Beş yıl aradan sonra nihayet İOA'ın "Yedinci Gün"üne müşerref olduk. İnsan bir kitaba başlarken "keşke hiç bitmese" der mi ? Der.
Ne zamandır bekliyordum, yayın zamanı öne çekilince internet siparişini falan boşverip raflara uzanmak daha kolay geldi. (Ek Bilgi : Oturaklı kitapçılar bile peşin alımlarda internet siparişine denk bir tenzilat yapıyor) Alır almaz diğer okumaların önüne koyup daha apartman boşluğunda okumaya başladım. Hesapta kendi kendime prensip kararları almıştım. "İyice anlamadan diğer bölüme geçmek yok, gerekirse aynı bölüm ikinciye okunacak, yok efendim yanımda lugat, karşımda gugıl aracı duracak" vs.vs. Boşmuş, kardişim. Dün akşam başladım, bugün saat ikide bitti. Bir de yedire yedire okuduk... Nedir : büyük konuşmamak gerekiyormuş. Bu kadar gulgule yeter, gelelim kitaba.
Daha ilk sayfalarda Sultan Abdülhamit'in okumalara seza bir sinek avıyla açılan eserimiz, başlıca üç bölümden mürekkeptir. Önceki eserlerinde Hiçkok misali arada görünen "uzun boylu, çekik gözlü, geniş elmacık kemikli İhsan Efendi" bu yapıtında utangaçlığını atıyor ve başrollerden birini alıyor. Uzun İhsan Sait Efendi hem protogonist hem antogonist (hem esas oğlan, hem kötü adam) özelliklerini taşımakta.
İlk bölüm "Baba", Abdülhamit döneminin bugünü hatırlatan atmosferinde başlıyor, renkli karakterler, dağdağalı tasvirler, ince bir mizahın cıvıldayarak dolaştığı satırlarla sayfalar çabucak ilerliyor.
İkinci bölüm "Oğul"; pek kısaca Uzun İhsan Sait'in bir nevi alter egosu (yoksa mega egosu mu demek doğrudur ?) Ali İhsan'ın pek de iç açıcı olmayan öyküsünü ve Rus cephesini çok sert tasvirler ve acımasız bir satirizmle (lakin bu satirizim bile dudaklarımızı kıvırtamamaktadır zira vaziyet pek acıklıdır) kısacık anlatıyor.
Üçüncü bölüm "Hayalet" ise, tam olarak anlanması için (tabiyki bence) en az üç okuma gerektiren ve öncekiler kadar mütesebbim olmayan derinlikli bir bölümdür. Başlangıç; pek evlere şenlik bir İOA üslubunda insanlık tarihi özeti ile açılır sonrasında olaylar gelişir. Bu gelişmeler; genç Cumhuriyetin ilk yıllarında tezahür etmektedir. Bu gelişmeler bir çok kesime inceden (veya aşikarane kalından) eleştiriler yöneltmektedir. Bu eleştirel tespitleri idrak için mebzul miktarda münevveri birikim ve kafi miktarda IQ sahibi olmak gerektir. (bu meyanda "Hocaefendinin Sandukası" adlı eserin yaratıcısı Emre Kongar'a selam olsun ! Giftos Karpantiye ha !.. Ha ha haaa...) Şu aralar İdris Amil Zula'nın sadece Emil Zola'ya mı yoksa başka bir ünlü Kasımpaşalıya mı gönderme yaptığını düşünüyorum.
Yazarın tüm kitaba yedirerek yaydığı tespitler son bölümde pik yapmakta ve her meyve veren ağacı taşlayan malumatfuruş kitleye de son satırlarda "Yazdırırken muhterisleri de düşündü ve bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi." golünü de doksandan çakmaktadır. Büyüksün usta !.
Bir günlük bu okumadan aklımda kalan en güzel eleştiri (aslında hal-i pür melalimizin de izahı sayılabilecek yerinde bir tespit) : "bizde Ayasofya cemaat buldu ama Filosofya cemaat bulamadı" olmuştur.
İOA müptelaları için söylenebilecek yeni bir şeyim yok ama ilk defa okuyacaklar bununla başlamasalar iyi olur. Önce "Puslu Kıtalar Atlası"ndan başlayıp beyni ısıtmak, direkt haşlanmamasına yol açacak ve usaresini muhafazasını sağlayacaktır. Beyin; önce "Amat", "Efrasiyap'ın Hikayeleri", "Kitab-Ül Hiyel" ile haşlanacak, "Suskunlar" ile yumurtaya bulanıp kızartılacak ve üzerine limon maydanoz niyetine "Yedinci Gün" okununca lezzetinden yenilmeyecek bir kıvama ulaşacaktır.
Haydi afiyet olsun !...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder