29 Ekim 2018 Pazartesi

"On Body and Soul" Aşk Geyiği !

   Toplumun içinde olamamış iki insan. Biri çolaklığını, diğeri otizmini (öyle olduğunu zannediyorum) bahane ederek, kalabalıklara karışmamayı yeğlemiş. Tesadüfen aynı yerde çalışmaya başlayınca (çalıştıkları yer de bir mezbahadır ha ! (kan tutanlar, veganlar uzak dursun)) bir nedenle aynı rüyaları gördüklerini anlarlar ve olaylar gelişir.
  Oskara aday, Altın Ayıyı kapmış, irili ufaklı 14 ödülü, 16 adaylığı var. Macar işi. Açılış sahnesi ile ipucunu veriyor, devamında da geyiklerle (mecazi değil gerçek geyik) öyküye paralel ilerliyoruz. İki saate yakın olmayıp biraz kısaltılsa daha kolay izlenilebilirliği var ama yönetmen Enyedi Bey'in içinden daha kısaltmak gelmemiş (saygı duyuyorum). Hem başroller hem yardımcı karakterler, usta işi dokunuşlarla güzel güzel işlenmiş. Hem izlettiriyor, hem düşündürüyor. Fakir, aşk filmi sevmemesine karşın, bittiğinde zihninde beliren düşüncelerde; bu "geçici çılgınlık" ve hatta "hastalık" olarak nitelendirilen bombastik duygu hakkında çeşitlemeler yaptı. Bir film için az şey değildir.
   Aşkla hemhal olmuş, olmaya niyetlenen sinefiller (izlemek biraz yorucu olsa da) kaçırmasınlar (bunun dışında kalan tayfaya da acaip hüzünleniyorum).

21 Ekim 2018 Pazar

"Searching" Bilgisayar Ekranı Üzerinde Film İzlemek...

   Ürkütücü bir deneyim.
   Bilgisayar ekranından akan 1s42d'lık bir film izliyorsunuz. Bir yanda hep yaptığınız şeyler (gugılsörç, viyuvhistıri, çekmesıcıs vs) diğer yandan bilgisayar/bilişim/network olguları üzerinden anlatılan bir hikaye.
   Deyvid'in 16 yaşındaki kızı kaybolur, olaylar gelişir.
   Böyle özetlenebilecek filmimiz, şimdiye kadar görmediğim bir türde çekilmiş. Herşey, babanın bilgisayarının masa üstünden ilerliyor. Böyle düşününce kurgunun, o kadar süre boyunca ilgiyi düşürmeden filmi izletmesi çok zor gibi gelmesine rağmen, öyle değil. Tam ilgi düşecek gibi oluyor hop bir twist (ne işim olur twistle!) şaşırtmaca. Sonuna kadar düşmeyen bir ilgiyle izledik. 
   Temelde polisiye ama verdiği alt mesajlar da hayli güçlü. Sosyal medyanın iki ucu keskin bıçak olması (iletişim kurduğunuz kişilerin zannettiğiniz kişiler olmaması, her eğiliminizin bu mecra aracılığıyla bilinebilmesi, kolayca kandırılabilme ihtimali gibi kesebileceği kötü yerler olmasına karşın bazı ipuçlarına da buradan ulaşılabileceği gibi iyi yönlerinin olması), sosyal medyadaki ikiyüzlülükler, sistemin sizi yönelttiği doğrultunun doğru yön olamayabilesi (böyle mi yazılıyor o ?) bunlardan hatırlayabildiklerim. 
   Belki sinemada görmek istemezsiniz (o kocaman vindovs çayırlı art alanı sinema ekranında tahayyül edemiyorum). Evde izlerseniz sıkılmazsınız.

"Satranç" Zweig'dan Her Zaman Okunası...

   77 Sayfa (kısacık). Bir son eser (Bay Zweig, son olarak bu satırları yazarak (o meşhur intihar mektubunu okura yazmadığından sarfınazar ediyoruz tabiy ki) eşi ile birlikte bu dünyadan gitmeye karar verip gitmişlerdir). Yazarın hayatını inceleyip novellayı okuyunca, bir paralellik kuruyor ve Zweig'ların yaşamını daha iyi anlıyorsunuz. 
   Kısa bir giriş, Dr.B.'nin arzuhalini aktarması (kanımca Zweig'in kendisidir) ve kısa bir final. Dedim ya hepi topu 77 sayfa (bir günde yapılan ara ara okumalarda bitti). Cesameti az, sıkleti ağır bir kitap. Bir yandan nasyonal sosyalizme giydirirken, diğer yandan insan ruhunu, fıtratını tırım tırım tırmalıyor. Bitince bir kez daha okuma hevesine kapılıyor insan.
   Yazarın anlattığı tür bir işkenceyi (hiçlik) daha önce de (hem de yakın bir zamanda) okumuştum, aklımda sadece okuduğum kitabın bundan yeni olduğu ve "hımm nasıl bir intihalse !" diye geçirdiğim geldi. Niyeyse adını hatırlayamadım (işte bunlar hep demans !).  Daha uzun zamanda okunsa altı, üstü çizilecek çok satır var ve yapılan tespitler dönemi değil insanın doğasını ilgilendirdiğinden her zaman okunabilir ve her zaman da etkilenilebilir. Elinizin yakınlarında bulunsun, okuyun. 

20 Ekim 2018 Cumartesi

"Sorry to Bother You" Sistemin İçinden Sistemi Eleştirmek !

