Ağ güncemi okuyan mahdut kâri için açık edeyim : yazımız iki bölümden oluşacaktır. Part Bir : Belgeselimizin tanıtımı. Part İki : fakirin hamaseti.
Part Bir
Bir buçuk saatlik müzikal belgeselimiz sekiz yılda çekilmiştir. Sekiz yıl boyunca bu insanlar yurdumu dolaşmışlar, çekimler yapmışlar ve iş bu pelikulayı hasıl etmişler. Anadolu'nun kayıp şarkılarını, içlerinden geldiği gibi söyleyenleri bulmuş, provasız çekimlerle bir buçuk saati harmanlamışlardır.
Megametropolümüzün altıncı vitesinde gittikçe hızlanan görüntüler ve yükselen seslerle başlayan pelikulamız pik seviyede aniden duruyor ve gözlere Anadolu'dan asude bir görüntüyle kulaklara sessizlik geliyor.
Dış sesin olmadığı, bazı görüntülerin neresi olduğunu anlayamadığımız ilerleyen dakikalarda sadece konu kişilerin açıklamaları ve o güzel insanların seslendirdiği o güzel türkülerle başbaşa kalıyoruz.
Böylesi bir dokümanter filmi anlatmak zor. Konusu yok, sadece uyandırdığı duygular var. Genel geçer kültüre derdini daha iyi anlatabilmek amacıyla orijinal türkülere miks yapılmış. Kimi yerde pek şık duran bu miksler, Karadenizli teyzelerin söylediği türküdeki reggae ritminde olduğu gibi sakil durabilmiş. Türkü konusunda ahkam kesebilecek denli bilgi sahibi erbaba ise her türlü miks remiks, kulak tırmalayıcı keskin bir ıstıraptır.
Yönetmenimiz herhalde Marmara ve Ege bölgelerini Anadolu'dan saymadığından bu yörelere ait pek bir türkü bulunmamakta, sadece zeybek duran efe görüntüleri ve tahtacıların sema dönmeleri ile yetinmekteyiz (Rebetiko var, Feraye yok). Ayrıca Trakya bölgesi (evet biliyorum Anadolu değil ancak aksettirilen kültürün vazgeçilmez unsurudur bence) hiç yokmuş gibi kurgulanmış. Ve böylece daha uzun uzun yazabilirim.
Eleştirmek kolay, yapmak zor. Neticede Bayan Ünen'in oğlu Nezih Bey bu filmi yapalı dört yıl olmuş. Daha iyisini yapabilen varsa buyursun yapsın.
Müzikal belgesel iyidir. Bu türün kente yönelik olanını izlemeye hallelenler köprüyü geçmeyi denesinler, etnik olanını izlemeye hallenenler sağlam yolları izlesinler, tatmin garantidir.
Kendi açımdan her yıl izliyorum. Her yıl eleştirilecek başka bir yön bulmama rağmen her yıl daha da artan bir keyifle izliyorum. Arşivliktir. Bilmem anlatabildim mi ?
Tenekeci Mahmut'u, Cengiz Özkan'ı, adını bilmediğim dengbejleri, cemde divan döven zakirleri zakireleri, teke zortlatmalarının yellemeleri hoplatmaları, yol havalarının ağırlığı, horonların canlılığı, gazellerin inceliği, barların haşinliği (bunu lütfen türkü kültürüne aşina olmayanlar dikkate almasın), Kazancı Bedih'i (oğlu da iyidir), Muharrem Ertaş'ı (onun oğlu daha iyiydi), İzzet Altınmeşe'yi (ve evet benini de) ve daha burada uzuun uzun yazmama neden olacak yüzlerce küçük detayı da içselleştirdim. Dinlerken kolaylıkla gülebiliyor ve ağlayabiliyorum (manikdefresif ya da şizofren değilim/değiliz).
Megametropolümüzün altıncı vitesinde gittikçe hızlanan görüntüler ve yükselen seslerle başlayan pelikulamız pik seviyede aniden duruyor ve gözlere Anadolu'dan asude bir görüntüyle kulaklara sessizlik geliyor.
Dış sesin olmadığı, bazı görüntülerin neresi olduğunu anlayamadığımız ilerleyen dakikalarda sadece konu kişilerin açıklamaları ve o güzel insanların seslendirdiği o güzel türkülerle başbaşa kalıyoruz.
Böylesi bir dokümanter filmi anlatmak zor. Konusu yok, sadece uyandırdığı duygular var. Genel geçer kültüre derdini daha iyi anlatabilmek amacıyla orijinal türkülere miks yapılmış. Kimi yerde pek şık duran bu miksler, Karadenizli teyzelerin söylediği türküdeki reggae ritminde olduğu gibi sakil durabilmiş. Türkü konusunda ahkam kesebilecek denli bilgi sahibi erbaba ise her türlü miks remiks, kulak tırmalayıcı keskin bir ıstıraptır.
