5 Eylül 2021 Pazar

Ağustos'un Özeti

 


   Ağustos'ta internetin olmadığı yerlerdeydim. Haliyle ağ güncem boş kaldı. Kitaplar okudum, filmler izledim. Sonra döndük bozkıra, dedim: "özet de olsa yazayım okuduklarımı, izlediklerimi". Bu arada ruhumun bedenimi yakalaması için bir iki gün geçsin derken Eylül'ün ilk günü hem Ferhan Bey'in, hem de İnci Hanım'ın kayıp haberlerini aldık. İkinci gün de Mikis Bey onlara katıldı. Ölüm Yaradan'ın emri. Bu kişiler de (hiçkimse de) bundan istisna değil. Üstelik yaş aldıkları (İnci Hanım, Mikis Bey), sağlıkları pek iyi olmadıkları (Ferhan Bey) için bekliyordum böyle haberleri. Yine de nebliyim (belki de yerleri boş kalacağı için) iyiden hüzünlendim. 
   Ferhan Bey'in "Ferhangi Şeyler" oyununu, ilk kere küçük sahne de olmak üzere en azından üç kez izledim. Başka oyunlarını da (birer kere olmak üzere) gördüm. Külliyatını okumuş bulunmaktayım. Kitapları da raflarımdaki seçkin bölümde durur. Bu ağ güncesinde de kimi kitaplarını yazmıştım (şöyle aşağıya bırakayım da, belki bakılır). 
   İnci Hanım desen klasik müziğin en temiz gırtlaklı icracılarındandı. Her yorumunu büyük bir iştiyakla hazmederdim. Bitince de huzurdan ve sükunetten başka bir şey kalmazdı dimağımda. Onun diksiyonu hiçbir soliste benzemezdi. Onun da bir kaydını bırakalım şuraya
   Mikis Bey'i ise canlı olarak Açıkhava Sahnesi'nde (benim dönemimde açıkhava dediğiniz zaman aklınıza tek bir yer gelirdi) Zülfü Livaneli ile canlı olarak görme fırsatım oldu. İcracı değil (şarkıya eşlik etmesindeki mütevazılığı hatırlıyorum da) ama müziği tartışılmaz. Hayatının sonlarına doğru (gençliğinin aksine) aşırı sağa kaysa da, sanatçı olarak değerini eksiltmez. Onun da bir kaydını şöyle bırakalım.
   Velhasıl Eylül biraz sert başladı. Hazmı zor.
   Kitaplardan başlayalım:
AKIL ÇAĞI
   Bay Paine'in zor bir hayatı olmuş. Ulema takımından olmadığı halde, bu takımın en alimlerinden daha bilge olduğu kesin. ABD'nin isim babalarından, Fransız Devriminin teorisyenlerinden (ve devrimin yediği çocuklarından). İşbu neşriyatın ilk bölümünü hapishanede yazıyor. Öyle ki elinde referans alacağı basit bir din kitabı dahi yok. Buna karşın sağlam argümanlar ileri sürüyor. 
   Cumhuriyetin ilk yıllarında Hasan Ali Yücel, tercümesini yaptırıp yayımlatıyor. Herhalde çok kişi okumadı ki, halimiz ortada. İş Bankası da güzel bir iş yapıp, yeni edisyonlarını günümüzde yayımlıyor. 
   Paine kısaca diyor ki: benim aklım var, kullanabiliyorum, yaratıcıya inanıyorum, bana gönderdiği bir mesaj var, Dünyaya ve evrene baktığımda bunu ayan beyan görebiliyorum. Ama mevcut dinlerle bu mesajı ve yaratıcı kavramını bağdaştıramıyorum. İlk bölümü oluşturan bu anafikirden sonra ise başlıyor elindeki argümanla (Hristiyanlığın kutsal metinleri) mantığı ve akılı çalıştırmaya. 
   Özetlemesi zor. Hristiyanlığın kutsal metinlerine bakıp karşılaştırma yapabilirsiniz. (Fakir, aynısını Turan Dursun külliyatı için yapmıştı) Burada inananları tahkir etmeyelim (dinin şüphesiz faydaları vardır. Son yıllarda okuduğum Diamond'un kitabı "Düne Kadar Dünya"da bunun çok pratik açıklamaları vardır) Ancak aklınızı kullanırsanız ve mantığınızı çalıştırırsanız, işiniz zor! Onun için "aman sütüm taşmasın" düşüncesindeyseniz hiç yaklaşmayın. Yok omuzlarınızın üstündeki kitlenin frontal lobunu genelgeçerin aksine fazla kullanıyorsanız, kaçırmamanız gerekir. 

KURT KANUNU
   İzmir Suikastini bilirsiniz. Ziya Hurşit, ispiyoncu kayıkçıyı falan. Hayır efendim bilmiyorsunuz! Sarı Paşa ile İttihatçıların hesaplaşmasının finali gözüyle bakabileceğiniz bu olay, Kemal Tahir'in (İttihatçıların gözünden) kaleme aldığı bombastik bir romana dönüşmüş. 304 sayfalık romanda Tahir'in kendine özgü üslubuyla Abdülkerim Bey, Küçük Efendi gibi suikastin önemli failleri üzerinden dönemin güçlü bir portresini çiziyor. Hem dönemin ruhunu anlamak, hem yazarımızın üslubunun demini almak, hem de tarihi altyapınızı güçlendirmek için her türlü okunur. Bu arada Kurt Kanununa göreni düşeni yerler!
DERİNİ YÜZECEĞİM

   Kemal Tahir hapishaneden çıkınca geçim derdi başgösterir. O da F.M. İkinci takma adıyla Mayk Hammer kitapları yazar. İşte bu kitapların ilkidir neşriyatımız. Tophaneli tavırları ile Mayk Hammer "temeline tükürdüğümün Niyorkunda" cinayetleri aydınlatır. Eminim Mickey Spillane'in orijinal Mike Hammer serilerini okusanız bu kadar hoşunuza gitmez! Tahir'in üslubu güzel, olay örgüsü şımşıkırdaktır. Başlayınca bitirdiğinizi anlamazsınız. Yalnız feministlerin uzak durması gerektir. Zira yazarımız (dönemin ruhu gereği sanırım) kadınlara hep bir aptal sarışın rolü biçmiştir. Bunun Tahir'in kendi tercihi olmadığını diğer romanlarına bakınca anlıyoruz ancak tür gereği bu tip bir iş çıkardığını zannediyorum. Velhasıl: yazın okunacak romandır.
GECEYARISINI 2/4 GEÇE
  
   Sai King'in işbu kitaplarını okuyalı temiz bir 35 yıldan fazla olmuştur. Dedim "Foça'nın nemli (Foça Ağustos'ta ilk kez bu kadar rüzgarsızdı, taşlardan ateş çıkıyordu) sıcağında gider, bir başlayayım". Çok ilginç: sadece bir kez daha okumamış olmama karşın kimi bölümler olduğu gibi aklımdaydı (artık nasıl bir silinmez iz bıraktıysa zihinde). Ancak zamanla beğeniler değişiyor herhalde. Aradan geçen zamanda King üslubunu, kurmacasını çok daha fazla geliştirmiş olacak ki, ilk okumadan aldığım hazzı alamadım. Zamanımızın okurları da alamayacaklardır muhtemel. O yüzden ("Gece Yarısını Dört Geçe" yeniden basıldı sanırım) okumasalar da olur.