   Başrolümüzün insan olarak başlayıp, at olarak bitirdiği filmdir.
   Buutsrayli Bey, alternatif zamanda geçen ve kapitalizmi eleştiren bir kordela çekmeye çalışmış. Kadro güzel, alternatif dünya günümüze benziyor, müzikler vasat üstü, oyunculuklar da öyle, kurgu bir garip (sanki yüksek iken kurgulanmış), çok fazla alt gönderme var (Michel Gondry, Steve Jobs vs.), verdiği ana fikir üzerinde düşünmeye değer (ortasında durdurup sevdiceğimle empati (ne işim olur empatiyle) digerkâmlık yaptık). 
   Mesele şu : yaptığınız iş kanuni ve fakat ahlaki değilse (yapmazsanız zora düşeceğinizi bile bile), o işi yapmaya devam eder misiniz ? Kendimizi mi düşünmeliyiz, insanlığı mı ? Eğer çoğunluk ikinciyi tercih etseydi halimiz böyle olmazdı herhalde. O zaman "gemisini kurtaran, kaptan" mı demeli ? Her hâlükarda zor sorular. Her insankişisinin de buna verilecek kendine özgü cevapları vardır. Bu durumda bu, (her şekilde ilginç) pelikulayı izleyebilirsiniz.

17 Ekim 2018 Çarşamba

"Leyla'nın Evi" Gerçek olamayacak kadar Roman !

 Standart ZL romanıdır. Bir sürü baskı yapmasından (misal üstteki kapak 64.baskıya ait) mütevellit necip milletimizin bibliyofillerinin gündeminden düşmesini bekleyip okudum. 236 Sayfa zaten, iki günde bitti. Dili akıcı, kişisel duyguların ifadesi kimi zaman hayli uzun sürüp baysa da kitabı yarıda bıraktırmıyor. 
   Paşa dedesinin yalısının müştemilatında yaşayan nesebi gayri sahih Leyla Hanım (hâzâ hanımefendidir), bir şekilde katakulliye getirilip evden çıkarılınca zor zamanlar yaşar, olaylar gelişir.
   Uç karakterler, didaktik sosyolojik tespitler, Osmanlıdan Cumhuriyete geçişin sancıları, malumatfuruşluğu arttırıcı malumat kırıntıları ve Yeşilçam dönemi Türk filmlerine yakışabilecek kalibrede bir son derken şıpınişi bitiyor.
   Okurken güzel gidiyor, iyi bilgiler de istifleniyor ama bitince içimde bir tamamlanamamışlık hissi. Bilemiyorum Altan !

16 Ekim 2018 Salı

"Graduation" Babalar ve Kızları.

   Romeo dürüst bir cerrah. Kızı Eliza'yı, artık değiştiremeyeceğini kabullendiği mahalleden, şehirden, ülkeden kurtarmak adına bir proje gibi yetiştirmiş (küçücükten itibaren aldığı dil dersleri vs.). Eliza'da İngiltere'den bir burs kazanmış. Önündeki tek engel, birkaç gün sürecek mezuniyet bitirme sınavları. Sınavlardan 9 ortalama tutturması gerekiyor. Eliza, sınavdan bir gün önce bir saldırıya uğruyor, olaylar gelişiyor.
   Cannes'da en iyi yönetmen ödülü var. Bir sürü de başka ödül almış. Uzun zamandır erteliyordum (malum kaygılar (ödüllü festival filmi, uzun olur, hareketsiz olur, sıkıcı olur, uykumu getirir)). Dün gece izledim. Süresi uzun (2s8d), ortalarını geçince hafif bir uyku hali zuhur etti (çalışma günü etkisi), sonlara doğru yine tansiyon yükselince (ama nasıl hissettirmeden yükseliyor bilemezsiniz) uydu da kaçtı ve kordelamız pattadanak kesilerek yazılar çıktı. 
   Romanya'nın, güzel ve yalnız ülkeme nasıl da benzediğini görmek için, sistemle bireysel olarak ne kadar mücadele edersek edelim yine de bir noktadan sonra sistemin mücadele ettiğimiz olumsuzluklarına katılmak zorunluluğunu idrak için, proje çocuk denemelerinin büyük ihtimalle çakılacağını anlamak için, babalar ve kızların nasıl aksayabileceğini anlamak için izlenebilir. Ancak izlerken, dinlenmiş, zihninizin berrak, algınızın açık (ve yüksek) ve zamanınızın bol olması gerekir. Böyle yaparsanız çok ilginç tatlar bulabileceğiniz bir filmdir. 
   Güncemin müdavimleri bilir : fakirin film değerlendirme kıstaslarının en önemlilerinden biri de sevdiceğimin filmi sonuna kadar izleme standartıdır. Bu pelikulayı en son sahneye kadar ilgisi düşmeden izledi (yani gideri var). Sabrı ve zamanı olanlara iyi seyirler...


14 Ekim 2018 Pazar

"Antika Titanik" Yine sürükleyici ama biraz daraldım !

    Tıpkı diğer Murat Menteş kitapları gibi iki günde (hem de kaçamak okumalarla) bitiveren kitaptır. Çıkınca hemen alındı, ağır okumaların arasında zihni hafifletir saikiyle gözönünde bırakıldı. İlk arada okunup bitirildi.
   Çapsız felsefeci Refik Risk ile geç aşkı Şifa Şavk'ın kuntastik maceraları. Yazarın daha önceki kitaplarında kullandığı üslup aynı. İlk 150 sayfa, sanki biraz "yüksek" iken yazılmışçasına uçarı. Ne yalan söyleyeyim ancak buradan sonra konuyu idrak edip (konuya) sardırabildim makarayı. Sonuna kadar helecanla okunuyor, eskiden her sayfada okuru gülümseten trüklerin çıtası bu kez neredeyse her satıra yedirilmeye çalışılmış. Avni Dede, Haluk Bilginer ve bilhassa İhsan Oktay Anar (ve yazmaya üşendiğim diğer) karakterlerinin kitapta yer alması pek şık.
   Olumsuzluklara gelince : Bay Menteş (tarzıdır. saygı duyarım ama !); her satırda dilimize takla attırma, aforizma fırlatma, isim kullanırken alegori yaratma, bilgi monteleme, alıntı yapma kaygısında sanki. Hâl böyleyken, konu ve karakterler sanki ikinci plana düşmüş. İlk bölümlerden sonra ciddi bir zihin yorgunluğu hissetmeye başladım. Misal : Şifa Şavk güzellemeleri çıkarılsa kitap 360 sayfadan 300 sayfaya düşer ve konu da aksamaz. Buna mukabil, 173.-175. sayfaları arasında din ve tanrı kavramı ile yapılan tespitler ve 182.-183. sayfalarda felsefe ile ilgili düşüncelerin altını üstünü çizerek ve buraları ikinciye üçüncüye okuyarak geçtim (hımm düşünülmeye değer !). Kitabın kapağı aynı Ruhi Mücerret gibi hareketli bir çıkartmaya (Titanik) sahip ama biraz fazla karmaşık (aynı 80 öncesi Beyoğlu pavyonlarının olduğu sokaklar gibi).
   Kısaca, Murat Menteş okumaya ilk kez niyetleniyorsanız bu kitapla başlamayın, yorucu gelir. Eğer diğer kitaplarını alıp okuduysanız da boşa yazıyorum demektir, bunu da alıp okuyacaksınızdır.

12 Ekim 2018 Cuma

"Bad Times at the El Royale" Güzel Gerildik !

   Otel eski ama mihrabı yerinde. Akşama doğru otele gelen misafirlerin göründüklerinden farklı bir hikayeleri vardır. Olaylar gelişir. Rahip bazen duraklıyor (pek rahibe de benzemiyor zaten), siyahi kızcağız niye rulo yataklarla geziyor, resepsiyonist niye kendini eroine vurmuş, elektrikli süpürge satıcısının çantasında niye acaip zamazingolar var ? Film ilerledikçe hepsini birer birer öğreniyoruz (bir tek saklanan filmdeki meşhur şahsiyet meçhul kalıyor (kendi teoremim suikaste kurban giden bir ABD başkanı olduğudur)) . 
   Sinemada izlediğim için (üstelik uzun da (2s21d)) pişman olmadığım filmlerdendir. Önce güzel güzel akarken (işin içine hiç şiddet karışmadan) rahibin kafaya şişeyi yemesiyle işler çığırından çıkmaya başlıyor. Yönetmen Bey Goddart, Tarantillovari (ben böyle yazmayı seviyorum) bir işe imza atıyor (bakın burası önemli (çok sevdim bu repliği) : Tarantillo'nun The Hateful Eight'inde de Çeningtetım'ın benzer bir sahnesi vardı Krishemsvört'le örtüşen) ve sonlara doğru pik yapan bir aksiyona dönüşüyor. Kurgu da hiç sekmeden tıkır tıkır işliyor. Bölümler var (ki pek severim bölümlü filmleri). Sanat yönetmeni şükela iş çıkarmış, 60'ların atmosferi (J.E.Hoover'ın amansız takipleri, müzikler, dekorlar, kostümler, araçlar çizgi üstü) bihakkın verilmiş. Her karakter (ara ara geri dönüşlerle) gayet iyi işlenmiş. Tek eleştirim sonlara doğru olan günah çıkarma sahnesi (123 kişiyi öldürüp, pirüpak cennete gitmek o denli kolay olmasa gerek). 
   Film yokluğunda (fragmanı da ilgimi çektiğinden) bunu izlemeye karar vermekle iyi yapmışım. Evet ! filmden çıktığında eskisinden farklı olmuyorsunuz ama iki buçuk saati güzelce ezip, günlük hayhuydan uzaklaşabilirsiniz. Amaç kafayı boşaltmaksa haftanın en iyi fırsatı.


8 Ekim 2018 Pazartesi

Yılmaz Özdil'den "Mustafa Kemal"

   Yılmaz Özdil'in üslubu belli. İki köşeyazısını okuduğunuzda şıpınişi çözersiniz. Kısa, vurucu cümleler, okura dikte eden tarzda bir üslup. Kimi fikirlerine (bazen çoğuna) katılmamakla birlikte yazdığı köşe yazıları bir süre sonra bağımlılık yapabiliyor. Bunda iflah olmaz muhalifliğinin etkisi var tabii ki. Sevenleri ve nefret edenleri var. Fakir ikisinden de değil. Baktığı perspektif bazen benimkiyle örtüştüğünden "du bakalım bugün ne yazmış ?" kabilinden okuyorum.
   Mustafa Kemal hakkında bugüne dek çok yazıldı, çizildi. Andrew Mango'dan, Celal Şengör'e dek bu konuda yazanları okumaya gayret ettim. Nutuk ise yıllardır kütüphanemde durur. Kronolojik okuması hayli zahmetli olduğundan, yıllar içinde rastgele sayfalar açıp okuyordum. Son yıllarda farkettim ki : tamamını okumuşum. Bu veçhe baştan sona yaptığım okumada yanılmamış olduğumu gördüm. Hal böyleyken Bay Özdil'in kitabını neden aldım okudum ? Bay Özdil, kitabın 10 yıllık bir çalışma olduğunu, böyle bir bakış açısıyla daha önce ele alınmadığı iddiasında. Bir ikisini tenzih ederek, bugüne dek Atatürk hakkında okuduğum kitaplar ya hamasi yahut müstehzi açılardan yazılmıştı. Başka bir damar yakalamak amacıyla aldım, okudum.
   520 sayfa, cumartesi başladım (yoğun bir haftasonu programına karşın) pazar günü akşamı bitti. Bazı yerlerde hissiyatın (ister istemez) yükseldiği, gözlerin buğu yaptığı oluyor. Bazen gülümsetiyor, bazen kızdırıyor. Ancak bugüne kadar okuduklarımdan farklı çok az şey verdi bana. 
   Bakın ! burası hakikaten önemli (kimden kopya çektiğim açık !) : okuma fakiri gençliğin ilgi göstereceği bir çalışma. Twitter gibi 140 karakteri geçmeyen cümlelerin okunması onların anlayabileceği bir tarz. Bu açıdan Mustafa Kemal'in bilinmeyen, öğretilmeyen, üstünde durulmayan yönleri anlaşılabilir. Sorun şu ki : fakir bunları zaten biliyordu. Yine de bilmeyenlerin başlaması için güzel bir nirengi noktası.
   Gelelim olumsuzlamalara... Son yıllarda Bay Özdil'in köşe yazılarını takip eden gazete okuru, köşe yazılarında konu ettiği bir çok anekdotun, bilginin kitapta olduğunu fark edecektir. Bir de kitap çok agresif bir reklam kampanyasıyla basıldı (kimbilir Kırmızı Kedi bu kitabı basarken nasıl mali güçlükler çekti !). Belli başlı kitap sitelerinde satılmasına diyecek bir şey yok ama alışveriş sitelerinde bile satılması, başta yazarının "almak gerek !" minvalinde yazdığı yazılar, gazetelerde çıkan haber/ropörtajlar; vahşi kapitalizmden koşarcasına uzaklaşan fakiri ürküttü. Gönül isterdi ki : hiç reklamı yapılmadan kulaktan kulağa yayılsın ve yine çok satsın. 
   Neyse : Mustafa Kemal hakkında ortalamanın üstünde bilgi sahibiyseniz okumazsanız da olur ama bu konuda bir başlangıç yapmak isteyenlere hararetle öneririm.

6 Ekim 2018 Cumartesi

"El ciudadano ilustre" (Saygın Vatandaş) Kasaba Öldürür !

   Daniel Mantovani, Nobel alırken smokin giymeyi ve kralın önünde eğilmeyi reddeden, dünyaca ünlü bir yazar. Dünyanın her yerinden (pek de itibarlı yerler) aldığı pek çok daveti reddediyor, beş yıldır da tek satır yazmıyor. Derken 40 yıl önce terkettiği ve satırlarının ilhamının olduğu kasaba, Salas'tan saygın vatandaş ödülü verilmek üzere bir davet alıyor. Kabul ettiği bu davet hayatında bir takım değişikliklere ve kuntastik tespitlere yol açacaktır.
   İki saate yakın filmin (1s58d) nasıl geçip gittiğini anlamadım. IMDB'de komedi/drama olarak nitelendirilmiş. Naçizane fikrim : film komedi olarak çekilmemiş ancak komik. İzleyiciyi güldürmek için yapılmamış ama (bilenlere) öyle acaip garaip gelecek diyaloglar, tespitler var ki gülümsememek imkansız. (belediye başkanının bekleme odasındaki fısfısa pek kıkırdadım) Ayrıca sinemaya olduğu kadar kitaplara da düşkünseniz okuma yazma konusunda ciddi faydalar kazanabilirsiniz.
   Eğer ki hep kasabada yahut kentte yaşamışsanız filmi değerlendirmeniz oldukça güç. Ancak bu iki yerleşimde de yaşamış sinefiller, filmimizin hakettiği değeri verebileceklerdir. Fakir her iki yerde de çokça yaşadı, ruhunu tattı, farklarını hissetti. Şunu söyleyebilirim : Yaradan kişiyi kasabaya düşürmesin ! Orada yaşar ve (pek sakınmak lazım) kendinizi kasaba çevrimine dahil ederseniz hayatınız cehenneme döner !
   Yıllar önce bir iktisatçı dostum şu değerlendirmeyi yapmıştı : "köyde insan doğanın içindedir, pastoraldir, fiziksel olarak çalışır, geliri yaşamaya ancak yeter, kendi çevrimi içinde mutludur. Kentte insan doğadan izoledir ancak kazandığı parayı harcayacak ince zevkler bulabilir (operalar, baleler, kibar restoranlar, sergiler, sanat seviciliği vs.) ve bu çevrimden mutlu olabilir (günümüzde kentler "büyük kasaba" olduğundan bu seçenek zayıflıyor). Kasabada ise gelen kazancı harcayacak/değerlendirebilecek rafine bir seçenek yoktur. İnsanlar da birbirini kollayarak, kuyusunu kazarak (bkz.filmde feci halde Ayhan Sicimoğlu'na benzeyen müzevir doktor), gıybete dalarak hayatlarını tüketir." Çoğuna katılıyorum (bu konuda harlanacak geyik en az bir geceyi ve bir litre müskiratı yer).
   Hülasa ("traşın kısa süreni makbûldür" ilkesi uyarınca); kaçırmamanızı öneririm.

"Bilimkurgu Öykü Seçkisi 2018" Yerli Bilimkurgu Yükseliyor.

   511 Sayfa, 47 Yazar, 51 Öykü.
   Başta Özgen Berkol Doğan'ın yaşamöyküsü verilmiş (ki insan okurken çok hüzünleniyor insan, 27 yaşında bu dünyadan ayrılan bu gencecik insanın yaşasaydı Dünyamıza neler katacağını düşünerek). Doğan'ın zamansız ölümünden sonra, çok ilgilendiği bilimkurgu için ne yapabiliriz diye düşünen arkadaşları "Yerli Bilimkurgu Yükseliyor" diye bir web sayfası tasarlamışlar, bir bilimkurgu kütüphanesi oluşturmuşlar ve yaptıkları kısa öykü yarışmalarıyla türün gelişmesi için ellerinden geleni yapmışlar. 
   Bilimkurgu meftunları yukarıda bağlantısı verilen web sayfasını ziyaret ettiklerinde bir hayli zaman harcayacaklardır. Kitapta yer alan öykülerin tümü açık kaynak olarak ulaşılabiliyor. Üstüne, her ay sanal olarak yayınladıkları e-dergilere de göz atmak mümkün. Ayrıca türün izleyicilerine güncel aktivitelerden bilimkurguya yakın duranları da haberdar ediyor.
   Kitaba gelirsek : aralarında kıdemli bilimkurgu yazarlarından (Müfit Özdeş, Selma Mine gibi) olduğu kadar bu işe gönül vermiş genç yazarlar da bulunan öykü seçkisi, elbette ki hulûsi kalple yazılmış. Ancak bu, editörün işini pek de titiz yapmadığının bir mazereti olamaz gibi geliyor.
   Daha önce okuduğum "Yeryüzü Müzesi"nden bir zaviye soluk. Kimi imlâ ve yazım hataları var ancak işin hüsnüniyeti gözönüne alındığında sarfınazar edilebilir. Geliri de yarışmayı kazanan adaylara dağıtılacakmış (ki motivasyonu arttırır). Böyle çabaları görmemezlikten gelmemeli...

29 Eylül 2018 Cumartesi

"Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları" Murakami'den "Az" Büyülü Gerçeklik.

 
   Az da değil (320 s.). Tatil koşuşturmacasının arasında bitiverdi. Elbette ki geniş zamanlarda yine okunur.
   Renksiz Bay Tzukuru (okurken de hep tuzukuruyu çağrıştırdı) Tazaki, ilk gençlik yıllarına kadar hayatının yegane anlamı olan arkadaş grubundan bir anda dışlandıktan sonra kendini yalnızlığa mahkum etmiştir. Hiç kimseyle derin bir ilişki kuramaz, renksizliği silikliğe doğru geçmektedir. Derken tanıştığı bir kadın Sara'nın gazıyla eski defterleri karıştırır. Olaylar gelişir. 
   Murakami'nin romanları arasında en bombastiği değil belki. Öyle büyülü gerçeklik falan (bir iki yer hariç) yok. Ama bana en çok dokunanlardan biri oldu. İlk on sayfadan sonrası boğazdan ipek gibi kayan boğma rakı suretinde akıyor. Hayatımız, kişiliğimiz, başkalarının üzerimizdeki etkisi, kapanmamış hesapların yarattığı tahribat/tahrifat ve hatta hafriyat, hayatımızdan bir anda kayboluveren insanlar, aniden zuhur ediveren insanlar, ilişkiler, aşklar, Franz Liszt'in "Le Mal du Pays"ı (Lazar Berman yorumundan dinleyiniz), Murakami'nin kendine özgü akışı (duş aldım, portakal suyu içtim, oturdum... diye gider) nihayet bitmemiş sonu (kendi adıma çok seviyorum bu sonları, muhayyileyi çalıştırıyor (sıkça çalıştırmak lazım, muhayyile önemli)).
   Okurken kendi hayatımı gözden geçirdiğim çok zamanlar oldu. Umarım sizler de öyle yapar açık hesapları kapatırsınız.

28 Eylül 2018 Cuma

"Hereditary" Çekilin Ben Rasyonelim. Filmi Açıklayalım !

   Ari Aster iyi iş çıkarmış. 10 milyon USD'a çekilen film sadece ABD'de 44 milyon dolarcık kazanmış (bluray, özel kanal, yurtdışı hasılatla beraber rahat 100'ü geçer (bu ne demek : Bay Ari, holivut tarafından özenle cilalanacaktır (bakalım, göreceğiz))). Azıcık özel efekt, iddiasız bir kast (Gebriyılbayrn'ı tenzih ederim), özenli bir görüntü/sanat yönetmenliği; neredeyse 130 dakikalık bu filmi güzelce izletiyor. 
   Büyükanne çoklu kişilik bozukluğundan muzdarip, ağabey doğrudan şizofren ve intihar etmiş, kızlarında kimyayı bozan genler hazır, çekilecek bir tetik bekliyor. İlk yarım saatte tetik bir kez değil ikinciye çekilince olaylar gelişiyor. Çoklu kişilik bozukluğu yaşayan anne, tüm aileye hayatı kabusa çeviriyor. İşin kötüsü kadıncağızın çocuklarında da bozuk genler gırla. Buraya kadar rasyonel rasyonel yazdıklarım, Bay Aster'in dokunuşlarıyla hasta ruhların bakış açısından anlatılmış ve ortaya (sonlara doğru fakirin de gerim gerim gerildiği, bazı yerlerde zıpladığı) güzel bir korku filmi çıkmış (ha ! finalde müsamereye bağladı, paragrafın ilk satırlarını teyit etti ama olsun (kimisi cehennemin 7.kralı olur, kimisi Napolyon)).
   Neticede amacına ulaşan ve izleyiciyi rahatsız eden bir film olmuş mu ? Olmuş. Kendi paranızla korkmak istiyorsanız niye duruyorsunuz ?


27 Eylül 2018 Perşembe

"Uzayda Piknik" Ştrugatski Biraderlerden İnsanlığa Tokat...

   1971'de Ştrugatski Biraderler yazar "Yolkenarı Piknik"i. 1979'da Tarkovsky "Stalker"ı çeker. Sinefiller "Stalker"i bilir, bibliyofiller "Piknik na Obochine"i. Her ikisi de iyidir (de Stalker, kitabın sadece bir bölümcüğüdür). Theodore Sturgeon da, İngilizce basımına şükela bir sunuş yazmıştır (atlamayın yani).
   Bir ara; bilinmeyen ziyaretçiler yerküremizin altı rastgele noktasına nesneler bırakır. Daha sonraları "bölge" olarak adlandırılan bu tekinsiz yerler zamanla hem bilimsel hem ticari merkezler olur. Ticari olarak değerlendiren korkusuz ve pervasız kişiler "cambaz" olarak adlandırılır. Bunlar bildiğiniz hırsızların pek korkusuz ve mahir olanlarıdır. Bölgeden dışarı çıkardıkları nesneleri karaborsaya satarlar.
   Ştugatski Biraderler; içinde hiç uzaylının olmadığı, çok az yerinde teknoloji barındıran mükemmel bir roman yazmışlar. Temelde insanın açgözlü, hırslı doğası ve yaşayakalma içgüdüsü var. Kişisel çıkarlar sözkonusu olduğunda kimsenin insanlığı falan takmayacağını güzel güzel işlemişler.
   Roman sağlam. Çıkar içinden "bölge"yi, bilimkurgu olmaz ama iyi roman olur (Bay Red'in yanına güçlü kuvvetli hafif ebleh bir yardımcı koyarsan "Fareler ve İnsanlar"ı aratmaz yani !). Kişiler üzerinden ilerliyor. Eksende Redrick (Red) Schuhart var, sıkı bir cambaz. Red, işin bilimsel yanıyla değil para yönüyle ilgili. Kendi aralarında yarattıkları özel bir jargon da var. Aralarda bilimsel jargonu da öğreniyoruz ama Red'inki daha kulağı okşayan cinsten.
   Ortalarını geçtikten sonra Noonan ve Valentine'in yaptıkları sohbette hem kitabın isminin nereden geldiğini anlıyor hem de romanın bilimkurgu dünyasında ne kadar önemli olduğunu idrak ediyoruz. Biraderler; bizim algımızın yegane algı olmadığını, başka varlıkların perspektiflerinin bizim paradigmamıza sığamayacağını Bilal'e anlatır gibi anlatıyorlar. O beş altı sayfa önemli yani (altını üstünü çize çize okudum).
   İthaki Yayınları basmış (200 sayfa). Edebiyata meraklıysanız ve algınızı genişletmek isterseniz yakın durun.   

26 Eylül 2018 Çarşamba

"The Double" 1984 ile Brasil Arasında.

   Amanın ! İzlemeye oturduk, dedim "Brasil'imi izliyorum ?" O kadar benzer bir sanat yönetimi  ve senaryo.
   Neyse gelelim filme : Ceymzsaymın, eziğin mızmızın önde gideni, anacığı dahil kimsenin sevmediği ve farkında olamadığı, zeki, çalışkan, naif ve silik biri. Çalıştığı yerde Hena adlı bir kızcağıza kesik (elbette ki "ne sen bunun farkındasın, ne de Hena farkında"). Buraya kadar normal ilerleyen hikaye Ceymz'in zahiren tıpatıp aynı ancak karakter olarak tam tersi birinin (adı da Saymıncemyz'tir) senaryoya dahil olmasıyla ilginçleşir.
   Yönetmen Bay Ayodae, senaryoyu Fyodor Usta'nın bir hikayesinden apartmış. Elbette ki kendi dokunuşlarını da yapmış ama başta da yazdığım üzere Terigilyım'ın "Brasil"inden aşırı derecede esinlenmiş sanki (o kasavetli ofis, geriyatri koğuşundan bozma demografi, ışıklar, steampunk cihazlar ve daha neler). Böyleyken esinlenme kaynakları benim cılız bilgimle : Dostoyevski, Gilliam, Orwell, Hitchcock (Rear Window) diye dörtlenebiliyor. Bibliyofil ve sinefiller daha fazla kaynak görebileceklerdir (hımm film özgün değil mi yoksa ?).
  Bir saati aşkın bir zaman ilgiyle izledim (özellikle alter egonun ortaya çıkışıyla (kim daha fırlama olmak istemez ki !)). Ancak özellikle anne figürünün ölümüyle metaforları yerine oturtacağım derken imanım gevredi (esmer kardeşimiz polis mi doktor mu ? yoksa tüm totaliter otoriteyi mi simgeliyor-şizofreni bu işin neresinde-sonlara doğru (özellikle) kim kimdi ?). Son yirmi dakikayı saymazsak güzel film ama sonlarına doğru fakirin sıkleti bu ağırlığı tartmadı.

18 Eylül 2018 Salı

Murakami'den "Kadınsız Erkekler"

   224 Sayfa, 7 öykü. Hepsi de (adıyla müsemma) kadınsız erkekleri konu alıyor. Murakami kitaplarını seviyorum. Japon usulü büyülü gerçekliği de. Bu kez bir öykü dışında (Kino) büyülü gerçeklik yoktu (Aşık Samsa'yı saymıyorum (onda gerçeklik yok doğrudan büyülü)). Her öyküden sonra içimde beliriveren hüzün pek hoşuma gitmedi. Erkeklerin gözünden kadınsızlığın çeşitli açılardan (acılardan) incelenmesi. Acıtıcı, kanatıcı öyküler. Bir daha okumam...

17 Eylül 2018 Pazartesi

"Demir Ökçe" Değişen Bir Şey Yok !

