29 Temmuz 2024 Pazartesi

"Dijital Cehennem" İnternetin Karanlık Yüzü.

 Giyompitro (beginner fransızcamla böyle okunduğunu tahmin ediyorum) ülkesinde ünlü bir gazeteci ve yapımcı. İki yıl boyunca dört kıtada ciddi bir belgesel araştırma yapıyor. Sadece belgesel değil podcast yapabilecek kadar da söyleşi yaptığını okuyoruz kitapta. 
   İnternet, tanışalı henüz çok bir zaman olmamasına karşın nasıl da kılcal damarlarımıza kadar girdi değil mi? Onsuz (ve bilhassa akıllı telefonlarımız olmadan) artık ne faaliyet planlayabiliyor ne de sosyalleşebiliyoruz. Hava durumunu oradan takip edip, anlık seyahat planlarımızı gerçekleştirebiliyor, gurme olmamamıza karşın restoran, uzman olmamamıza karşın misal: muslukçu değerlendirmesi yapabiliyoruz (neğacaip!). Örneklemek çok uzun sürer velhasıl kılcal damarlarımıza girdi demekle haklı olabilirim (kapatın bakalım dijital kanalları ne kadar dayanabiliyorsunuz?). 
   Zahiren; son derece çevreci, zararsız ve bir o kadar da faydalı bir olgu (nasıl tanımlayacağımı bilemediğinden herşeye kulp olabilen "olgu"yu gözüme kestirdim). O işler öyle olmuyor işte. Attığınız basit, eksiz bir e-postanın 0.2 gram CO2 salınımı var. Ekli olursa 20 gramı buluyor karbondioksit salınımı (adamlar üşenmemiş hesap etmişler). Likeladığınız (ne işim olur like la?) beğendiğiniz her veri yaklaşık 5 ila 7 yerde depolanıyor. Sildiğiniz gönderiler, videolar, beğeniler bile depolanmaya devam ediyor (dünyanın aklına gelmeyeceğiniz yerlerinde). Hele ki sistemin çalışmasını açıklandığında fakirin gözleri şöyle bir yerinden oynadı. İnanılmaz bir hız ve teknoloji var tiktok videolarının bile altında. Aksadığında (biz ne kadar fazla bağlanırsak o kadar ciddi olmak üzere) hayatımız aksıyor (hatırlayın en son microsoft güncellemesindeki küçük bir hata dünyanın sorununa yol açmıştı, millet havaalanlarında mahsur kaldı, finansal zararın 50 milyar USD olduğu söyleniyor). 
   Uzatmayayım: dipnotları didikledim (bir yere kadar ama!), doğru. Anlatılanların yarısı gerçekse haşyete düştüm. İnternet dediğimiz ve nasıl çalıştığını hem teknik hem de mantık olarak tam olarak anlayamadığım endüstrinin; kapitalizmin çok vahşi bir modelini alarak yürüdüğünü görünce internetten soğudum biraz. (uzunca bir parantez açayım: finans devleri 0.1 milisaniye daha hızlı veri aktaran özel bir internet denizaltı kablosuna 100 katı kira vermekten çekinmiyorlar (malum borsada 0.1 milisaniye milyon dolarlar kazandırabilir)) Bence İş Bankası'nın 21.Yüzyıl Kitaplığı biraz distopik kitaplar yayımlıyor ama okumalı, anlamalı. Öneririm yani.

24 Temmuz 2024 Çarşamba

"Deadpool&Wolverine" Eğlencelik.

 Dedpuulu seviyorum. Belki çok arızalı ve süper kahraman arketipine bu kadar aykırı olmasından, belki gevezeliğinden, belki de humorundan. Bilmiyorum işte. O yüzden kafam daraldığında arşivimden çıkarır ikilemeyi izlerim. 
   Vizyona girdiği gün gittim izledim. Bir grup nerdle (ne işim olur nerdle?) inekle. Allahım ne çok konuşup, ne çok sesli gülüyorlar (evlerden ırak!).
   Bu serilerde (Xmenler, evıncırlar) paralel evren meselelerine bulaştıktan kelli kantarın topuzu kaçtı. Senaristler mal bulmuş mağribi gibi Michio Kaku'nun bilimsel temellerini attığı paralel evrenleri didikliyorlar artık. Ne de olsa burada kesin bir son mümkün değil. Daha önce kesin olarak öldürdüğünüz bir karakteri yine canlandırabiliyorsunuz.
   Nitekim filmimizde de öyle oluyor. Bol bol aksiyon, kanlar, organlar, (itiraf edeyim) zekice espriler, neredeyse on dakikada bir dördüncü duvarın yıkılması (bunun için sinematografik araştırma yapın, öğrenin, faydalı bişiy), süpersonik müzikler, pahalı bir prodüksiyon var. Eğlendim mi evet. Öncekiler kadar eğlendim mi, hayır. İşin suyunu çıkarıyorlar yavaştan. Dedpuul da volverine söyledi zaten birkaç kez ("dirildin ya seni 90 yaşına kadar oynatırlar dostum!"). Alın patlak mısırı, yaslanın arkanıza, film bitince de unutun gitsin.