Şimdi de filmler.
PIG
   Niklıskeyc, kumar borcundan mıdır, harcamalarının hesabını yapmadığından mıdır nedir bir finans sorunu yaşıyor son yıllarda. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak kendisini hep ikinci üçüncü sınıf sinema filmlerinde görüyoruz. Bütçesi az yapımcı, kötü bir yapımı kanatlandırıcı faktör olarak kendisine az bir ücret ödüyor ve Keyc bey de (parasızlık zor zenaat!) mecburen kabul ediyor. Bu kötü bir sarmal. Kendisini kötü filmlerde izleyen sevenleri için izlenilirlik kredisini düşürüyor. Kendisi asla kötü oyuncu değil (Bkz. Matchstick Man (bunu çok kereler izlemişliğim vardır)), sadece parasını nasıl idare edeceğini bilmiyor.
   Bu iyi aktörün kapıldığı bu kötü sarmalın dışında bir film Pig. Pek bilinmeyen bir yönetmenin (sadece televizyon işleri ve kısa filmler çekmiş) ilk uzun metrajında (üstelik de ilginç bir karakterde) risk alıp girmiş. İyi de yapmış.
   İnsanlardan uzak bir ıssızda münzevi bir efsanevi şef Rob (aynısının Türk ve müzisyen örneği için Bkz. Ergüder Yoldaş). Rob'un dünyevi ihtiyaçları için bulduğu mantarları arayan domuz arkadaşı, restoran mafyası tarafından kaçırılır. Olaylar gelişir.
   Oyunculuklar çok iyi, renkler, kadrajlar, çekimler, müzikler çizgi üstü. Senaryo biraz sorunlu, bir çok mesajı vermeye çalışıp kendini ziyan ediyor. Yine de Bayan Keyc'in oğlunu böyle filmlerde izlemeyi özlemişim. Öneririm yani.
NO SUDDEN MOVE
   Yönetmen iyi (stiivınsoderberg), kast bombastik (donçidıl, beniçyodeltoro, metdeymın, brendınfreyzır, vs. (yalnız ne şişmiş adam, tanıyamadım (adeta bir canguudmın olmuş))), müzikler, dekor, atmosfer, sanat yönetimi gayet tatmin edici. Diyaloglar akıcı, bence en başarılı yönü de dönemi çok iyi yansıtması (ırkçılık, seksizm, erkek egemenliği vs.). 
   Bir grup kanunsuz insana, çok basit gibi görünen bir soygun görevi verilir işler gelişir. İki saate yakın zamanda bu kısa gibi sürecek soygunun gerçekleşmesini etkilerini izleriz. Bu kadar üzerinde çalışılmış bir işin katalitik konvertöre bağlanması fakiri ciddi hayal kırıklığına uğrattı. Şöyle söyleyeyim: mezeleri iyi hazırlanmış (girit ezme de iyi peynir kullanmışlar, fava dünden kalmamış falan), rakısı ayarınca soğutulmuş (anasonlar kristalleşmemiş ama bardak terliyor), balığı kurutulmamış (barbunların içi sulu sulu) bir ehlikeyf sofrasındasınız. Tatlı olarak künefe geliyor (üstelik şerbeti çok olmuş, künefe içinde yüzüyor). 
   Eğer Soderbergh sinemasına müptelaysanız izleyebilirsiniz. Ancak görmezseniz fazla bir şey kaybetmezsiniz.

Beş kitap ve iki filmlik tanıtım yazımızın sonuna geldik. Elbette ki başka şeyler de izledim okudum ama yazılmasa da olur. Yazılmasa olmayacak şey, yazının başındaki kayıplardır. Ölüm çok acaip bir şey. Bir anda yok oluyorsun. Nereye gittiğin belli değil. Bir iz bırakmadıysan en fazla (eğer çocuk varsa) torunların falan hatırlar seni, ondan sonra zaten dünya üzerinde hiç yaşamamışsın gibi oluyorsun. Böyle düşününce yaşasın nihilizm sonra!

2 yorum:

  1. bir aylık yokluğunuzdan sonra böyle dopdolu bir yazı bekliyordum sizden, yine de okurlarınızdan bu kadar uzak kalmayın tabi:) bir de bu bir aylık telekominikasyon detoksunuzun etkilerini merak ediyorum ben. Bir yerde telefon/internet bağımlıları için (ki çoğumuz öyleyiz sanırım) bir günlük yoksunluk sonucu depresyon, ağlama isteği vs. ortaya çıkıyormuş:))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. bilmiyorum tevellütün artık eskimesi midir nedir? Bana ilk haftadan sonra pek iyi geldi. Yok depresyonmuş, ağlama isteğiymiş hiç olmadı! Zaten facebook, twitter, instagram falan yok:) Sadece gündemden biraz uzak kaldım, onda da bir beis yok zaten.

      Sil