28 Aralık 2014 Pazar

"Yemezler !" Dr.Yavuz Dizdar'dan Korku Kitabı

   Yavuz Dizdar bir onkolog. Geçen yılın sonunda, benim şimdiye kadar okuduğum en irkiltici kitabı yazmış. 14 bölümden oluşan kitap, her biri diğerinden etkili başlıklar taşıyor. Bu satırlardaki her iddia, makaleler ve yayınlarla destekleniyor. Anlıyoruz ki : okuduğumuz kitap popüler kültüre hitap eden gelir geçer içeriklerden değildir. Bilakis, okuma güçlüğünün aşılması için kitabın başında "okura not" adı altında, okura gereken yönlendirici destek verilmiş, nasıl okumamız gerektiği bir güzel açıklanmıştır. 
   Bendeniz 2009 yılından beri televizyona bakmıyorum. Bay Dizdar televizyonlara da pek çıkar, doğru bildiklerini söylermiş. Hakkında yazılanlara şöyle bir baktım da, eleştirilerin çoğunun yapıcı değil yıkıcı olduğunu gördüm. Hakkındaki genel kanı negatifse, bir yazar okunmaya değerdir. (oha aforizma buldum). 
   Fizyoloji, besin fizyolojisi, tıp, anatomi, biyoloji ve beslenme konularında bilgim pek az. Bu nedenle bir fikir de geliştiremedim. Bu konu ile ilgili tek verim : şimdiye kadar yaşadıklarım, gözlemlediklerim ve az da olsa okuduklarım. Bu halimle bile kitabı altını, üstünü çize çize bir ayı aşkın bir zamandır okuyorum. Bu kadar uzun sürmesinin nedeni, bölümlerin hazmedilmesinin bir haftaya yakın sürmesidir. Okuyorum, irkiliyorum daha fazla ilerlemeye, bir hafta sonra merak korkuya baskın çıkıyor, bir iki bölüm daha okuyorum, haydi başa dönüyoruz. Öyle böyle derken iki ayı aşkın sürede bitti (bir nevi arakolpa anti-rekoru).
   Her bölümün başlarında bir takım isimler var. O bölüm o kişiye altta yazan hasletleri nedeniyle atfedilmiş. Misal 4.bölümün başı : "Victor Ananias'ın değerli anısına... Beslenmenin doğadan geldiğini anlatmadaki çabaları için." .
   Kitabımızın içeriği beslenmemizdir. Alt başlıklar olarak da bilimin endüstrileşme süreci, sindirim işlevi ve mekanizması, beslenme ve hastalık ilişkisi, süt, yoğurt, ayran, endüstriyel et, piliç ve yumurta, şeker, tarım ilaçları, çıkarımlar, beslenmenin ekonomisi, uluslararası boyuta derin ticaret zinciri gibi konular işlenmekte. Şikemperver kari, bu kitaba ilgisiz kalmamalı, hatta başucunda bulundurup ara ara bilgilerini tazelemeli. Nedir : okudukça "aa hakkaten de" diyebileceğimiz bir çok gerçeklik ile yaşadıklarımızı anımsadığımızda idrak edeceğimiz beslenmeye dair önemli bilgilerin, hayatımızda olması şarttır. 
   Endüstrileşmiş gıda ile beslendiğimiz bu günlerde, sayısı gittikçe artan ve nedenlerini bilemediğimiz güncel hastalıkların (reflü, aşırı tüylenme (yumurtayı kesin), anksiyete, panik atak vb.) beslenmemizden (ya da beslenmememizden) kaynaklandığına dair küçük bir fikir kırıntımızın olması ve bundan kelli yediklerimize daha ayrı bir özen göstermemiz gerektiğini anlamamız için bu şarttır. 
   Şartlar fazla olmaya başladı. Aşağıda kitaptan aklımda kalanlardan küçük bir buklecik var. Meraklı okurun dikkatine sunulur.
   Ana babalarımız neyse de. Daha büyük ebeveynlerimiz gibi beslenmemiz dileğiyle.
ÖNERİLER
   UHT süt, ölü süttür. Mümkünse güvendiğiniz sokak sütlerini kaynatarak, yoğurdumuzu kendimiz mayalayalım. Hiç olmadı kutu süt değil, pastorize süt kullanalım. (pastorize süt 60 derecede kaynatılırken, UHT sütler 160 derecede kaynatılıyor ve yapıtaşları ciddi olarak bozuluyor)
   Ekşimeyen süt/yoğurt, kokuşmayan yumurta, bozulmayan gıdalardan uzak duralım. Böyle gıdaların yapıtaşları, geçirdikleri işlemlerden ötürü deforme oluyor.
   Kedi köpeğin yemediği, sineklerin konmadığı gıdalardan uzak duralım.
   Kelle yahut dil paça çorbasını (özellikle evde çocuk varsa) haftada en az bir kere masada bulunduralım. 
   Sakatattan uzak kalmayalım. 
   Geleneksel pişirme yöntemlerini tercih edelim. Yemeğin suyuna ekmeğimizi bandıralım.
   Boza, kefir, yoğurt (evde yapılmış olanını) gibi doğal mayalanmış gıdalar candır,
   Bembeyaz yumurta, yirmi dakikada pişen tavuk almayalım. (yumurta klorlu suda yıkanarak beyazlatılır, Endüstriyel piliç ise bir yılda geleceği boyuta 45 günde gelir. (45 günde kesilmese 60 günde ölür))
MALUMATFURUŞLUK KÖŞESİ
   UHT sütten mayalanmış yoğurtlar homojen olduğundan kaymak yapmaz. Bu açıdan kaymaksız yoğurtlar daha dürüsttür. Kaymaklı hazır yoğurtların kaymakları ise süte margarin yağı karıştırıldıktan sonra mayalanma aşamasındaki sütün üzerine püskürtülerek oluşturulur. Bu kaymaklar yoğurttan kolayca sıyrılabilir. Evde mayaladığınız yoğurdun kaymağını bir ayırmaya çalışın bakalım, hazır yoğurtlar kadar kolayca sıyırabiliyor musunuz ?),
   Her birimizin bağırsağında bulunan 300 kadar bakteri kolonisi beslenmemizin önemli bir kısmını gerçekleştirmektedir. Yeni doğan bebeğin bağırsaklarında bakteri faunası oluşmadığından ilk günler dışkılaması çok sağlıksızdır. Anne sütüyle kendisine geçen bakteri faunası işlemeye başladığında dışkılama ve beslenme düzene girer. Bu açıdan anne sütü esansiyeldir (bu da kitaptan aşırdığım bir kelime (vazgeçilmez anlamına geliyor.)). 
   Morali yüksek tutmak esansiyeldir (esansiyele sardım). Zira diyabet ve kanser dahil pek çok hastalık aşırı üzüntü ile tetiklenebilmektedir.
   İstek ve hazzı birbirinden ayırmak gereklidir. İstek bir gereksinimin karşılanmasına yönelik ortaya çıkar, haz ise geçici bir keyif alma durumunun karşılanmasıdır. Gerçek istek karşılık bulduğunda ortadan kalkar, hazza yönelik istekse tekrarını talep eder. Günümüzde endüstriyel yiyeceklerin özellikle atıştırmalık olarak adlandırılan cips, kraker gibi sınıfları haz duyusunun uyarılması üzerine geliştirilir. Bu aslında bilimin kötüye kullanılmasıdır.
   Bilimde bir "Fransız Paradoksu" vardır. Fransızlar bol miktarda kolesterol içeren peynir ve tereyağı tüketmelerine karşılık, kalp hastalıklarına ortalama batı toplumlarındakilerine göre daha az yakalanır. Bunun açıklanmasında en çok vurgulanan neden, düzenli tükettikleri kırmızı şaraptır. 
   Bugüne dek yaşam süresini uzatan tek bir yöntem bilinmektedir, o da günlük kalori ihtiyacının altında kalınması, yani az yemektir. 
   Yeni jenerasyon batı akademisi, onları yetiştiren bilim camiasından farklıdır. Bir kere yetiştiren kuşağın sahip olduğu saf merak ve doğayı açıklama çabası giderek ortadan kalkmıştır. Ama bir bu kadar önemlisi, bilim artık doğrudan sermayenin ve ticari sistemin kontrolüne girmiştir. (işte bu da beni çok hüzünlendirmektedir. Zira son yıllarda okuduğum, bilimi konu alan tüm yayınlarda aynı endişe dile getirilmektedir.)
   Vallahi daha da çok yazacağıdım ama yoruldum, Belki siz de yoruldunuz. Ama kitabı alın, korkarak da olsa okuyun (ki küçük çocukları olanların daha da çok korkacağı garanti !), kendinizi ve çevrenizi beslenme konusunda bilinçlendirin.

24 Aralık 2014 Çarşamba

"Gone Girl" Kadınlar Korkunç Allahım !

   Seksist değilim ama "Kadınlar Korkunç Allahım" diye düşünerekten uykularımı kaçıran filmdir.
   Deyvitfinçer ilginç yönetmen "Yedi"yi çektiği kadar, zihin "Zodiac"ı da hatırlıyor deli gönül. Yani iyisi de olmuş, vasatı da. 
   İlk yarım saatin sonunda "hah ! dedim klasik holivut filmi", konu yavaştan sarınca iki buçuk saat esir olduk filmin başında. 
   Bir sabah karısının kaybolduğunu farkeden Nikdan, medyanın başrolde olduğu bir arama kumpanyasında (evet kumpanya) olayların içine sürüklenir. Olaylar gelişir.
   Evet gelişir de nasıl gelişir ? İşte sorun burada. Yönetmen ve senarist algınızı önce bir tarafa yöneltiyor (ki övünerek söyleyeyim : fakir yönelmedi (ilk sapmayı görebildi)), sonra diğer tarafa ki (evet bunu tahmin etmiştim), daha sonra başka bir mecraya akıtıyor olayı ve çok tartışma yaratacak şekilde pattadanak bitiriyor filmini (ki bence en güzel şekilde bitiyor.)    Her kadın ve her erkeğin farklı yorumlayabileceği bir filmdir karşımızdaki. Yorum, tamamen cinsinize ve fıtratınıza (ne işim olur fıtratla) yaratılış özelliklerinize bağlı olarak değişebilir. Yalnız, yansıtılan öyle bir femfatal ki, o kadar olur.
   Müzikler, oyunculuklar (boyunsuz Beneflektten de hiç hazzetmeme karşın), kurgu, senaryo gayet güzeldir. Rosamundpayk, tüylerürperticidir, beneflekt (ilaç ismi gibi) hafiften sığır olmasına rağmen mağduru iyi canlandırmıştır. Asıl korkunç olansa kızıcığımın/kuzucuğumun "Eymi gayet de haklıydı, netçede aldatıldı" demesidir. 
   Velhasıl, sizi husursuz edecek bir deneyime hazırsanız, çıkarımlar yapacak denli açıkyürekli bir eşiniz varsa tadından yenmez. Şiddet ve cinsellik sahneleri vardır, küçükleri yatırın. 


22 Aralık 2014 Pazartesi

"Sağım Solum Sobe" Attila İlhan'dan Tarih Meraklılarına.

   Elbette biliyorum kitabımızın bir tarih kitabı olmadığını. 
   Bilgi Yayınevi faydalı bir iş yapıp "Kaptan"ın Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan yazılarını toplayıp bir seri yaptı. İşte o serinin bir incisi de "Sağım Solum Sobe"dir. 
   Bayan Memnune'nin biricik oğlu Attila, 1977 ve 1979 yılları arasında gazetede döneminin çok ötesini de aydınlatabilecek yazılar kaleme almış, okura da bunları (zamanında okumadığından) iş bu matbuatta okumak kalmıştır. Yazılar, günün olaylarına da hitap etse de tespitler ve okura aktarılan bilgi ile yorumlar günümüzü de aydınlatmaktadır. Yazılanlar 35 yıl öncesinin güncelidir. Bu bağlamda, karşınıza SAVAK, İran Şahı, Sovyetler Birliği, soğuk savaş gibi günümüz gençliğine garip gelecek siyasi kavramlar çıkabilir. Bunlara aşina olmayanlar lugat ve gugıl karıştırarak, malumat dağarcıklarını şişirecekler, akbaşlı bilen tayfa ise bıyık altından gülümseyerek dönemin heyheylerini Kaptan'ın gözünden temaşa edecektir. 
   Yapılan okumanın okura ne gibi bir faydası olur ?
   Şöyle ki : aradan geçen 35 yılda dekor aynı kalmış ancak aktörler değişmiştir. Bu açıdan değerlendirildiğinde hem bilgilendirici hem de zihin çalıştırıcı bir kitaptır. Ülkelerin nerelerden nerelere geldiğini, üzerlerindeki hesapların zamanla nasıl evrildiğini, bu arada solun şifrelerini ve daha neler neleri iş bu kitabı okuyarak öğrenebilirsiniz.
   Öyle yolculukta, metroda okunacak kitap değildir. Ancak televizyon ve gürültülü kalabalıktan uzaksanız, kırmızı şarap ve kısık müzikle, okuma ışığı altında okunabilir. Dikkat ve yoğunlaşma gerektirdiğinden biraz zahmetlidir, eş zamanlı okunacak bir polisiyeyle güzel gider. Sadece; bilmenin endişesine varan kâriye önerilir (oha aforizma buldum !)

"Exodus, Gods and Kings" Tavşanın Suyunun Suyu

   Sadece benim izlediğim,aynı konuyu işleyen dört tane  film var. 
   IMDB'ye şöyle bir baktım. Abovv sırf Musa'ya atfedilen 131 öğe çıktı. 1923'de çevrilmişi , müzikali dahi var. Niye gittim ? Raydlisıkat hatırına. Bakalım dedim son yıllarda her ögeyi gerçeklik çerçevesine oturtma modası uğruna Bay Sıkat denizleri nasıl ikiye ayıracak ?
   Ve beklenen frekans gerçekleşiyor. Arkasına holivutun bütün görsel ve senaryosal trüklerini alan filmimiz, yönetmenin becerisiyle başlarda kendini izletmeyi başarsa da, senaryonun (yahut efsanenin, yahut dini kitapta yazılanların) hafsalayı zorlaması nedeniyle ortadan itibaren çözülmeye başlıyor. Hele de zalim Tanrının Mısırlıların çocuklarını öldürmesi ile gelen digemkarlık, izleyicide pik yapıyor. "Neyleyim böyle kıskanç ve zalim Tanrıyı" hissi bütün insancıllığıyla gelip bünyeye kuruluyor. 
   Raydlisıkat olsun, Krisçınbeyl olsun Coyilecırtın olsun ellerinden geleni yapmış (ha Seti'de Conturturo olmamış. O ayrı) . Bay Sıkat, denizlerin yarılmasını dahi mantıksal bir çerçeveye (bir yere kadar) oturtmuş, yanan çalıyı değil de sinirlikızgın bir yeniyetmeyi konuşturmuş, efektleri göze sokmadan vermeye çalışmış (ama yine olmamış), müzikler, kostümler, dekorlar güzel, savaş sahneleri sıkıcı, senaryo mantıksız; nihayetinde filmimiz iki buçuk saat çekilecek çile değildir. 
   Sadece Krisçınbeyl'in ilk yarıdaki ve ikinci yarıdaki değişimini izlemek için ve düğünde çalınan türkünün (ki kanımca Kardeş Türküler'dendir) şifresini çözmek için izlenilebilir. Yoksa vaktinizi ziyan etmeyin.

19 Aralık 2014 Cuma

"The Hobbit: The Battle of the Five Armies" Üçlemenin Son Halkası.

   Bir yıldır beklediğim, o 200 sayfalık kitaptan nasıl olup da üç saate yakın üç film çıkarttıklarını anlamaya çalıştığım üçlemenin son halkasını da dün gece (ayıptır söylemesi ekspendli bir salonda (ki bu sefer reklam eziyeti çektirmediler)) izledim.
   Beklenen frekans gerçekleşti. Güzel bir iki buçuk saat geçirdim. 
   Geçen bölüm çok havada bitmişti (hem mecazen, hem fiilen). Bu bölüm aksiyonun ortasında başlıyor. Ejderha Smaug (ki seslendiren Beneditkambırbeç Bey, CGI efektine karakter yüklemiştir) göl kasabasını yakar ve olaylar gelişir.
   Kısacık senaryodan iki buçuk saat film çekmenin en büyük handikapı : o iki buçuk saati izleyicinin ilgisini düşürmeden içini doldurabilmektir. Piitırceksın bu filmde bunu yapmayı bence güç bela başarabilmiştir. Orijinalinde olmayan bazı ayrıntıları filme eklemiş (Kili&Tauriel aşkı), kitapta oldukça kısa kesilen Azog&Thorin hesaplaşmasını görsellik ve sinematik dille daha iyi anlatmış, okurun gözünde canlandırdığı ve canlandıramadığı bir çok ögeyi görselliğe taşımış ve LOTR müptelalarını tatmin eder bir film yapmıştır.
   Başlangıçtaki sahneden sonra neredeyse tamamen Erebor dağı eteklerinde geçen filmi (ki tüm serideki en kısır yer seçimidir) bir final savaşıyla hareketlendirip, güzel de bir sona bağlamıştır. Ancak bu seriyi taa "Yüzük Kardeşliği"nden beri izliyorsanız, Bayan Ceksın'ın oğlu Piitır'ın klişelerine az buçuk aşinasınızdır (misal : savaşta melul melul ağlaşan kadınlar, çocuklar, yaşlılar. misal : ölmüş elf neferlerinin insanda yarattığı hüzün. misal : ters ninja teoremi. misaller uzar gider). Son halkada da bu klişelerden oldukça göreceksiniz. Muhtemelen ilk kez göreceğiniz bazı hoşluklar da olacaktır (misal : Tek kaşlı Tranduil'in geyiğinin boynuzlarına dizdiği orkların kafalarını traşlaması (ki ben bayıldım gülmekten). misal : Legolas'ın tüşen taşlara basarak zıplaması. misal : cücelerin tanka benzeyen binek tekeleri (evet ! bildiğiniz teke (ama zortlatanından))) (parantez rekorumu egale ettiğim için pek mahçubum şu an). 
   Görsellik (ki şiddetle tavsiye ederim xpand veya üç boyutlu izlemeyin, renkleri soluklaştırıyor, öyle fazla bir üç boyut efekti de (burnunuzun ucunda kılıçlardan hazzetmiyorsanız) yok), müzikler, kurgu, mutad üzre tadından yenmemektedir. Oyunculuklar ise : Gandalf, Legolas, Bilbo, Galadriel (ki o ne feminen karizmadır) beklenen frekanstadır ama Thorin'i kana cana büründüren Bay Riçırtarmigeyt filmin yıldızıdır kanımca. Karakter değişimi, müziklerin ve makyajın yardımı da olsa oyunculuk olmadan bu kadar mükemmel yansıtılamaz. Tauriel'i değerlendirmekten imtina ediyorum (botokslu cadde güzeli yüzüne üç ifadeden fazlasına yerleştiremeyen aktristin bu filmde işi ne ?).

   Bay Tolkien'in eserlerine aşina değilseniz, fantazyadan hazzetmiyorsanız, hoşlanmayabilirsiniz. Ancak bu satırları okuduğunuza göre öyle olmadığınızı varsayıyorum. O halde gidecek izleyeceksiniz. Daha önce de yazmış olduğum gibi Bay Ceksın'ın yarattığı orta dünya kimi dimağda öyle bir bağımlılık yapmıştır ki; ol dimağlara sahip insankişileri, "Shire'da Frodo'nun Sünnet Düğünü" diye bir film çekilse de, bilet alıp filme giderler (Misal : bendeniz fakir). 
   Velhasıl; meraklısı gider (hoşuna da gider), "elf ne yav" diyen takım (ki biz kendilerine genellikle Mohikan mı, Siu mu öyle bir yerli kabilesi gibi mahlas takıyoruzdur (evet bu anlamda elitistim)) yanına bile yaklaşmaz.

13 Aralık 2014 Cumartesi

"Hundraåringen som klev ut genom fönstret och försvann" Var Böyle Bir Film.

    Meali : "Yüz Yaşında Pencereden Atlayıp Kaybolan Adamın Hikayesi" dir. Elbette ki afişi düzenleyenler için kabus gibi bir film ismidir. 
   2009'da kitabı yazılmış, 2013'te de filmi çevrilmiş, bizim bundan haberimiz dahi olmamıştır. Fakir, İsveç'in kendine has donuk mizah anlayışına hep yakın durmuştur. Filmimiz ise izlerken beni benden almıştır. 
   İsveç malum : soğuk bir iklim, ikeavari mobilyalar, "taki"li falan ilginç bir dil, ağır yemekler, "Bron" dizisi, Ejderha Dövmeli Kız çağrıştırıyor. Bu coğrafyadan bu kesafette bir mizah çıkması hayrete şayandır. 
   İki kanallı olarak ilerleyen filmimiz, adeta modern bir Kandid olan Alankarlson'un bombastik geçmişi ve kuntastik bugününü konu almaktadır. Geçmişinde, Faşist General Franko, davariş Stalin, ABD Başkanı Truman, nükleerci Openhaymır, İsveç başbakanı ile kadeh tokuşturmuş, Aynştayn'ın kardeşi ile Gulaglarda çile çekmiş, ilkokul terk olmasına rağmen ilk nükleer bombanın icadına neden olan fikri bulmuş, Faşist General Franko'nun hayatını kurtarmış, davariş Stalin'in içkiden dolayı başının ağrımasına neden olmuş ve böyle böyle yüz yaşına gelmiştir.
   Bunlar yetmezmiş gibi bu yaştan sonra bir uyuşturucu trafiğinin ortasında kalakalır. Olaylar fantastikçesine kuntastikçesine gelişir.
   İsveç'in soğuk ormanlarında file binen Alankarlson'un hayatı boyunca peşini bırakmayan şansı, dişi denizkestanelerinin üzerine yapışıp duran ilginç nesneler misali hayatında peşine taktığı insanlar (ki hepsi de tecritliktir ve çok hoşturlar), insanın dikkatini bir an bile düşürmeyen akıcı tempo, aniden oluveren olaylar; sinefili tatmin eder. Sinefil olmayan izleyiciyi bile sıkmaz. Ülkemizde asla vizyona girmeyeceğinden, malum ortamlardan izlenmesi de vicdanı zedelemez. Evde ayaklarınızı uzatıp, patlamış mısır bira olur, tarçınlı elmayla kırmızı şarap olur, gazoz çiğdem olur : her türlü gider. 
   Komik bir şiddet içerdiğinden sabi sübyanla izlemesi önerilmez ama kafa arkadaş grubuyla tadından yenmez.

"Şibumi" Her zaman okunur.

   Hakkında ne kadar düşünürsem o kadar yazılacak kitaptır.
   İlk okuduğumda pek etkilenmiş, sonraki okumalarımda (ki çoğu ergenlik sonu, ilk gençlik ve gençlik yıllarıdır) bu etkilenmeler artmıştır. Zaman değişmiş, arakolpa da değişmiştir. Aradan geçen on küsur yıldan sonra en azından beşinciye bir kez daha okudum. Yoğun bir devrede okunmasına rağmen (Ankara-Barselona aralarında) mutad üzre bitmesi bir haftayı bulmamış, romanımız sular, seller gibi akmıştır.
   456 sayfalık kitabımız, iki kanallı olarak ilerliyor. Güncel zamanda gelişen bir olaya paralel olarak kitabın egosantrik kahramanı Nicholai Hel'in geçmişini de öğreniyoruz. 
   Bay Hel'de, tam kitap kahramanıdır ha ! Şanghay'da doğan Japonya'da büyüyen bir rus alman melezi olarak hem Avrupa'nın hem Doğu'nun inceliklerine vakıftır. Bağımsız bir suikastçı olarak geldiği günlere dek yoğun acılar çekmiştir. Amerika'ya köklü bir nefret duymaktadır. Ancak bu onlara iş yapmasına engel değildir. Sofistike zevklere ve kitapta açıklanmayan bir öldürme sanatına sahiptir (bu açıdan Hannibal Lecter'e benzerliği ilginçtir).  Kitabın sonlarına doğru iki kanalın birleşmesiyle romanımız tek düzlemde ilerler, ki bu ancak son sayfalarda gerçekleşir. Böylece sıkı bir açılış ve tanıtımla başlayan romanımız çarçabuk bir sonla nihayete erer. Yazarımız (ki hep mahlas kullanmakta ve esrarengiz bir kişiliğe sahipti) Trevanian, 1979'da yazdığı bu kitabının ardını getirmemiş ve 2005'de hayat defterini dürmüştür. Şibumi, o kadar tutulmuş ve satmıştır ki, uyanık ajanslar bir replika devam romanı (Satori) üretmişlerdir. Şimdi de utanmadan arlanmadan Satori'nin filmini çekmektedirler. 
   Neyse, gelelim romana. Romanda; bask halkı, mağaracılık, japon felsefesi, ulusların özellikleri, uluslararası ilişkiler gibi pek çok alt başlık vardır. Yazıldığı yıllar göz önünde bulundurulduğunda (1979 (internet yok, bilgisayar ilkel, cep telefonu yok, nereden baksanız teknolojik olarak günümüzden çok çok primitif bir dünya)) günümüzde dahi bu kadar sevilerek okunmasının bir hikmet-i mucibesi vardır. Fakirin; bir kitabın sevilerek okunma kriteri, korsan baskılarının mevcudiyetidir. Gidin korsancılara bakın bakalım "Kara Kitap" varmı, bir de "Şibumi"yi sorun. Alacağınız cevapları adım gibi biliyorum. (Buradan korsan aldığım gibi bir sonuç çıkarmayın lütfen. Tercihim hep ikinci el kitaptır, asla korsan değildir.)
    Yazarın diğer kitaplarında da sık sık karşımıza çıkan dağcılık, mağaracılık, bask coğrafyası gibi temalar düşünüldüğünde, Trevanian'ın hayatında bu ögelerin bulunduğunu düşünmek hata olmaz. 
   Kitap okuma tavsiyesi isteyen körpe bibliyofillere hep tavsiyemdir. Kendi adıma da okumalardan tıkandığım zaman hep cankurtaran bir okuma kanalları açıcıdır. Son resimden sonra son okumamda altını çizdiğim yerlerden bazılarını da yazacağım ki, bu satırları okuyan meraklı bibliyofilin, kitap hakkında küçücük bir fikri olsun.

   Romanda en sevdiğim karakterlerden biri Benat Le Cagot'dan ilginç bir hayat görüşü :
   "Ben çok seyahat ettim, dünyayı avucumun içinde çevirdim ve bir şeyi iyice anladım. İnsanı en mutlu eden şey, ihtiyaçlarıyla varlıkları arasında bir denge bulunmasıdır. Bütün sorun bu dengenin nasıl sağlanacağı. İnsan bunu belki varlıklarını yükseltip ihtiyaçlarının düzeyine çıkararak yapabilir. Ama bu budalalık olur. Bunu yapmak, arada bir sürü doğa dışı şeyler yapmayı gerektirir. Pazarlık etmek gibi, çalışmak gibi, çabalamak gibi. Öyleyse ? Öyleyse akıllı bir adam dengeyi, ihtiyaçlarını azaltarak, yani onları varlıklarının düzeyine indirerek sağlar. Bunu yapmanın da en iyi yolu, bedava olan şeylerin değerini bilmektir. Dağların, kahkahanın, şiirin, bir dostun verdiği şarabın, yaşlı ve şişman kadınların. Bakın bana ! Ben elimdekilerle mutlu olmayı çok iyi bilen biriyim. Bütün mesele elimdekileri yeteri kadar çoğaltmak."

Japon estetiğinde önemli bir yeri olan kiraz ağacı çiçekleri hakkında işgal Japonya'sında 
"Acaba... acaba Amerikalılar bunları meyve vermiyor diye keserler mi ? Hemde iyi niyetle."

   Kitaptaki en şikemperver karakter Bay De Lhandes'ten insanlararası ilişkilere değişik bir yorum : Nicholai Hel'e hitaben.
   "Senin hayatında ben, çok küçük role sahip biriyim. Sen de benimkinde öylesin. Birbirimizi yirmi yılı aşkın süredir tanıyoruz ama iş ilişkilerini çıkarırsan -ki her zaman çıkarmak gereklidir- aramızdaki yakın ve içten sohbetlerin toplamı belki on iki saat ancak tutar. Birbirimizin zihnini ve kalbini yokladığımız saatler demek istiyorum. Yani seni tanıyışım yarım günden ibaret Nicholai. Bu da hiç fena sayılmaz. Nice yakın dostlar ve evli çiftler (biliyorsun ikisi de her zaman aynı anlama gelmez) bu kadar da tanımamışlardır birbirini - hem de ömür boyu sürmüş, tatsızlıklar, kavgalar ve tartışmalara rağmen."

"Öğütler ancak öğüt verene yararlıdır. o da vicdanındaki yükü hafiflettiği için. Sen de eninde sonunda kaderinde yazılı olanları  ve yetiştirilişinin seni sürüklediği hareketleri yapacaksın. Öğütlerimin senin hayatın üzerinde yaratacağı etki, suya düşen kiraz çiçeğinin nehrin akışı üzerinde yaptığı etkiden fazla olmayacak."

"Olayları boşa harcamazsan tecrübe kazanabilirsin. Bazı el sanatçıları yirmi yıllık tecrübeleriyle övünürler. Oysa aslında bir yıllık tecrübeyi yirmi kere geçirmişlerdir. Sen bu hataya düşme. Senden büyüklerin tecrübe avantajına da kızma. Unutma ki onlar bu tecrübeyi kazanmak için karşılığını hayat keselerinden ödemişlerdir. Yeniden doldurulamayacak bir keseden. Otake-san hafifçe gülümsedi. "Sonra yaşlıların tecrübelerinden mutlaka yararlanmak isteyeceklerini de hatırından çıkarma. Ne de olsa ellerinde ondan başka bir şey kalmamıştır artık."

