zihin kapasitesi artmış. Yaa !), Ahmet Hoca'dan "Sandıklılı Japoncası" konusunda darbeli bir bilgi alıyoruz (vuaaa). 
   Konular hakkında yazması, okumasından zor. Altını üstünü çizdiğim bir çok sayfalar var. Bazılarını altta yazdım. Ama bunlar cımbızla seçilmiş satırlar, tümünü okumanın verdiği hazzın yerini tutmaz.
   Konuşmaları derleyen isim tanıdık. Muktedirlerin belalısı Emrah Serbes (ki bu ağ güncesinde kitaplarını tanıtmış idik (ki kendisi sokağın dilini ustalıkla kullanır ve sıradışı bir kafası vardır)). 
   Her türlü okunur. Yolda, tatilde, okuma ışığında, alacakaranlıkta, sıkıntılıyken, neşeliyken, bilgi açlığında, ensede boza pişmesi halinde her türlü yani. 
   Bilindik kavramların akademik (ve fırlama) yorumunu idrak için ıskalamamanızı öneririm.
"Freud ruhsal açıdan sağlıklı olmanın üç ölçütü olduğunu söyler. Çalışabilen, sevebilen, gülen (elbetteki Fethullah olmasına gerek yok (bu benden))."

"Ben telkinle, öğütle adam olan birini görmedim."

"Başın bağlı bile olsa, mühim olan ruhunda bakir alanlar bırakıp bırakamadığındır. Modern evliliğin işkencesi de buradan kaynaklanıyor. Karşı tarafa hiç bakir alan bırakmadan tüm ruhunu kaplamaya çalışıyorsun. Evlilik bu noktadan çözülüyor, hem yaşam alanı olarak hem de ruhsal olarak karşı tarafa alan bırakmıyorsun."

"Bir misyona gark olduğunda, o zamanla bütün varlığını sarmaya başlıyorsa, psikolojik açıdan benim ilgi alanıma girmeye başlıyorsun demektir. En çok mizaha konu olabilecek insanlar da bunların arasından çıkar. Bütün dünyaya ancak davasına hizmet ölçüsünde değer veren bir adam, mizah üretemez. Hatta bir aşamadan sonra yaptığı işin sorgulanamaz olduğunu da düşünmeye başlar. Bu despotluk geleneğine bağlanabilecek bir yaklaşım. Benlik ihtiyacı, takdir edilme ihiyacı çok yüksek bir insanın mizaha tahammülü olabilir mi ? Politikacıların kişiliğini test edecek en güzel yöntem de bu. Mizah, bilinçdışına giden kral yoludur." (aklıma nedense "uzun" düşüyor)

"Tasakong, yüng, yeng"

24 Haziran 2015 Çarşamba

"Kumiko, the Treasure Hunter" Zor ama değer.