22 Temmuz 2024 Pazartesi

"Cadı" Hüseyin Rahmi Gürpınar'dan Ruh ve Madde.

  Fikriye Hanım, 4 yıllık mutlu evliliğinin ardından aniden hayat kuşunu uçuran beyinin yasını tutmaktadır. Hem öksüz hem yetim olduğundan küçük sâbisiyle dayısının yanına sığınmıştır. Yengesi biraz kovalakçadır (merak edenler lûgat karıştıracak artık). Bir damat adayı bulunur ama onun da ilk eşi öldükten sonra dirilmiş, ikinci eşinin ölümüne neden olmuş diğer dördünün de koşarak uzaklaşmasına neden olmuştur. Olaylar gelişir.
   Üstadın diğer romanlarında olduğu gibi (kuvvetle sanıyorum ki bu romanlar tefrika edilerek yazılmış (yine biraz kitap karıştırın bakalım!)) pek fülfürüşlü bir hikâye, pek lâtif bir anlatım. Önceki kitaba nazaran birazcık daha uzun olmasına (182 S.) karşın yine 1buçuk günde bitiverdi. Konudan azade tespit: yola çıkarken HRG romanları almak akıl kârı değildir, çabucak bitivermektedirler. 
   Dönemin sosyolojisi ve demografisini anladığımız yetmiyor bu kez üstadın ruh ve madde meselelerine bakışını (daha doğrusu o dönemin bakış açısını) görüyoruz. Anlıyoruz ki; 19. yüzyılın sonlarında ve günümüzde sorulan sorular hep aynı. Yalnız o dönem pek moda olan spiritüalizm konusunda top ortaya atılmış. Dileyen dilediği tarafa şutlar. 
   Uzun seyahatlerde okunmaz ama (çünkü boşuna taşırsınız) başka zaman gülümseyerek okunur (bu da az şey değildir).

"Hakka Sığındık" Yapacak Şey Kalmayınca.

   Hüseyin Rahmi okumak iyi geliyor kafamın üstünde taşıdığım gri kitleye. Başladığınız zaman bitirmesi bir avazda oluyor (eskiler gebelere "bir avazda kurtulasın!" diye dua ederlerdi. Negzel). Gökovanın ıssız koylarından birinde alargadayken sabah başlandı, akşam bitti. 
   Novellamız hayli kısa (122 S.). İspanyol gribi İstanbul'u kasıp kavuruyordur. Sadece salgın değil, gaile derdi çok ince kıyıyordur ahaliyi. Savaş zengini iki aileye faili meçhul bir tehdit mektubu gelir, dikkate almazlar. Tehditler tutar. Korku dağları bekler, işler gelişir. 
   HRG romanlarının hemen hepsinde olduğu gibi hem karakterler pek şenlikli (ben Hazret-i Abdal'a bittim) hem de dönemin fotografisi bittamam veriliyor. Sadece o dönemin değil, hazret belki günümüze bile ışık tutmaktadır. Aşağıya uzunca bir alıntı yaptım. Satırlar pek tanıdık geldi. 
   Uzatmayayım, öneririm.
"İttihat ve Terakki idaresinin inkar olunamaz bir gayreti, bir kadirşinaslığı, alçakları kayırışı, efendiliği vardır. Çevirdiği hile dolabının koluna yapışanları korur, gözetir, çapullara boğar ve bazen tövbe yoksulu olmak derecesinde ihya eder. Hiçbir idare, kullarını, gözdelerini ödüllendirmekte, zenginleştirmekte bu derece ileri gitmemiştir. İşte bu sebepledir ki mensupları onun uğruna kul kurban olurlar. Hatta bugün toplum çürüyüp dağıldıktan sonra onun kurmuş olduğu menfaat ağının kördüğümleri içinde kalmış olanlar ne tarafa dönmek isteseler bütün bütün bağlarını koparmak mümkün olmaz. O büyük velinimetlerine söz söyletmezler. Çünkü damarlarında dolaşan kanları kuvvetini, hayatını oradan almıştır. Her biri bir şekilde onun ebedi minnettarı ve duacısıdır. O sayede ne tulumbacılar efendi, bey, paşa, nazır, mebus oldular. Ne hiçler adam sırasına geçtiler. Ne kanlı katiller cezadan muaf kılınarak el üstünde tutuldular. Masumları ezmek, haydutları yükseltmek, kabahatsizleri cezalandırmak, kabahatlileri mükafatlandırmak toplumun baş düsturuydu." (S.5-6)
bu uzun alıntıyı okuyanlar, bu topraklarda bazı şeylerin maalesef tekrar ettiğini üzülerek idrak edeceklerdir. İbn-i Hâldun'a katılmamak mümkün mü? Coğrafya kaderdir!