   "En önemlisi de Amerikalıların tümü tüccardı. Amerikan ruhunun, yankee dehasının çekirdeğini oluşturan şey alıp satmaktı. Demokratik ideolojilerini durmadan satıyor, koruyucu füze silahlarıyla ilgili anlaşmaları ve ekonomik baskılarla bu satışı destekliyorlardı. Savaşları, anıtsal büyüklükteki üretimleri için egzersiz sayılmaktaydı. Eğitimleri, kilowatt saati şu kadardan satılır havasındaydı. Hükümetleri bir dizi sosyal anlaşmadan oluşuyordu. Evlilikleri duygusal bir iş antlaşmasıydı. Taraflardan biri taahhüt ettiği hizmetler yerine getirmeyince, anlaşma kolayca yürürlükten kalkıyordu. Namus demek, onların indinde dürüst ticaret yapmak demekti. Sandıkları gibi sınıfsız bir kitle olmadıklarına göre, aslında demek tek sınıftan oluşan bir kitleydiler : Bezirgan sınıfından. Seçkinler, zenginlerdi. İşçilerle, çiftçiler, orta sınıfın parasal merdiveninde inip çıkan, tırmanmaya çalışan kusurlular grubunun , başarısızlar ve proletaryasındaki değer ölçüleri de, tıpkı şirket yöneticilerinin ve sigorta prodüktörlerinin değer ölçülerinin aynıydı. Tek farkı, bunlarınkinin daha küçük rakamlarla ifade edilmesiydi. Yat yerine deniz motoru, golf kulübü yerine bowling kulübü, Monte Carlo yerine Atlantic City gibilerden."

   "En iyimser günlerinde Amerikalılara çocuk gözüyle bakardı. Enerjik, meraklı, saf, iyi yürekli, kötü yetiştirilmiş çocuklardı bunlar. Bu açıdan bakıldığında Amerikalılarla Ruslar arasında pek az fark vardı. Her ikisi de dışa dönük, harekete önem veren, fiziksel uluslardı. Maddi varlıklara ilgi duyan, güzellik karşısında şaşalayan, kendi ideolojilerinin en iyisi olduğuna inanan, olgunluktan uzak, kavgacı ve çok tehlikeli insanlar. Evet, tehlikeli ! Çünkü ellerindeki oyuncaklar uygarlığı yok edebilecek nükleer silahlardı. Asıl tehlike, kötü niyetli olmalarından çok, bir hata yapabilmelerinde yatıyordu. Dünyayı mahvedecek olanın Machiavelli değil de Sancho Panza olabileceğini anlamak garip bir duyguydu doğrusu."

   "Hel ise, tecrübelerinden ötürü korkaklardan haklı olarak çekinirdi. Korkaklar her zaman için cesur insanlardan daha tehlikeli olurlardı. Bir kere sayıları daha fazlaydı. Sonra arkadan vururlardı. Vurdukları zaman da kötü vururlardı. Çünkü sağ kalırsanız öç alacağınızdan korkarlardı."

   "Beni sıkan Amerikalılar değil, Amerikanizm. Sanayi ötesi dünyanın kötü bir hastalığı bu. Sırasıyla bütün merkantilist ülkelere de bulaşacağı ortada. Buna Amerikacılık denilmesinin tek nedeni, hastalığın en ileri halinin senin ülkende görülmesinden. Tıpkı İspanyol nezlesi falan gibi. Belirtileri ise önce iş ahlakının yok olması, sonra iç değerlerin azalması, sürekli dışarıdan eğelnce bekler duruma gelinmesi, bunun peşinden de ruhsal çürüme ve manevi uyuşma. Hastalığa yakalananı tanımak için en iyi işaret, o insanın durmadan kendisiyle ilişki kurabilmeye gösterdiği çabadır. Kendi ruhsal zayıflığının ilginç psikolojik bir durum olduğuna inanır. Sorumluluktan kaçmasını, yeni deneylere hazır oluşuna yorumlar. Hastalık ilerledikçe kişi, insan uğraşları içinde en önemsiz olanını aramaya, onun peşinden koşmaya başlar : eğlencenin. Ama iş yemeğe gelince, Amerikalıların hiç değilse bu konuda herkesi geride bıraktığını kuşku yoktur; abur cubur. Bu da biraz sembolik galiba."

11 Aralık 2014 Perşembe

"My Life as a Dog" Çocuklar Korkunç Allahım !...

   
   Bazı eleştirilerde "boş film" demişler. Olsun. Benim için güzeldi.
   Lesihalstrom'un üslubunu oturtmaya çalıştığı filmlerdendir.
   "Ingemar, kopil olduğu kadar içli bir çocuktur, annesi verem olur."
   Konu budur.
   101 dakikalık bu kordelada, kurşun atılmıyor, şiddet, esrarengiz olaylar, gerçeküstü ögeler, efektler yok. Küçük bir çocuğun hayatının bir bölümüne şahit oluyoruz. İtiraf edeyim ki, annesiyle beraber yaşadıklarından sonra dayısının yanında yaşadıkları "film" olurmuş (ve de olmuş). 
   Devamlı olarak patetik (ne işim olur patetikle) şaşılacak tuhaflıktaki acınası ölümlerden örnekler veren ve kendi talihine inceden acıyan Ingemar, çareyi kendini bir çok şeyden uzaklaştırmakta bulur. Bunu; izleyeni kimi zaman gıcık (nedir o bardaktan süt içememeler !) eden, kimi zaman da gülümseten (çıplak modeli görebilmek için çatı penceresinden düşmeler, pipisine şişe sıkıştırmalar) fırlamalıklarla yapar. Ancak hisli sinefil (az da olsa var böyleleri) tüm bu kopilliklerin ardında şahane bir hüznün yattığını (arada anne ile birlikte geçirilen deniz kıyısı görüntülerinden) şıpınişi anlayacaktır.
    Eksende dram kalsa da, yan ögeler o denli kuvvetli ki filmimize dram diyemiyoruz. Gerçekte karşımıza çıkabilecek (misal devamlı çatıyı onaran Sandberg) uç karakterler, 11 yaşındaki bir çocuğun cinsellikle, ölümle, terkedilmişlikle, arkadaşlıkla yüzleşmesi, verdiği tepkiler ve başetme-kaçma yöntemleri (Dayısı kendisini yaşlı komşunun yanına gönderince (tıpkı kendi köpeğinin barınağa gönderilmesi gibi) köpek taklidine abanması) pek de güzel anlatılmış.
   Durağan filmleri seven izleyici hiç izlemesin. Ama fakir gibi hayatın içinden abartısız öyküleri (misal "About Schmidt") sevenler, bulup izlesinler. Filmimizin 29 yaşında olması ve daha önceki bir zamanda geçmesi sizi korkutmasın. Yaşattığı duygular asla eskimiyor.
   Filmden aklımda kalan tek söz de "Hayat kalanlar için çok daha zor." oldu.

29 Kasım 2014 Cumartesi

"Attila Marcel" Biberli Sütlaç.

    Sütlaç yermiş gibi olurkene gözünüze acı açılar gelir.
   Silvenkome, naif (ve fakat okkalı) animasyonlardan sonra çektiği ilk uzun metrajda, görseli feci halde Vesendırsın'ı çağrıştıran ve fakat üslupta her ne kadar benzese de içerikte bir o kadar farklı bir işe imza atmış (Allaam nebçim cümle bu !).
   Pol, hayatını iki egzantrik, aşırı korumacı, übergizlifaşist teyzesiyle geçiren otuzüç yaşında bir genç irisidir. Feci halde Frodo Begins'e benzemesi, onu iki yaşından beri konuşmamasına engel olmaz. Nedir : Pol'cük iki yaşında Anacığını ve Babacığını gözlerinin önünde kaybettiğinden o yaşa sabitlenmiştir.
   Konu hakkında daha fazla çürüntü (spoiler'in şu anda bulduğum karşılıktır) vermeyeceğim. Ancak :
   İnsanın geçmişiyle hesaplaşmasının ne denli önemli olduğunu,
   Geçmişlerimizin geleceğini şekillendirmedeki yerini,
   Toplumdaki ayrıkotlarının (ki Madam Prost'a selam olsundur), hayatımıza nasıl da gökkuşağı için güneş rolü oynadıklarını,
   Yaşlı, hasta bir ağaç için verilen mücadeleyi (ki izleyen herkesin aklına aynı şeyler gelmiştir sanırım),
   Sanat Yönetmenliği denilen işin önemini daha iyi anlamayı,
   Şu anda aklıma gelmeyen ve izlerken "bunu muhakkak yazmalıyım" dediğim onlarca ayrıntıyı (ki bunun başlıca nedeni : filmimizin katmanlardan oluşması, en üstte görsel bir neşe olmasına rağmen, foya sıyrılınca alttan hüzün, daha alttan mutluluk, daha altında bilmenin getirdiği coşku sonra yine hüzün ve nihayetinde yine yakalanan mutluluk olmasıdır),
   görmek için izlemek gerek.
   1 Ağustos'da ülkemde vizyona girmiş olmasına rağmen gişe yapmayan filmdir. Güzel ve yalnız ülkemizin sanat düşkünü vizyon film severlerin tercihine terstir. Şiddet, entrika, aksiyon, cinayet, kabalık, intikam yoktur; "şiddet şiddeti bitirmez, uzatır." tarzda incelikler barındıran diyaloglar, dantelanglez gibi işlenmiş karakterler, tablo gibi sekanslar, şükela bir müzik, iyi oyunculuklar, sıkmayan bir kurgu, akıllıca oluşturulmuş senaryo vardır. Hülasa gişe yapmaz.
   Mevsimi geçiyor ama güzel kırmızı üzüm hala var. Salkımlarından koparıp, kurutarak soğutun, açın şarabınızı biraz hava alsın. Doldurun piyaleye, kapatın telefonları, "Attila Marcel"i izleyin. Badeyle beraber film de bitince, olmuşsunuz demektir.

26 Kasım 2014 Çarşamba

"Ayçöreği ve Denizyıldızı" Suna Yakın'dan Bayrak Metaforu.

   Sunay Bey hep bildiğiniz gibi.
   Son yıllarda okuduğum en korkunç kitabı bitiremedim (pek yakında bu güncede). Okuduklarım uykumu kaçırmaya başlayınca dedim "bir "ara okuma" kitabı bitireyim de aklım başıma gelsin.". Başladık Sunay Bey'in bayrak metaforlu kitabına, yatmadan evvel yapılan yarım saatlik dört okuma ile sonunu getirdik (aklım başıma geldi mi ? hayır ! çünkü arada Interstellar'ı izledim, beyin yine mavi ekran verdi).
   Yazarın üslubuna aşinaysanız ve daha önceki kitaplarını okuduysanız, biraz bıkkınlık verebilir. Nedir : ardarda gelen bilgi bombardımanı zihinde bir süre sonra lakaytlık yaratır ve bilgileri kaydetmekten ziyade yazının akışına yoğunlaşırız. 
    Seçilen konuların yelpazesi, kallavi bir endülüs yelpazesini kıskandıracak çeşitliliktedir. Osmanlı tarihi de vardır, ecnebi tarihi de, şiirler, şarkılar, dedikodular, kıskançlıklar, hoşluklar, acılar, kahkahalar, tutuklamalar, yalanlar, dolanlar, gerçekler, hurafeler, siyam ikizleri, şairler, ressamlar, ilk kadın heykeltraşımız, cadıların uçan süpürgeleri (ki bu bölüm sabi sübyana okutulmamalıdır) ve daha neler.
   Gündemden, yaşananlardan, hayhuydan fenafillah olanlar usturuplu okuma ararlarsa, ne duruyorlar efenim. İşte de huzurunuzda, gözlerinizin, zihninizin emrinde "Ayçöreği ve Denizyıldızı". Her türlü anksiyeteye şıpınişi çözüm. Pırıl pırıl olmak isteyenlere. 
   Bazı yazılar zülf-ü yare dokunur niteliktedir ama. Son yazıdan bir kuplecik : "Güneş ışığının kendisini yok edeceğini çok iyi bilen vampir, bütün pencereleri siyah perdelerle kapatmak istiyor." Burada elbette seyrek bıyıklı, sinirli şahsiyetlerin üzerlerine alınmaması gerektir.

"Interstellar" Nolan'dan İnce Kılçık.

   Pek merak etmeme rağmen ancak dün izledim.
   Genel izlenimi merak ediyordum da ondan. 
   Fakir; genelde genel izlenimin dışında çıkarımlar yapmayı sevdiğinden (yahut serde snopluk olabileceğinden (ki en hazzetmediğim haslettir)) herkesin gördüklerinden farklı şeyler idrak etmeyi tercih eder.
   Nolan'ın üslubu malum. Adam; çizgiroman karakterini dahi sahici bir çerçeveye oturtmayı başarabiliyor (Bkz.Batman serileri). Adam; rüyaların dünyasında yaşananlarla ilgili farklı çıkarımların olabileceği konusunda kemikli kılçıklar atabiliyor (Bkz.Inception). Adam, sinemaya farklı bir dil, görülmemiş bir kurgu getirebiliyor (Bkz.Memento).
   Bu film, diğerlerinden daha farklı bir kulvarda.
   Üç saatlik kordelada pek fazla bir görsel efekt yoktur. Bilimkurgunun tam göbeğinde durmasına rağmen böyle ucuzluklar peşinde olmaması, ziyadesiyle takdire şayandır. Yalnız son bir saate kadar robot olarak gösterdikleri yanyana  durmuş üç çubuğa bir türlü alışamadım (ama son bir saate kadar). Asla ucuz bir bilimkurgu (holivut işi bilimkurgu) usulü çerçeve kullanılmamıştır (Bkz. Guardians of Galaxy). Sadece karadelik ve wormhole görüntüleri ile ses efektleri bile holivut bilimkurgularını ıslak meşe odunuyla döver kesafettedir. 
    Metyuvmekkanigi, herşeyin farkında ama bir şey yapamayan, kızına aşık pilot babayı güzel oynamış. Enhetevey'in pek bir numarasını göremedim. Maykılkeyn, Canlitgov, Metdeymın, Kesieflekt her zamanki gibi. Müzik ve ses efekti kullanımı çok ekonomik ve çok akıllıca. Bir kere daha yazıyorum : karadelik ve wormhole görüntüleri için dahi IMAX'de izlenmesini öneririm. Asimov, Hawking okumuş adamı uçurur.
   Başlangıç ve gelişme bölümlerinde beklenen frekans gerçekleşmiş, izleyici sona dair yorumları zihninde şekillendirmeye başlamıştır. Ancak son yarım saatte Nolan biraderler, yarattıkları imgelemin izleyiciyi şallak mallak etmesini sağlamaktadır. Nedir : dün gece izlediğim film hakkında ancak bir gece uyuyup zihnimin yatışmasını bekledikten sonra bir şeyler yazabiliyorum. Çıkarımlara gelecek olursak :
   GİRİŞ VE GELİŞME :
  • Gelecekte bir şeyler olacak, pek iyi şeyler olmayacak, olacakların sorumlusu bizler olacağız.
  • Ordular, sınırlar kalmayacak ama bu zaruretten olacak.
  • İşte bu ahval ve şerait içinde dahi insan ırkını kurtaranlar Amerikalılar olacak.
  • Evrende yalnızız.
  • Bildiğimiz boyutların ötesinde boyutlar var. Bunlardan biri de sevgi boyutu. (bu iyice feysbuk özdeyişine bağladı)
  • Teknoloji ve yapay zeka o kadar da kötü değil.
  • Poltergeist bilimsel bir şey.
  • Yaşayakalma içgüdüsü bazen tüm insan ırkının kurtuluşuna mani olsa da, insanoğlu bu konuda ölümcül yalanlar söyleyebiliyor (Bkz.filmdeki Dr.Mann).
  • Maykılkeyn'in 24 yıl yaşlanma efekti olarak bir tek tekerlekli sandalye kullanılabilir. (aynen öyle olmuş)
  • Kimi zaman kitleleri uyutmak adına bilimsel uyutucu yalanlar söylenebilir, mübahtır.
SONUÇ :
  • Mal da yalan, mülk de yalan.
  • Kader, Gelecek, Tanrı; bunlar hep bizim şekillendirdiğimiz kavramlar.
  • Her şeyin bir nedeni var.
  • Büyük bir çölün ortasında küçücük kum taneleriyiz ve bunların her biri olması gereken yerde.
  • Bir babanın kızına duyduğu sevgi, insanlığı kurtarabilir.
   Kuantum mekaniği ve uzay zaman tekilliği ilginizi çekmiyorsa, bilimkurguya aşina değilseniz, mütedeyyin bir kişiyseniz; bu bombastik filmi izlemek sizi bayar. İlk iki saatten sonra gözkapaklarınıza yenik düşebilirsiniz. Ancak bu özelliklerden birini dahi taşıyorsanız, beyninize kıvılcımlar çıkartacak bu geleceğin klasiğini kaçırmayın derim.


24 Kasım 2014 Pazartesi

"The Salvation" Danimarka'lı Western.

   Şu ahir ömrümde izlediğim ilk Danimarkalı westerndir.
   "Du bakalım nolecek ?" diyerek ekran başına geçmemizle, ilk onbeş dakikadan itibaren koltuğa yapışmamız farz oldu. Danimarkalı yönetmen Bay Levring, sekiz yıl aradan sonra çektiği ilk filmle; western türünün tüm klişelerini kullanarak, sinefile bir buçuk saatlik hoş bir seyir vaadetmektedir.
Evagriin
   Bir şekilde vahşi batıya eklemlenen Danimarkalı bir ailenin dramıyla harmanlanan senaryo, başlardan itibaren tipik bir intikamlı western filmine dönüşmekte, sonraki adımların neler olacağını az çok (haydi tamamen diyelim) tahmin etsek de, kötülerin nasıl öleceğini izlemek için bir 92 dakikayı harc-ı alem etmekteyiz. 
Şarlotrempling
   Elbette ki filmimizin en önemli kozu, Medsmikelsen'dir. Bay Mikelsen; karikatüre dönüşebilecek kadar klişeler barındıran protagonisti, kâh aşık olduğu kadına olan hayran bakışlarıyla, kâh kardeşinin ölümünü idrak ettiği anda yaşadığı katatoniyle (ki yönetmen burada tüm sesleri durdurarak güzel bir alkışı haketmiştir) vesair oyunculuk gösterileriyle; ete kemiğe büründürmekte, filmimizi daha bir izlenesi hale getirmektedir. Evagriin ise tek kelime etmediği rolünde deli deli bakmadığı zaman feci halde Şarlotrempling'e benzemektedir.    
   İlk yarıdan itibaren eksenini hafiften kaydıran (intikamdan, komploya) senaryo, sonlara doğru artan şiddetin etkisiyle izlenebilirliğini sürdürerek izleyiciyi sıkmamaktadır. Filmimizin pek bir mesaj kaygısı yoktur. Baskın otoritenin işlediği bariz suçların toplum tarafından nasıl içselleştirildiği, toplumun yönetici kitlesinin nasıl baskın otoritenin suçlarına müdahil olduğu gibi alt mesajlar ancak dikkatli ve politik yönden uyanık sinefilin dikkatini celbedecektir. Kovboy filmi izlemek isteyen düz sinefilin ise bundan haberi bile olmayacaktır.
   Hülasa; akşamları kafa boşaltmak isteyen mısırını patlatır, çocukları yatırır (şiddet ve kan vardır), oturur izler. Kaçırırsa da üzülmez. Böyle yani...



20 Kasım 2014 Perşembe

"A Walk Among the Tombstones" Scudder'ı İzleme ve Okuma Rehberi.

 
   On küsur yıldır beklediğim filmdir. Lawrence Block'un Scudder karakterini naçizane tanıtmıştım evvelki entarilerde. Nihayet filmi de gösterime girdi, dün izledim.
   Beklenen frekans gerçekleşmiş. Filmimiz, romandaki havayı pek az yakalamıştır. 
   Laymniisın başrole eğreti durmuş, romanda ciddi olarak gözünüzde kurduğunuz atmosfer filmde olmamış, zihninizde oluşturduğunuz kast hiç de zihninizdeki gibi kurulmamış, karakterler derinleşmemiş, senaryo ve kurgu aksamış (üstelik romanın ciddi olarak dışında kalmak pahasına), arakolpa da edebiyattan (polisiyeyi edebiyat sayarsanız (ki ben sayıyorum)) sinema yapma tehlikesini bir kez daha idrak etmiştir. 
   Nedir : herkesin muhayyilesi kendinedir. Benim oluşturduğum filmde Scudder'ı Cefbiricis oynar, çiğ renkler değil gri filtre kullanılır, diyaloglar daha sert olur, kurgu da yaş üzüm rakısı gibi ipek şeklinde akardı. Neyse, buna da şükür.
   Romanını okumayanlar, polisiye izlemeye hallenenler hayal kırıklığına uğrarlar. Polisiye için fazla ağır, dram içinse fazla hafif bir filmdir. Ancak romanına iptila olanlar (ki öyle olan yegane kişiyi sadece aynaya baktığımda görüyorumdur) , hayalkırıklığına uğramak pahasına olsa da izleyeceklerdir. 

"Ankara Türk Dünyası Müzik Topluluğu" Ankaralılar Lütfen İlgisiz Kalmasın.


   Nasıl hicap duyuyorum bilemezsiniz !
   Hasbelkader iki yılı aşkın süredir Ankara'da yaşıyorum. Kısmetse Foça'ya döndüğümde özleyeceğim nadir keyifli anlardır, Ankara Türk Dünyası Müzik Topluluğunun konserleri.
   Bir topluluk düşünün ki, Türkçe konuşulan tüm coğrafyalardan geleneksel repertuvarı derleyip her ay ücretsiz konserler versin. 
   Bir topluluk düşünün ki müzik dağarcığında medeniyetin beşiğinde yatan külli ezgiler (hem de kadim olanlarından) bulunsun. Derledikleri tüm ezgileri şahane bir disiplinle, kulağa en hoş gelen şekliyle icra etsin. Topluluğun tüm sazende ve hanendeleri, başta şefleri olmak üzere izleyiciye müzikal anlamda unutulmaz anlar yaşatsın. Üstelik ayda bir kez olmak üzere ücretsiz (ÜCRETSİZ) olarak, herkese açık olarak konser versin. 
   Hicaba gelirsek.
   Bu mümtaz topluluk, konserlerini (şimdilerde nedense kapanan) Operet Sahnesinde verirdi (Resim Heykel Müzesinin içindeki şükela yaldızlı salon). Salonun koltuk kapasitesi pek azdı. Kimi konserlerde koridora sandalyeler falan konulurdu. Şimdi konser yerleri değişti. Gençlik Parkı Kültür Merkezinde konser veriyorlar. Oranın koltuk sayısı fazla. Bu akşam salonun sadece yarısı doluydu (balkona bakmaya içim elvermedi). Seyircinin azlığına rağmen, topluluk Kerkük'ten Kırım'a, Prizren'den Uyguristan'a, Gagauzya'dan Tiva'ya çok değişik coğrafyalardan ezgileri mükemmel icra etti. Fakir; Baba tarafından Kosovalı, Ana tarafından Çerkes olduğundan her coğrafyanın ezgilerinde duble mest oldu. Ama konserin sonlarına doğru dolan salon, finalde Tiva'dan "Turan Yurt" destanından bir türküyle iyice coştu. 
   Konserlere davet ettiğim ve icabet ettikçe bu gecelerin müptelası olan Türkmenistan'lı bir arkadaşım "Kuşt Depti" türküsünün Türkmenistan'da bile bu kadar güzel söylenmediğini söyledi. Herhalde diğer coğrafyalar için de aynı hassasiyeti gösteriyorlardır. Benim hayret ettiğim : Azerbaycan'dan seslendirilen bir türküden sonra aniden Kerkük ağzına yaptıkları inanılmaz geçiştir. Bu geçişler kolay geçişler değil. 
   Işık, ses, kostümler, solistler, danslar, repertuvar, sesler ve sazlar için söyleyecek hiç bir şey yok. Şehirde yaşayıp da bu nimetlerden faydalanmayanları, müzikten, kültürden imtina edenleri anlamıyorum. Aynı saatlerde tıklım tıklım olan AVM'lerde dolaşan kuru kalabalıkların vitrinlerde alamadığı metalara bakıp, bu faaliyetlerden uzak durmasını anlayamıyorum. Topluluktaki insanların gözlerindeki ışığı, yaptıklarından duyduğu gururu paylaşmayanları hor görüyorum. Ve bu topluluk adına, katılımın sefaleti yüzünden aşırı derecede hicap duyuyorum.
    Topluluğun sonraki konseri 19 Aralık 2014 Perşembe akşamı 20.00'da Gençlik Parkı Kültür Merkezinde. Metro istasyonundan beş dakikalık yürüme mesafesinde. Kaçıracaklar ve kaçıranlar utansın.
Bu ezginin, herhangi bir siyasi partinin (ki temellerini etnik değil dinsel temele oturtan bir siyasi partinin) tematik ezgisi olmasından da hicap duyuyorum.

16 Kasım 2014 Pazar

"Caramel" Ağdalı Kadın Filmi.

     Almodovar Lübnanlı olsaydı çekecek olduğu filmdir.
   Oysa Nadine Labaki; yazmış, yönetmiş üstelik şükela şekilde oynamış.
   Lübnan'da geçmesini gözardı edebilirsiniz. Arkaplan her ne kadar farklıysa da yaşanılanlar bir o kadar tanıdık. 
   Kordelamızın türüne ise "kadın filmidir" desek hiç karnımız ağrımaz. 
   Beyrut'da güzellik salonu işleten üç kadının hayatlarını izliyoruz. "Karamel" ise bildiğiniz ağda. Klasik tarzda hazırlanan ağdanın hazır olmasının ardından tadına bakılması, kadınların kendi aralarındaki ilişkiler, hayata karşı duruşları, toplum kurallarının getirdiği kısıtlamaları nasıl hallettikleri, arkadaşları, sevgilileri, aileleri, sırları, yalanları, aşkları, inatçılıkları, saplantıları ve daha neler.
   Senaryonun belirli bir omurgası yok. Ya da omurga demeyelim de, kılçığı mevcut. Eksende Layale'nin yasak aşkı, çevrede ise yaşananlar var. İşte bu zaman diliminde; Beyrut'daki yaşamlardan kendimize ve çevremizdeki kadınlara uyarlayabileceğimiz onlarca duygu pıtırcığı bulmak mümkün.
   Filmin müziklerine ayrı bir parantez açmak farzdır. Coğrafyanın ve kültürün yakınlığından olsa gerek, filmdeki (ki hepsi Halit Muzannar'ındır) müzikler aklınızdan çıkmayacak. Özellikle sonlara doğru "Mreyte Ya Mreyte" (bir de çevirisini okudunuğunuzda) nasıl içine dokunur insanın anlatamam. Müziklerin yapan kişinin filmden sonra Bayan Labaki ile evlenmesi de iyiymiş. 
   Görüntü yönetimi için de bir parantez şarttır. Çok özenli bir renk seçimi, filmi nerelere götürüyor bilseniz. (bu parantez kısa oldu)
   Kendi açımdan özellikle dikiş makinesi başında geçen sahnelerde salya sümük olduğumu itiraf etmeliyim (hep Anacığım düştü aklıma). Kadınların ve kadınları anlamaya hallenen erkeklerin izlemesi çok iyi olur. Androjen sinefiller ise kaçırmasınlar efem.


10 Kasım 2014 Pazartesi

"Dracula Untold" Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

    Yönetmen ve senarist tarihsel gerçekleri kendilerine göre yorumlamakta tamamen özgürdür. Misal : "Şaerefsiz Kopuklar"da Tarantillo; Hitler ve avenesini şükela bir şekilde Musevilere katlettirip izleyiciye sinematik bir orgazm yaşatmakta herhangi bir beis görmeyebilir. II.Dünya Savaşını azıcık bilen sinefil dahi bu kuntastik sahneyi müstehzi de olsa gülümseyerek temaşa edebilir. Yönetmen bey öyle arzu etmiştir, film öyle çekilmiştir. Bütün olarak değerlendirildiğinde filmin bu kadar tarihsel fantazyayı barındıracağı zaten bellidir. Bu saptırma fakirin gözüne batmamaktadır.
   Lakin Vlad Tepes'in hikayesi bir türlü içime sinmemektedir. Osmanofil değilim. Irkçılık ve faşizmle hiç işim olmaz. Hayatımı şekillendirebilecek herhangi bir aidiyete hiç bir yakınlığım yok. Mütevazı olarak tarihle ve sinemayla ilgileniyorum. Filmimiz bana fena halde şekilci propagandacı geldi. 
Sentineller Sion'a saldırmıyor.
   Nereden bakarsanız vasat altı bir holivut kordelasıdır. Göze fena halde batan CGI efektleri, olmazsa olmaz güç/aile ikilemi, herhangi bir şekilde derinlemesine işlenmemiş üstünkörü karakterler (yan karakterleri bırak, ana karakterler bile sığ kalmış) tarihsel saptırmaları daha da çekilmez hale getirmektedir. Bir de matrix'ten araklanan dövüş sahneleri, sentinel benzeri yarasa sürüleri, LOTR'den intihal edilen savaş efektleri falan, eşşeğin mahrem yerlerine su kaçırmaktadır.
Bu şekil bir II.Mehmet !
   Benim bildiğim büyük bütçeli yapımların sanat yönetmeni olur. Bizdeki dizilerde bile var. Bunlar, çevresel faktörleri, aksesuarları, kostümleri, dekorları, aksanları falan olayın geçtiği mekana zamana adapte ederler. Bu filmde sanat yönetmenine boşuna para verilmiş. Osmanlı'da yeniçeri dediğimiz asker grubu hakkında hiç bir araştırma yapılmadan vermişler kostümü olmuş klabır tarzı yeniçeri subaşısı, Osmanlı Padişahları hiç araştırılmadan vermişler çakma Kenan Doğulu'yu II.Mehmet olarak kasta. Gerçekte Vlad Tepes'in kafasının yollandığı II.Mehmet'i de Vlad Tepes vakumla kurutarak finalde tüyü dikmektedir (deyimin etimolojisini merak edenler bağlantıyı tıklayıp, yazının sonunu okuyabilir). Bu arada İMDB'de filmimizin Türkçesi olarak "Tarihdeki Yalanlar" yazıyor. Gerçek mi bilemedim ama pek komik. Hem anlamı, hem de "tarihdeki" ne demek yav. Onu bari doğru dürüst ("tarihteki") yapın kardişim. Filmi izledikçe Ülkü Tamer'in (şiirseverlerin pek bir sevdiği, benim ise her zaman garip hislerle andığım) meşhur şiiri geliyor aklıma. Sevap pointlerimin yükselmesi adına onu da alta yazıyorum.
   Neticede; tarihin bu kadar ters yüz edildiği yapım olarak "The Life of Brian"ı biliyorum ama kendileri über absürd bir yapım olduğundan (ki monti piton'a selam olsundur), bu tersyüzlük dikkate alınmamaktadır. Bu filmdeki tersyüzlük ise bayağı ciddi ciddi verilmekte, bu da sinirlerimi ciddi olarak bozmaktadır. Yine de akşam yapılacak herhangi bir şeyiniz yoksa sörvayvır izleyeceğinize (hala sürüyor mu o ?) bunu izleyip sinirlerinizi daha az bozabilirsiniz.

KONUŞMA 

- aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci ?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

İyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
- çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.

Ülkü Tamer