   Önceden yazayım da günah benden gitsin. Ağır bozuntu (spoilerle işim olmaz) içeren bir tanıtım yazısı olacaktır, ona göre.
   Kumiko, kafayı "Fargo" ile bozmuş ve hafiften balatayı sıyırmış bir çıtıpıtı kızımızdır. Kumiko'nun patronu ve annesi Kumiko'dan iki tık daha delidir. Kumiko, Tokyo'da yaşar. Onu, dünyevi planlar konusunda zorlayan annesiyle üstünkörü konuşmalar yapar, patronunun çayına tükürüp tükürmemek arasında kalır, tavşanı "Bunzo"yu besler, çıtır arkadaşlarının makyaj, erkek arkadaş türü pek yüksek felsefi sohbetlerine takılmaz, kariyer ve sosyal hedefleri yoktur, üstüne başına pek dikkat etmez. Kumiko, kafayı "Fargo"nun sonunda Stivbuskemi'nin karlara gömdüğü paralara takmıştır. Gece gündüz planlar yapar, tasarladığı haritaları kanaviçe yapar. Fırsatını bulduğunda ise soluğu Fargo'da alır. Yeni dünyada pek dil bilmeden, cebinde sadece şirketin (bir süre sonra geçersiz olacak) alıntı (çalıntı değil) kredi kartı, überfantastik haritası, süperkuntastik muhayyilesi ile başlar Fargo'nun meşhur deri çantalı çil çil dolarlarının peşine düşmeye. Olaylar gelişir.
   Fargo filmine müptela (her yıl bir kez izlemişliğim vardır) sinefil bir insanım, filmin sonunu zor getirdim. Kumiko, o kadar geç idrakli o kadar sığ bir portre çiziyor ki, filmimiz (esaslı bir senaryosu olmasına karşın) o kadar durağan akıyor ki, ilk 90 dakikaya yarı katatonik giriyoruz ve finali o ruh haliyle izlediğimiz için pek algılayamıyoruz. Final, sığ izleyici için (ama aşırı sığ olacak) pek güzel. Sığ olmayan izleyici için pek trajik. Bir de hasta ve dikkatli sinefil için final yorumu var ki tadından yenmez. 
   Fakir, filmin sonunda iyiden iyiye yarı fermente taze şarap formunda olduğundan, finali sığ olmayan izleyici donunda "hımm, kötü oldu." şeklinde yorumladı. Altı saatlik uykudan sonra aklım başıma geldiğinde ise çaktım dalgayı (içimdeki dikkatli sinefil hortladı). 
   Son sahnelerde Kumiko'nun film boyunca izlediğimiz ebleh suratı nasıl da pamuk prenses kıvamına gelmişti. O dakikaya kadar soğuğu iliklerimizde hissettiğimiz topoğrafya nasıl da "winter tales" görünümüne bürünmüştü. Kumiko'nun sırtındaki kadidi çıkmış, leş gibi yorgan, nasıl da bir gerçeküstü kahraman pelerinine dönüşmüştü. Renkler canlanmış, karakterler (daha doğrusu karakter) cilalanmış, evvet adeta bir holivut filmi kıvamına gelmişti son sahneler. 
   İşte filmin (bence) tüm başarısı son sahnelerin, filmin tümünden farklı olmasında yatıyor.  Gerçek ve sinemanın farklılığı, kendini burada gösteriyor. Burada, sinemayı fazla ciddiye alanlar mı eleştiriliyor, yoksa hayatı fazla ciddiye alanlar mı ? Şimdilik çözemedim. Hayırlısıyla sonraki izlemelere. (iyi ki izler izlemez silmemiş, üstüne bir uyku çekip, düşüncelerin hizaya girmesini sağlamışım).
   Velhasıl; bu gözle izleyecekseniz izleyin, yok derdiniz güzel vakit geçirmekse : yanına yaklaşmayın.

23 Haziran 2015 Salı

"Gizli Bilimlerin Serüveni" Prof.Tez'den bu sefer karanlık sulara...

    Daha önce malumatfuruşluk anlamında bir çok eserini yalayıp yuttuğumuz Prof.Zeki Tez, bu kez karanlık sulara kulaç açıyor. 240 sayfalık, büyük sayfalı, küçücük puntolu bu kitap; büyü-sihir-inanç-boşinanç-gizemcilik üstüne okuru bilgi bombardımanına tutuyor. 
   Konu hakkında yazılmış ne kadar çok kitap olduğunu okurken anlayacağınız, uzun süre okunamayacak kadar fazla bilgiyi ardı ardına veren, ancak bunu yaparken kimi zaman hafakanlar bastırma kapasitesi olan kitaptır.
   Ergenliğin başında; satanizm, metal müzik, astral seyahat gibi ekstrem (ne işim olur ekstremle) uç kavramlarla ilgilenen insan kişisinin eline tutuşturduğunuzda, bu konuların öyle internetten öğrenildiği kadar basit olmadığının idrakine varması için, her ergen ebeveyninin kütüphanesinde bulundurulması elzemdir. 
   Bunun yanı sıra; aklınıza bu konularla ilgili bir soru işareti takıldığında, başvuru kitabı olarak da kullanılabilir. Lakin; başından başlayarak takip edilerek okunacak bir eser değildir. 

22 Haziran 2015 Pazartesi

"Diriliş" King'den modern bir Frankenstein.

   Bay Stiivın önceki kitabı "Bay Mercedes"te her ne kadar çuvalladıysa da, bu kitapta eski performansını yakalıyor. Bayan (ve King kitaplarında pek başarılı) Canan Kim'in özenli çevirisi mi (yarenlik yapmak" diye bir deyimi aktif olarak kullanmasını alkışlıyoruz) kitabın akıp gitmesi, yoksa King'in yazma yeteneklerinin geri dönmesi mi ? bilmiyorum ama kitap sular seller gibi akıp gidiyor.
   Elektrikle iştigal eden bir rahip eskisinin, balataları sıyırarak "deli profesör" yahut "Dr.Frankenstein" donuna girmesi anlatılıyor kitapta. Daha önceki romanlara atıflar (ki alışığızdır böyle trüklere), başka kitaplardaki karakterler (ki buna da aşinayızdır) yok. Tamamen yeni karakterler, yeni bir kurgu. 
   Eroin bağımlılığı, delilik ve müzik yapma konusunda ciddi etüt yapılmış (ki Bayan King'in oğlu bunlardan en az biri hakkında detaylı tecrübe sahibidir), bu olgular da okura güzelce yedirilmiştir. Yazarımız en süpersonik romanlarında olduğu gibi bir hayat hikayesi paralelinde; şimdiye kadar yazdığı en karamsar ve kötü sona sahip romanını döktürmüştür. Her King romanında olduğu gibi protagonist, antagonist, yardımcı karakterler; okuyucunun gözünde kanlı canlı görünmekte, diyaloglar hiç sıkmamakta, olay örgüsü bir sonraki sayfayı merakla beklettirmektedir. 
   Bazı kitaplarında okurda ciddi hayalkırıklığı yaratan Mr.Stiivın; bu kitapta eski çapını yakalamışa benzemektedir (hayalkırıklığı yaratan romanları başkasına yazdırdığına dair ciddi kaygılarım var.). 
   Karamsar sonlara tahammülü olan her King müptelasına öneririm. İki (bilemediniz üç) günde biter.

21 Haziran 2015 Pazar

Hayat ve Ölüm Üzerine.

   Mezarlar çöküyor bir süre sonra. Kimisi bir kış, kimi iki kış sonra. Üç dört yılı bulanlar var (mezar yapıcısı söyledi). 
   Altı ay içinde hem Babacığımı, hem Anacığımı yirmişer metre aralıklarla defnettik. İlk zamanlar "nasıl tahammül edebileceğim" noktasından fotoğraflarına azıcık bakma aşamasına geldim. Zamanla kaybı dışsallaştırabiliyor bünye. Yine de kabirlerin başına gidince insanın içine bir boşluk düşüyor. 
   Yaşanan yer ve kabristan arası uzak olunca (504 km.) ziyaretlerin arası uzuyor. Mutlu bir vesileyle gidilse de o yerlere, kabrin başında tutamıyor insan gözyaşlarını. Biliyorum hep bencillikten ama bencilliğin sonu yok. Babacığımın mezarı çökmüş, ayakucundaki taş göçüğün içinde kaybolmuş. Mezar yapıcısı içbükey halinde gömülen, yapılmış mezarlar olduğunu söyledi. Toprak, içinden çıkanı yine içine alıyor.
   Dönüş yolunda bir telefon konuşması. Ölüm, yine hayatımıza bodoslamadan olmasa bile kıç omuzluktan bir darbe vuruyor. Henüz tanıyalı iki yıl olmuş, sofralarında bulunduğumuz, sofralarımızda bulunan, tanıyacak, söyleyecek, yaşanacak nice zamanlarımız olduğunu düşündüğümüz iki arkadaşımızdan biri artık yok, diğeri ise bir haftadır yoğun bakımda. Kan bağı olsun, olmasın ölümün böyle aniden zuhur etmesi üzerine neler hissedilebilirse onu hissediyorum. Bir yokluk, bir boşluk. 
   "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki ?" diye bir aforizma kalmış aklımda. Günlük kaygıların (Anacığım "gaile" derdi) peşinde işçi karıncalar gibi koşuştururken, hiç ölmeyecekmişiz gibi koşuştururken, hayata değer katan ölüm zangadank giriveriyor rutinimize. Külahımızı önümüze alıp düşünmemizi sağlıyor. 
   O kadar ince pamuk iplikçiklerine bağlı ki hayatımız, hayatta olabildiğimiz her ana şükretmek gerekiyor. Yaşadığımızı zannettiğimiz sorunlar o kadar hafif ki, meseleyi büyütmek : adeta çocukluk yapmak. 
   Tüm dinlere eşit mesafedeyim ama duanın gücüne inanıyorum. Şunu da gördüm ki, bir noktadan sonra insan hüneri yetersiz. Tıp, elinden geleni yapıyor, sonrası ise kişinin dirayetine ve Yaradanın iradesine kalıyor. İtikadımca, arafta kalan dostumuz için dua ediyorum. İşe yarayacak mı, yaramayacak mı bilmiyorum. Ama elimden gelen tek şey bu. 
   Unutmayalım, ölüm var.

11 Haziran 2015 Perşembe

"Hayal Et Hikayeleri" Hayaletler, iblisler, kurtadamlar, cadılar ve daha neler...

   Elliye gelip dayanmama karşın fantazya ve korku seviyorum. Elimde olan bir şey değil.
   Edebiyatımızda kadük bir sınıftır. Bu türdeki okuma açlığımı şimdiye dek Stephen King ile gideriyordum. Bu konuda ülkemde yapılan denemeler ise şimdiye kadar fakiri cezbetmedi. Amma iş bu kitabın kapağı (Bay Korkut Öztekin'e alkışlar) her nedense havsalada olumlu etkiler uyandırdığından, aldık okuduk.
   13 öyküden mürekkep kitabımızda iblisler, ifritler, burcunu ameliyatla aldıranlar, BBG evi müdavimlerine iptila hayaletler, Dünya Ticaret Merkezi üstünde çiftleşen sinekler ve elbette favorim : Hadım Demir Efendi var.
   Özellikle Demir Efendi'nin balyoz takırdattığı öyküler pek hoşuma gitti. Almanya, Türkiye ve Moğolistan'da geçen öyküler, içerikleri kadar işlenme şekliyle de dikkati çekiyor. Finalini okura bırakan bir yapıları var. Muhayyileyi çalıştırır.
   Vampirler, cadılar, ruhunu şeytana satan insankişileri gibi kimi kavramlar batılı bakış açısına göre değil, öz be öz yurdum bakış açısına göre oluşturulmuştur. Misal : teferruatlı bir şeytan çağırma ayinine icabet eden Diabolos, adamımıza "Hayırlı akşamlar yeğenim. Buyur, sen mi seslendin bana ?" diye sormakta. Bu da fakiri gülümsetmektedir.
   Bay Başekim, yarattığı karakterlerin en gözalıcısı hadım Demir Efendi'nin başrolde olduğu başka bir kitap da yazmıştır (ki bulunup okunacaktır). 
   Hülasa; korku ve fantazya edebiyatına mutedil yaklaşıyorsanız kaçırmayınız. Yerelle evrenselin entegrasyonunu merak ediyorsanız da kaçırmayınız. Yolda, şezlongda, metrobüste, uyumadan önce her türlü okunur.

9 Haziran 2015 Salı

"Sıska Bacaklar" Tom Robbins'ten Yine Eğlenceli Okumalar.

Boyalı sopa, sedefli deniz helezonu, fasulye konservesi, gümüş tatlı kaşığı ve kirli çorap.
  Yan yana yazıldıklarında bile zihne bir hoşluk verebilecek bu nesneler, iş bu kitabımızın başlıca karakterlerindendir. Bunun yanı sıra, BM binasının karşısında ortak bir restoran açan İsrailli Spike ve Arap Abu. Sıradışı sanatçılarımız Ellen Cherry ve Boomer da arz-ı endam etmektedirler. 
   Karakterler böyle renklerden oluştuğunda, kitabımızın neleri dürtüklediğini çıkarmak için dedektif olmaya gerek yoktur. Bay Robbins, genele geçere (sanat, günlük kaygılar, göbek dansı vb.) çaktığından beş misli kadar din ve siyasete gönderiyor veryansınlarını. Lakin bunu öyle gülümseterek yapıyor ki, mütedeyyin okur dahi gülümseyerek okuyor satırları.
   Konuyu anlatması okumasından zor. O yüzden merak edenler açıp okusunlar efendim. Sadece "yolunu bulmaya çalışan iki sanatçının öyküsünü" değil, çok daha farklı sulara yelken açmış dalgacı bir edebiyatın sayfalarını da aralayacaksınız.
   Dikkatinizi toplayabilmişseniz bir Tom Robbins kitabını okurken sıkılmanız ya da uykunuzun gelmesi; toplumun %60'lık dilimine dahil olduğunuzu gösterir ki; bu durumda kitabın sonunu getirmenize hiç gerek yoktur. Doğrudan televizyona bakakalabilirsiniz (çok geç). 
   Kitap hakkında yegane eleştirim : konunun, ortalardan itibaren feci halde dağılmasıdır, yaklaşan sabotaj mı, restoranın başarısı mı, esrarengiz göbek dansçısının kimliği mi nereye odaklandığı belirsizdir. Ama bütün bu detaylar, TR müptelalarını, sayfaları çevirmekten alıkoyamamaktadır. Robbins kitaplarına yeni başlayanlar için ise, mis gibi bir okuma rehberi yazmış idik. Bir zahmet onu okurlarsa, hazmı kolay olur (işkembe çorbası mı bu arakolpa ?)
   Uzatmayalım sevgili okur ! Adamımıza aşinaysanız alır okursunuz, değilseniz ve din konusunda ufuk açmak isteyenlerdenseniz yine alır okursunuz, kitap okumayı seviyorsanız yine alır okursunuz. Her türlü yani.
Kitaptan altını çizdiğim bazı satırlardan seçmeler :
"...... çürütür; tıpkı siyasi inançların ahlakı, dinsel inançların da ruhu aşındırması gibi."

"İnsanlar küçükken bebek arabasına konularak itilip kakılırlardır. Yaşlandıklarında da tekerlekli sandalyeye konularak itilip kakılırlardı. Bu ikisinin arasındaysa sadece itilip kakılırlardı."

"Yaradana duyulan özlem Homo Sapiens'in içinde vardır. Yaradan'a ruhlarımızı genişleterek ve beyinlerimizi aydınlatarak yaklaşırız. Bu iki şeyi hızlandırmak bizim varoluş misyonumuz belki de.
   İyi ve güzel. Ama böyle bir etkinlik, ticaretin ve siyasetin özlemleriyle çelişir. Siyaset bi hakimiyet kurma bilimidir ve ruhunu genişletme ve aydınlanma sürecine giren kişilerin, denetim altına alınmalarının zor olduğuna dair kötü bir ünleri vardır. Bu yüzden siyaset kazanılmış hakları korumak amacıyla, dini çok uzun zaman önce gasp etmiştir. Krallar rahipleri arazi ve ziynet vererek satın aldılar. Onlar el ele verip karanlık havuzları boşalttılar ve onun yerine balık havuzlarını koydular. Balık havuzlarının duvarları cehalet ve boş inançlardan yapılmış, birbirlerine korkuyla tutturulmuştu. Bu havuzlara "sinagog", "kilise" ya da "cami" dediler." Bu alıntıyı daha iyi anlamak için o bölümü tümüyle okumak gerekir ama ben yazmaya üşendim.

"Din, kurumlaşmış mistisizmden başka bir şey değildir. Bu işteki bit yeniğiyse şudur. Mistisizm, kurumlaşmaya hiç elverişli değildir. Mistisizmi örgütlemeye çalıştığımız anda onun özünü yok ederiz. Öyleyse din, mistikliğin yok edildiği, yahut en aza indirgendiği mistisizmdir."
"Hayat bu kadar ciddiye alınmayacak kadar ciddi !"

"İyiyle kötüye ilişkin mutlak standartları savunan herkes tehlikelidir. Elinde dolu bir tabanca bulunan bir manyak kadar tehlikelidir. Aslında, iyiyle kötüye ilişkin mutlak standartları savunan kişi, genel olarak, eli tabancalı manyağın ta kendisidir."

"Eğer Tanrı yahut ülke adına işleniyorsa, ne kadar iğrenç olursa olsun, kamuoyunun bağışlamayacağı hiçbir suç yoktur."

".. yani, ötüki dünyadaki yaşamı vurgulamak, yaşamı inkar etmektir. Kafayı cennete takmak, cehennemi yaratmaktır."

   "Din, Tanrının elini kolunu bağlama girişimiydi. Tanrı, sonsuza dek akan, ebediyen hareket eden, kayan bir biçimdi. Onun doğası buydu. Mutlaktı gerçekten de; mutlak mobil, mutlak aşkın, mutlak esnek, mutlak gayrişahsi. Onun tanrı ve tanrıça yönleri vardı fakat onun erkekliği ve dişiliği, yıldızlığından ya da tornavidalığından daha fazla değildi. O tüm bunların toplamıydı ama bu toplam asla bir tebeşirle kara tahtaya yazılamazdı. Tanrı, tanımlamanın, bilmenin, anlamanın ötesindeydi. Tanrı; yaratmak bölü yok etmektir, demek onun yapılabilecek en yakın tanımıydı. Ama zayıf ruhlar, bön zekalar bununla yetinmemişti. Onlar Tanrıya ille de bir surat takmak istediler. Üstelik ona insanların (öfke, kıskançlık, kızgınlık gibi) basit duygularını yakıştıracak kadar ileri gitmişler ve bir an durup da, eğer Tanrı bir varlıksa, hatta yüce bir varlıksa dualarımızın onu çoktan, fena halde sıkmış olması gerektiğini düşünmemişlerdi.
   Tanrı genişleyen bir şeydi, dinse daraltıcı."

6 Haziran 2015 Cumartesi

Tom Robbins'i Okuma Rehberi.