7 Temmuz 2024 Pazar

"Aylak Adam" Yıllar Sonra Yeniden.

 

   Gençlikte başlamış bitirememiştim. Nedir: her şeyin bir zamanı varmış. O zaman henüz bunu okuyacak kadar değilmişim demek ki!
   Dört bölüm, dört mevsim (Kış, İlkyaz, Yaz, Güz). Kısacık (155 S). O hayatı tatmayana, aşina olmayanlara okuması zor gelir. Adını bilmediğimiz kahramanımız aylaktır. Gaile dertlerinden azade günlerini geçirir. Vardır bir hayali. Kendini tamamlanmış hissedeceği eşini arıyordur. Bunun için olmadık itiyatlar geliştirir. Kimi, tam oraya varacakken olmaz, kiminde otobüslerin peşinden yetişemez, kimini kendi bitirir. Travmatik çocukluğu bugününü etkilemiş, çemberin dışında kalmıştır. Altını çizdiğim, üzerinde düşündüğüm (Kuyara ve Adako sendromları (S.127 YKY edisyonu)), hayallere daldığım bölümleri oldu. Demek ki neymiş: her kitabın bir okunma zamanı varmış. 
   Zihnimin köşesinde bir kırıntı: Salinger "Gönülçelen"i 1951'de yazmış, Atılgan "Aylak Adam"ı 1959'da. Holdınkoulfiyıld ile aylak adam garip bir şekilde benziyor. İntihal var mıdır? Sanmam. Neticede Zebercet emsalsiz bir karakter. Yusuf Bey öyle şeyler yapmamıştır diye düşünüyorum. 

"Merhamet Hikayeleri" Lanthimos'un En Son Filmi.

 
   2s45d üç hikaye. "İnceliklerin Çeşitleri" diye de çevrilebilirdi ama bu da fena değil. Aynı kast, üç farklı hikayede arzı endam ediyor. Emmaston, Willemdefo ile Cesiplemıns fiks. Gerçi diğer yardımcı oyuncular da fiks. Yani prodüksiyon masrafı oldukça düşük. Açılış Yuuritmiksin "Sweet Dreams"iyle başlıyor, kapanış Cerskinfendriksin "King Lear"ıyla yapılıyor. 2si de iyi. Kapanıştaki Emmastonun dansı çoğacaip. 
   Lanthimos, holivud tarafından keşfedileli beri farkında olmadan fasit bir daireye hapsoluyor bence. İlk hikayenin felsefi temelinde basbayağı ilk işlerinden biri var (bkz. Kynodontas). İkincisinde Vesendırsın'ın Köpekler Adasından ciddi intihal var. Sonuncusunun ilham noktasını bulamadım. Fularlı eleştirmenlerden linç yemesi olası. Çünkü seri imalata geçti. Ancak fakir yine de kimi hikayelerin kimi yerlerinde olmadık şeyler düşündü. Bu da bir sinema filmi için az şey değildir. Elbette ki sabi sübyanla izlenmez. Poor Things'den ehven ama cinsellik ve şiddet var mebzul miktarda. 
   Şimdi filmden azade bir konu. Filmi dün izledim (cumartesi), suarede (20:30), sinemada (Büyülüfener). Koltuklar rahat, bilet fiyatları makul, salon iyi havalandırılmış ve serindi. Koca salonda 6 kişiydik. Stream kanallar, buralarda yayınlanan vasat sinema filmleri ve diziler sinema sanatını öldürüyor mu yavaştan? Hep bunları düşündüm (sen ne boş şeyler düşünüyorsun arakolpa?).