 Yeniyetmeyken başladığım ama bitiremediğim romanlardandır. Neden bitiremediğimi hatırlayamadım. İlk 100 sayfadan sonra tahmin ettim. 267 sayfalık bu roman (Oda Yayınları versiyonu), edebi bir roman gibi değil didaktik bir bilgilendirme metni olarak değerlendirilmeliydi belki de. 
   Kadın kahramanın gözünden birtakım el yazmalarının açıklanması metine yedirilmiş, arada aşk-gaile-eylem gibi ayrıntılara rastlansa da genellikle didaktik bilgiler başrol oynamış. İşçi Lideri Ernest Everhart'ın bitmek bilmeyen mücadelesi. 1908 yılında yazıldığı gözönünde bulundurulduğunda Bay London, "demir ökçe" olarak adlandırdığı oligarşi-sermaye ittifakını çok iyi analiz etmiş, kapitalizme oklarını yağdırmış ama sonunu bağlamadan kitabı pattadanak bitirmiştir. 
   Distopya olarak da nitelendirilebilecek eser kimilerine göre G.Orwell'ın "1984"üne de ilham kaynağı olmuştur (aynı şeyi Zamyatin'in "Biz"i için de söylüyorlar (anlaşılan Orwell'ın ilham perisi hayli uçarıymış)). 
   Bu okumada kendi kendime bitireceğime söz vermiştim ancak araya Murakami'nin bir kitabını sığdırarak bitirebildim. Bazen hafakanlar bastırmasına karşın (arada altını çizdiğim yerlerin gugıllayarak (olayların kimi doğru kimi yok !)) bu sefer bitirebildim. Yazıldığı zaman ve içerdiği tespitler açısından kayıtsız kalınamayacak bir eser. Ancak geniş zamanlarda acele edilmeden okunmasında fayda var.
Romanın bir yerinde Ernest, orta ölçekli patronlara kapitalizmin nasıl çökeceğini Bilal'e anlatır gibi anlatıyor. Okudum, anladım, ikna oldum. Bir tek : sistemin 110 yıldır nasıl çökmediğini anlayamadım. Sistem düzgün çalışsa 50 yıla kadar kendini yok etmesi gerekiyor. Demek ki kapitalizmi de bozmuşlar. Gerçi yavaştan bir göç dalgası hasıl oluyor, dünyanın kirletilmedik yeri de kalmadı, çok alametler belirdi. Du bakali nolecek ?

12 Eylül 2018 Çarşamba

"Bilimkurgu Öyküleri - Dünyalılar"

   19 Öykü, 171 sayfa. 
   Önümde daha hiçbir çalışması doğru dürüst yapılmamış tezim için yapılacak okumalara yoğunlaşmışken, kafayı biraz sıfırlamak adına (hepsini sıfırladım babacım !) bir günde okuyup bitiriverdiğim kitaptır. Uzun olan öyküler kadar kısacık (hepi topu 1 sayfa) olanları da vardır. 
   Kendi adıma kısacık bir öyküden oldukça etkilendiğimi belirtmek isterim. Emrah Koçak'ın zamanla ilgili yazdığı bir sayfalık "Çember" adlı hikaye oldukça çarpıcı. Telif gibi şeylerden başımın ağrımayacağını bilsem, üşenmez buraya yazardım. 
   Murat Başekim'i fantastik sayılabilecek işlerinden tanıyordum, yanılmışım. Gayet başarılı bilimkurgu öyküleri de varmış. Zamanla ilgili, iletişimle ilgili iki öyküsü göz (ve zihin) dolduruyor. 
   Türkiye Bilişim Derneği Bilimkurgu Ödülleri yarışmasından ödül almış bu ondokuz seçkiyi İletişim Yayınları basmış. Çok da iyi olmuş. Birincilik ödülleri kadar mansiyon almış öykülerin de pırıl pırıl beyinlerden çıktığı besbelli...
   Kimisi post apokaliptik kıyamet sonrası, kimisi cyberpunk sanal kopukluk, kimisi time-shift zaman kayması (ne işim olur bunlarla) temalarına (hepsini yazmaya sebat edemedim) yönelmiş bu öyküler her türlü okunur. Şeylere farklı açıdan bakmak isteyenler, zihnini bileylemeye kalkanlar ve elbette bilimkurgu müptelaları yakın dursun...

26 Ağustos 2018 Pazar

"Uyuyan Güzeller" Baba Oğul King'lerden Yaz Romanı.

 
   Stephen King, iyi bir zanaatkar. "Yazma Sanatı" adlı kitabını okuduğumda çarpılmıştım. Yazma işinin yaratma kısmını es geçip doğrudan "günde şu kadar kelime yazarsanız yayıncının siparişini (misal 50 bin kelime) şu kadar günde yetiştirebilirsiniz", "şöyle trükleri böyle yaparsanız okurun ilgisini yüksek tutarsınız" bâbında öğütler veriyordu. Aman Allahım! idi, kitaplarının hepsini okuduğum, adına üniversitelerde kürsü kurulan (dili kullanımı çok yetkin, ona diyecek bir şey yok!) bir yazar, sanatçı değil zanaatkarmış meğer.
   Sonradan okumalarım arttıkça, King'in pek de öyle büyük bir yazar değil, iyi bir zanaatkar olduğunu daha iyi anladım. Ha! kendisine saygım sonsuz. Güzel bir fikir buluyor, karakterleri, arkaplanı bihakkın oluşturuyor. Sonrasında veriyor serim düğüm çözümü. Bu arada okur, kimi zaman tuğla kesafetinde bir kitabı halletmiş oluyor. 
   Stephen Amca yaşlandı. Beklenen frekans gerçekleşirse bu dünyadan göçmesi fazla uzun sürmez. En azından yazmayı bırakması yakındır. Usta, bu konuda yapılacak olan en mantıklı şeyi yaparak çırak yetiştiriyor. Oğlu Oovın'ın şekli şemali kendisininki gibi ürkünç olmasa da (Babasının yaptığı aşırılıkları (uyuşturucunun, alkolün, parasızlığın dibine vurmak) yapmadığından şekil, muhasebeci şekli) en azından yazma metodolojisini anlamak için bir girizgah yapıp "Uyuyan Güzeller"i birlikte yazmışlar.
   Olmuş.
   Sağduyunuzu, mantığınızı, aklınızı bir kenara koyup okuduğunuzda son derece çekici kitap. Dooling diye bir kasabanın kadınlarının tüm dünyanın sonuna karar verecekleri bir finale doğru doludizgin giden 752 sayfalık bir tuğla. King tarzı, romanın sonuna kadar hissediliyor. İnsanı sıkmayan bir dil, çok iyi tanımlanmış karakterler, yerinde flashbackler (ne işim olur fleşbekle) geri dönüşler, bazen gülümseten şakacı bir üslup, finale doğru yükselen tansiyon ve kan. Oğul Oovın'ın yaptığı tek katkı çok da holivut usulü olmayan son diyebilirim. Önde bulunan hikayeye fazla kaptırmayıp ana fikri (sadece kadınların olduğu bir dünyanın daha iyi olacağı) sorgularsanız daha da fazla zevk alabilirsiniz.
   Yazın, yolculukta, şezlongda her türlü okunur. Ama bitirince yine eski siz olursunuz.

24 Ağustos 2018 Cuma

"Historia 1923"den İnsanın Evrimi

   Fakir, tarihin önemini geç idrak etti. Tarih merakımı, ara ara okuduğum tarihi romanlar (ki tarihi çarpıtmakta üstlerine yoktur) ve okulda öğrendiğim milli tarih (Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık!) giderdi (öyle sandım). Yıllar geçip (geç de olsa) us uyanmaya başlayınca bu konudaki muteber satırları okumaya merak sardık. Son yıllarda popülerleşen (iyi mi oldu, kötü mü oldu bilemiyorum ! (ama herhalde iyi oldu)) İlber Ortaylı ve onun sayesinde ulaştığım Halil İnalcık gibi tarih konusunda ciddi müellifler sayesinde Osmanlı, Doğan Avcıoğlu gibi yazarlar sayesinde ise yakın tarihimize yönelik daha farklı bir bakış açısına ve fikir oluşturabilecek kadar bilgiye sahip oldum. Bu minvalde, tarih konusunda okumamın ancak cehaletimin büyüklüğünü daha da ortaya çıkarabileceğini hayret ve haşyetle idrak ettim. 
   Historia 1923, altı aylık hakemli bir yayın. Tarih ve Kültür Dergisi adı altında yayımlandığına bakmayın, her sayısı ciddi ciddi bir kitap kesafetinde (misal son sayısı 467 sayfa !). Bugüne dek yayımlanan beş sayısında da hayli önemli konuları ele aldı (1.Dünya Savaşı, Ermeni Sorunu, İslamcılık, Sovyet Devrimi). Her konuda, alanlarında yetkin (ama televizyonlarda rastlayamayacağınız (Bkz.Pierre Bourdieu "Televizyon Üzerine")) bilim insanları o ayın konusu üzerine kalem oynatıyor. Şimdi hakemli dergi deyince insanın aklına sonsuz dipnotlarla dolu, okuması zor (zorlaştırılmış) metinler geliyor. Gelmesin. Bu yazılar herkese hitap edecek sadelikte. İnsan bir konuda yetkin olunca o işte objektif olabiliyor, hamasetin bu kadar öne çıktığı (muhteşem ecdadımız !) günümüz tarih anlayışında ise objektiflik ve tarih yorumlama (inceleme, sonuç çıkarma, analiz ve sentez ve daha neler!) akil okur için çok nadir. 
   Bu sayının konusu ise hayli gıllıgışlı : İnsanın Evrimi. Alt başlığı da oldukça düşünmeye değer : Eşref-i Mahlûkat'tan Homo Sapiens'e. Biliyorsunuzdur : bilimden koşarayak uzaklaşan memleketimizde muktedirlerin evrime bakış açısı bellidir. Müfredattan çıkarılır, küçümsenir, ciddiye alınmaz (oysa sağlık bakanlığı, bakterilere karşı (bakterilerin evrimi memelilerin aksine çok hızlı, dolayısıyla gözlemlenebiliyor) antibiyotiklerin işe yaramadığını, bakterilerin evrim geçirerek eski antibiyotiklere direnç geliştirdiğini ve bilinçsiz antibiyotik kullanımının zararlarını anlatıyor (inkâr ederken, doğrulamak)). Böylesine sıcak patates bir konuyu (kimse eline almak istemez !) alanında yetkin bir çok isim her biri kendi uzmanlık alanında tarihsel olarak incelemiş, Katolik Kilisesi'nin, Osmanlı'nın, Biyolojinin, Felsefenin, Antropolojinin ve hatta İktisatın, Sosyolojinin evrime olan rabıtasının tarihi açıdan incelendiği ciddi makaleler var. Bunların yanında Türkiye'de Öjenik ve Bilimsel Yaratılışçılık gibi ilgi çekici konular da ele alınıyor. Geçmiş algısını derinleştirmek isteyen, tarihi anlamlandırmak merakı olan ve elbette evrimi merak eden kârilerin yakın durması gerek...