   Kotkafalıların, at gözlüklülerin, badem bıyıklıların, dogmatiklerin, ırkçıların, fundamentalistlerin ve benzerlerinin uzak durması gereken yazardır. Bu güruha dahil kâriler, yazarımızın bir kitabının girizgahına dahloldukları takdirde "Manallahım, manallahım, çoğacağip" nidalarıyla koşarak uzaklaşırlar.
   Her sayfası ilginç betimlemeler, yaran diyaloglar, hiç oturulmamış yerlerdeki açılardan yapılan tespitler ve elbetteki incelikli (bazan da kalınlıklı) bir mizahla doludur Robbins kitapları. Fakirin gözünde tek eksikliği : sağlam bir olay örgüsünün olmayışı ve çoğunlukla tatminsiz final bölümleridir. 
   Şöyle anlatmaya çalışayım : 
   Kanlıca iskele balıkçısındayız. Masada Can Yücel, Aydın Boysan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cem Yılmaz, Metin Akpınar, Müjdat Gezen, Ferhan Şensoy, Altan Erbulak var (anladınız siz kadrodan, kastetmek istediğim bakış açısını !) Aylardan Eylül (ılık bir Eylül ama), hava yavaştan kararıyor. Fonda İncesaz (ama Dilek Türkan'lı) ve Ezginin Günlüğü (ama Hüsnü Arkan'lı) canlı, unplugged ama kulak tırmalamadan aheste meşkediyorlar. Antreler, ara sıcaklar, balıklar, serpme mezeler; hiç mideyi yormayan, basit görünümlü ama emek ürünü mamuller (topik var, tarama var (bunların nasıl hazırlandığını bilmeyenler, bir zahmet araştırıversinler de; taramanın hasbelkader karıştırma yönü değiştirildiğinde nasıl heba olduğunu öğrensinler), midye pilaki var, kalkan tava var ("Ne vereyim abime !"), bittabi terli bardaklarda aslan sütü var. Neyse işte bu mönü, öyle mideyi yormadan sırasıyla, sohbetle paralel geliyor. Kerahat vakti geçip de yavaştan sabah ezanları okunmaya başlayınca finali ballı yoğurtla yapıp evlere dağılıyoruz. Nedir : şükela bir yemeğin son notası oldukça hafif kalmıştır (cevizli, ballı, muz bile değildir). 
   İşte Tom Robbins kitapları da tam bu hissi verir okura. Dalgacı bir insansanız (ki yazarı tanımlayan en iyi sıfatlardan biridir.) keyifle okuduğunuz kitabın sonunu yukarıdaki haleti ruhiyeyle okursunuz. Olsundur.
   "Parfümün Dansı"nı okuduğumda dedim "- bugüne kadar nasıl olmuş da ıskalamışım.". Hilafsız okuduğum her seferde hep aynı okuma zevkini aldım. Bu kitap, üstadın yazdığı kitapların (haklı olarak) en ünlüsüdür. Diğer eserlerinin aksine sağlam bir olay kurgusuna sahiptir. Gıllıgışlı tespitler, girift konudan sapmalar olmadan iki kanallı ilerleyen bu kitap, kütüphanemin demirbaşlarındandır. Ne zaman kitaplarımı dağıtsam buna kıyamam, hediye ettiğimde ise mutlaka bir ay geçmeden yenisini alırım. Kitap; sonsuz hayata takıp, günümüze yöneltilmiş alaycı bir eleştiridir. Bu minvalde şu anda aklıma geliveren bir eylemse : Alobar'ın yolsuz kaldığında Kudra'nın terliğini yakıp tellendirmesidir (ki ne zaman aklıma gelse, gülümsetir fakiri). 
   Gelelim diğer kitaplarına : Bay Robbins, her zaman aynı frekansı yayınlamaz elbette. Gençliğinde yazdığı kitaplar fakiri sermest ederken, son iki kitabı aynı etkiyi yaratmamıştır. Aslında bunları sadece T.R. okumanın zevkini hatırlamak için okudum. 
   Parfümün Dansı'nı bitirdikten sonra diğerlerini de edindim. "Dur Bir Mola Ver" (TR kitaplarımdaki 2.favorimdir), "Kovboy Kızlar da Hüzünlenir" (filminden uzak durun !), "Ağaçkakan", "Sirius'tan Gelen Kurbağa", "Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar" beklenen frekansta; "Villa Meçhul" ve "B, Bira" frekans altı idi (Evet "Geriye Uçan Yabanördekleri" hakkındaki değerlendirmemi ikinci okumaya bıraktım)
   Dikkatli kâri, yukarıdaki sıralamada "Sıska Bacaklar"ın değerlendirme dışı olduğunu farkedecektir. Evet, bu kitabı okumayı yıllarca (yirmi beş yıl kadar) erteledim. Yazarımızın son yıllardaki okuma haz verme katsayısı düşünce dedim "bunu sotalayayım da, dar zamanlarda okurum, içimi şenlendirir.". İyi ki de öyle yapmışım. Zamanlar pek dar, gülümsenecek şeyler pek kıt. Geçen buldum, aldım (sağolasın Nadir Kitap !). Onbeş gündür hastır hastır kastırmadan aheste okuyorum. İyi geldi (başrolde boyalı sopa, deniz helezonu, fasulye konservesi, gümüş tatlı kaşığı ve kirli çorap var (yeminle)). 
   Velhasıl; uçarı, dalgacı, hayata gülünecek yerlerden bakan bilge kâri kaçırmamıştır (da) kaçırmış olabilenlere önerim, bulsunlar "Parfümün Dansı"ndan başlamak üzere okusunlar. Pişman olmayacaklardır.