Yönetmenimiz herhalde Marmara ve Ege bölgelerini Anadolu'dan saymadığından bu yörelere ait pek bir türkü bulunmamakta, sadece zeybek duran efe görüntüleri ve tahtacıların sema dönmeleri ile yetinmekteyiz (Rebetiko var, Feraye yok). Ayrıca Trakya bölgesi (evet biliyorum Anadolu değil ancak aksettirilen kültürün vazgeçilmez unsurudur bence) hiç yokmuş gibi kurgulanmış. Ve böylece daha uzun uzun yazabilirim.
Eleştirmek kolay, yapmak zor. Neticede Bayan Ünen'in oğlu Nezih Bey bu filmi yapalı dört yıl olmuş. Daha iyisini yapabilen varsa buyursun yapsın.
Müzikal belgesel iyidir. Bu türün kente yönelik olanını izlemeye hallelenler köprüyü geçmeyi denesinler, etnik olanını izlemeye hallenenler sağlam yolları izlesinler, tatmin garantidir.
Kendi açımdan her yıl izliyorum. Her yıl eleştirilecek başka bir yön bulmama rağmen her yıl daha da artan bir keyifle izliyorum. Arşivliktir. Bilmem anlatabildim mi ?
Part İki
Hep İstanbul'da yaşamanın kimilerine verdiği aymaz züppelikle ben türkü sevmez idim. "Yurttan Sesler"i duyduğumda "Ay ne köylü ! keşke duymayaydım." olurdum. Ruhi Su'yu bilirdim de (dinlemezdim ayrı !), Neşet Ertaş soru işaretiydi (evet Nil Karaibrahimgil'i düşünüyorum. Ben de o noktadaydım. (ama yirmibeş yıl önce)). Evde "mûsikî" dinlenirdi. "Kadifeden Kesesi"ni şarkî zannederdim (amma kütükmüşün arakolpa !). Sonra zaman ilerledi, arakolpa da ilerledi, evlenildi barklanıldı ve sevdiceğim sayesinde türkîlere de aşina olundu. Aşinalık ilerledikçe araştırmalar derinleşti, araştırmalar derinleştikçe, okumalar başladı, koro çalışmaları, albüm almalar, yöre ayırmalar, (yöreler tanındıkça) tavır ayırmalar, ağız ayırmalar geldi. Velhasıl türkü sohbetinde ahkam kesecek noktaya gelinmedi ama ham cahil de değiliz çok şükür.Tenekeci Mahmut'u, Cengiz Özkan'ı, adını bilmediğim dengbejleri, cemde divan döven zakirleri zakireleri, teke zortlatmalarının yellemeleri hoplatmaları, yol havalarının ağırlığı, horonların canlılığı, gazellerin inceliği, barların haşinliği (bunu lütfen türkü kültürüne aşina olmayanlar dikkate almasın), Kazancı Bedih'i (oğlu da iyidir), Muharrem Ertaş'ı (onun oğlu daha iyiydi), İzzet Altınmeşe'yi (ve evet benini de) ve daha burada uzuun uzun yazmama neden olacak yüzlerce küçük detayı da içselleştirdim. Dinlerken kolaylıkla gülebiliyor ve ağlayabiliyorum (manikdefresif ya da şizofren değilim/değiliz).
İnanıyorum ki, kentlerde gelişen Klâsik Türk Müziğinden farklı olarak (yüzlerce makamı ve kuralı olmasa da) türkülerimiz de (belki de klasik müzikten daha kadim olmak üzere) çok derin anlamlar barındırıyor. Bir kere hamisi yok. Hacı Arif Bey, Itrî ve daha nicelerinin hamileri olmasaydı bu kadar verimli olabilirler miydi ? Bilmiyorum ama destekleyenleri vardı. Türküler öyle değil. Sponsorsuz, desteksiz, kendiliğinden yüzyıllar (belki de binyıllar ötesinden) gelen melodiler, basit olduğu kadar derinlikli sözlerden oluşan bir derya, bir okyanus.
İnanıyorum ki bir toplumu bir arada tutan en önemli şey : kültür. Kültürün en önemli ayağı da dil ve müzik. Dillerin beyne hitap etmesine karşın müziğin önce kalbe sonra beyne nakşolması, müziği daha da öne çıkarıyor. Muhteşem şanslıyım ki; çok köklü ve çok çeşitli bir aşurenin içindeyim. Kars'taki aşıklar atışması da, Macahel'deki amcaların polifonik türküsü de, Urfa'daki gazel de, Meis'deki rebetiko da, Brenna Maccrimmon'un çığırdığı (evet, hanım çığırıyor) rumeli türküleri de, dengbejlerin destanları da, canların deyişleri de beni aynı derecede heyecanlandırıyor. Diyorum ki "bunları yaratan insanlar kötü olamaz."
Toplumsal olarak çok ciddi bölünüyoruz, bölüyorlar. Bunun için de dilimizi, müziğimizi, günlük yaşantımızı, arkadaşlık, akrabalık, komşuluk, aile içi ilişkilerimizi hedef aldılar. Her gün, her saat, her dakika onlardan yana işliyor (şizofren ya da paranoid değilim). Popüler kültür oksimoronu altında mutasyon geçiren kurbağalar gibiyiz. Sörvayvırlar, evlilik programları, sabah sohbetleri, gece açık oturumları, reklamlar (ah o reklamlar (reklamcıların yatacak yeri yok)), diziler, yarışmalar, yazılıgörselişitsel medya, internet (evet o da var) beynimizi uyuşturuyor. Muktedirlerden bahsetmiyorum bile (türkü dinlerken bir tek Barınç ağlar, o da hep ağlıyor zaten).
Çare var, çareler var. Çarelerden en güzeli iyi müzik dinlemek. Kentliyseniz iyi şarkî, değilseniz iyi türkî dinleyecek, gençlere, çocuklara da dinlettireceğiz. Hep ferahfeza değil, arada sabâ da; hep horon değil arada deyiş de dinleyecek, çeşitliliği ve aslına sadıklığı esas alacağız. İnanıyorum ki : türküleri, şarkıları seven; insanları da sever.
İnanıyorum ki bir toplumu bir arada tutan en önemli şey : kültür. Kültürün en önemli ayağı da dil ve müzik. Dillerin beyne hitap etmesine karşın müziğin önce kalbe sonra beyne nakşolması, müziği daha da öne çıkarıyor. Muhteşem şanslıyım ki; çok köklü ve çok çeşitli bir aşurenin içindeyim. Kars'taki aşıklar atışması da, Macahel'deki amcaların polifonik türküsü de, Urfa'daki gazel de, Meis'deki rebetiko da, Brenna Maccrimmon'un çığırdığı (evet, hanım çığırıyor) rumeli türküleri de, dengbejlerin destanları da, canların deyişleri de beni aynı derecede heyecanlandırıyor. Diyorum ki "bunları yaratan insanlar kötü olamaz."
Toplumsal olarak çok ciddi bölünüyoruz, bölüyorlar. Bunun için de dilimizi, müziğimizi, günlük yaşantımızı, arkadaşlık, akrabalık, komşuluk, aile içi ilişkilerimizi hedef aldılar. Her gün, her saat, her dakika onlardan yana işliyor (şizofren ya da paranoid değilim). Popüler kültür oksimoronu altında mutasyon geçiren kurbağalar gibiyiz. Sörvayvırlar, evlilik programları, sabah sohbetleri, gece açık oturumları, reklamlar (ah o reklamlar (reklamcıların yatacak yeri yok)), diziler, yarışmalar, yazılıgörselişitsel medya, internet (evet o da var) beynimizi uyuşturuyor. Muktedirlerden bahsetmiyorum bile (türkü dinlerken bir tek Barınç ağlar, o da hep ağlıyor zaten).
Çare var, çareler var. Çarelerden en güzeli iyi müzik dinlemek. Kentliyseniz iyi şarkî, değilseniz iyi türkî dinleyecek, gençlere, çocuklara da dinlettireceğiz. Hep ferahfeza değil, arada sabâ da; hep horon değil arada deyiş de dinleyecek, çeşitliliği ve aslına sadıklığı esas alacağız. İnanıyorum ki : türküleri, şarkıları seven; insanları da sever.
Bu bağlamda, yok türküler remiksliymiş, yok turistik tanıtım filmi gibi olmuş eleştirilerine kapayın kulaklarınızı, "Anadolu'nun Kayıp Türkülerini" ailece izleyin, dinleyin. Gençlere sıkıcı gelebilir. İkinci izlemede alışır, üçüncüye duyarlarsa kesin severler. Sadece bir türküyü sevseler, korkmayın gerisi geliyor, haroyin gibi mübarek.
Ve ümit edin, umutlanın : bir gün bizi yönetenler; dogmalara değil, türkülere şarkılara sarılsınlar. İnsanların ruhu var orada, onu anlayan toplumu da anlar. Sarı çiçeklere sorulan sorular kadar, cepkenden görünen elmas hançereye de aşina olmalıyız.
Ve ümit edin, umutlanın : bir gün bizi yönetenler; dogmalara değil, türkülere şarkılara sarılsınlar. İnsanların ruhu var orada, onu anlayan toplumu da anlar. Sarı çiçeklere sorulan sorular kadar, cepkenden görünen elmas hançereye de aşina olmalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder