30 Aralık 2019 Pazartesi

"Ev Sahibesi" Dostoyevski'den Öyküler...

   168 sayfa 4 öykü var. İlki "Ev Sahibesi" öyküden ziyade novella uzunluğunda. Bilimle (nasıl bir bilimse artık! hiç bir ipucu yok!) haşır neşir Ordinov'un yeni ev sahibinin ....(burada ne diyeceğimi bilemedim zira Katerina'nın ev sahibinin nesi olduğunu anlamak zor (cariye mi desek, metres mi desek, kapatması mı desek, hayat arkadaşı mı ? ne desek bilemedim)) Katerina'sında bulduğu aşkı işleyen ve pattadanak biten bir eseridir. Şimdiye kadar okuduğum Dostoyevski eserlerinden beni en çok bezdiren kitap oldu. Hayalle gerçek arasında geçen diyaloglar, tasvirler, ne olduğunu anlayamadığımız bazı sürreal olaylar ve diyaloglarda bunların başka başka şekillerde anlatılması. Kimi satır aralarında cımbızla çekilecek güzel ifadeler falan. Ancak bu konuda araştırma yapan birine önerilebilir, sıradan okura (misal kendime) asla önermem... Başka hiç bir Dostoyevski kitabını okumadığım kadar "bitse de gitsek" hissiyle zorla bitirebildim.

Kübalı Zombiler Amerikalı Zombilere Karşı.

 
   Geçen iki hafta iyi zombili film yaptı. 2011 yapımı "Ölülerin Juan"ı Kübalı, "Zombi Diyarı 2" ise Amerikalı zombileri görmemi sağladı. Her ikisinde de senaryo zayıflıkları (zombili filmin senaryosunda zayıflık mı olur diyebilirsiniz, olur!), aksaklıklar vardı ama bence 2011 yapımı, bütçesi alenen düşük, özel efektleri zayıf (zombi filmi için büyük eksiklik), oyuncularının hiçbiri tanınmamış Kübalı zombiler; büyük bütçeli, süpersonik efektli, tanınmış oyuncularla süslü Amerikalı zombileri döverler...
   Kübalı Juan, mevcut sosyalist sisteme getirdiği eleştiriler (ki bana karşı kıyısındaki rejimden daha sempatik gelir), zayıf kurgusu, çamur gibi renkleri ile bana daha yakın gelmiştir. Eski zombi filmlerine çaktığı şık selamlar, oyuncuların rahatlığı, abartısız gaglar (ne işim olur gagla) şakalar, mevcut rejime muhalif olmasına karşın karşıt rejimin simgelenmesindeki o sarkastik (ne işim olur sarkastikle!) dalgacı ifade ile bunu başarmakta bir güçlük çekmemiştir. Ola ki merak ederseniz: işte de bağlantısı. Memleketimize gelme ihtimali olmadığından sinemalarda beklemeyiniz, başka kaynaklardan izleyebilirsiniz.



29 Aralık 2019 Pazar

"Star Wars:Episode IX" Nihayet Son!

   Herşey her yönden gelmeye başlayınca, insanı düşündürmeyecek filmler izlemek de bir çare (bkz.bir önceki yazı).
    Bu minvalde, bu pazarımı geçmişte afallayarak sinema ekranına bakmamı sağlayan bir serinin sonunu izlemeye vakfettim. 2s22d boyunca büyük beyaz ekranda akan görüntüleri izledim. Gişesi öncekiler gibi yüksek olmamasına karşın kafamı pırıl pırıl yaptığını söyleyebilirim. Film hakkındaki kötü eleştirilere katılmıyorum. Neticede elimizdeki bir fikir değil, endüstrinin bize sunduğu bir ürün. Filmi yapanlar da yapılması gereken ne varsa bir güzel yapmışlar. Bir ara gerçekten ölmüş karakterlerin, filmde ölmüş karakterlerin arada bir öykünün bir yerlerinde hayata dahil olmalarına şaşırdım. Misal: Kerifişır ölmüşken canlı ama Herisınford canlıyken ölü ama bir ara canlanıyor. Neyse, ben iyi vakit geçirdim. İyi yapılmış bir hamburger kadar zevk verdi (hamburgerden hiç hazzetmem!). Beyhude yazdığımın farkındayım. Müptelaları çoktan izlemiştir (ki henüz IMBd'de kasa şimdilik 704 milyon USD), kalanların da izlemesine bu sefil yazının bir etkisi olmaz herhalde...

28 Aralık 2019 Cumartesi

Daralınca Aslan Asker Şvayk Okumak!

Libya
Sözcü Davası
Yerli Otomobil Tanıtımı
Boğazda Gemi Kazası
Arap televizyonlarındaki Kanal reklamları
Bazı zenginlerin annelerinin kanal yatırımları
Kıspet gibi pantalon giyen, lodos çağanozu gibi yampiri yampiri yürüyen, illa ki sakallı, dar takım elbiseli, pahalı otomobilli, kafasında her şeyi çözmüş, nargileci tipler
Aman vermez bir trafik (Ankara'dayım (fazla söze hacet yok))
Şehrin üstündeki battaniye gibi kirli hava
Varla yok arasındaki bıyıklar
Kadın cinayetleri, çocuk istismarları, şiddet
Kaldırımda üstüne üstüne yürüyüp omuz atan organizmalar
Altında paçalara sıçratmalık su potansiyeli barındıran gevşek kaldırım taşları
Bitmek bilmez sosyal medya terörü (Uykusuz'un Ersin Karabulut'lu 2020 takvimi şahane!)

Bir de televizyon izlemeyi bırakalı 10 sene olmuş.

İnsanın üstüne üstüne geliyor gündem. Ne kadar uzak durmaya çabalasam boş!

Bu durumda ne yapılır? Şvayk'ın hergeleleliklerine yoğunlaşılır. Öyle de yaptım. İyi geldi. Tümen tümen gelenlere karşı yapılacak en iyi şeyin aptallığa yatmak ve gülmek olduğunu hatırladım. İyi ki mizah var, iyi ki gülebiliyoruz...

20 Aralık 2019 Cuma

"Entelektüel" Kavram Üzerine Edward Said'ten Önemli Saptamalar.

   Filistinli hristiyan bir baba ile Lübnanlı hristiyan annenin Filistin'de dünyaya gelmiş, halihazırda Amerikan vatandaşı, karşılaştırmalı edebiyat profesörü, aktivist, teorisyen: kısaca kitabında tarifini yaptığı entelektüel çerçevesinde biri. İlk dikkat uyandıran kitabı "Oryantalizm" (ne işim olur oryantalizmle?) "Şarkiyatçılık" ile dikkatleri çekti. Ondan sonra da geniş kitlelere kâh yazdıkları, kâh yaptıklarıyla ulaştı.
   Elimizdeki kitap, yazarın 1993'de Reith Konferanslarında verdiği bildirileri altı bölüm halinde bir araya getiriyor. 
  • Entelektüelin Temsil Ettikleri
  • Milletlere ve Geleneklere Pes Etmemek
  • Entelektüel Sürgün: Göçmenler ve Marjinaller
  • Profesyoneller ve Amatörler
  • İktidara Hakikati Söylemek
  • Tanrılar Hep İflas Eder

başlıklarından mürekkep yazıların ekseninde: entelektüelin tanımı, konumu, içeriği, zorlukları ve elbette nasıl olması gerektiği konuları dantel gibi ince ince anlatarak, çarpıcı örneklerle işliyor. 128 sayfanın nasıl akıp gittiğini anlayamadım. Üstelik son zamanlarda yaptığım okumaların içinde en çok altını üstünü çizdiğim, yanlarına notlar aldığım bir metindi. 
   Tespitlerinin kimine (belki de ister istemez sahip olduğum arka plan nedeniyle (özellikle Ermeniler hakkındakilere)) katılmadığım ancak yaptığı tanımlara gönülden hak verdiğim bir çalışmadır. Entelektüel olarak bildiğimiz ancak kendimce münevver olarak dillendirdiğim; kanımca toplumların yönlendirilmesinde önemli rol oynayan münevverlerin nitelikleri, onların böyle nitelendirilmesine neyin yol açtığı, önlerindeki zorluklar, bu sıfatı korumanın getireceği sıkıntılar, benim gibi orta düzey zekadaki okurlara bir güzel açıklanmış. 
   Bilhassa günümüzdeki medya münevverlerinin aslında öyle olmadıklarını anladığım (aslında uzun zamandır idrakindeydim ama bu metinle ikinciye tescillenmiş oldular), akademik çevrelerde dahi bu sıfatla anılan kişilerin (özellikle de akademik çevrelerde olduklarından dolayı) pek de bu sıfatı hakketmediklerini düşündüğüm bölümler oldu. Aslında yazılanları gözönünde bulundurduğumda, yaşadığımız bu "ilginç" zamanlarda bu titri elinde bulunduran fazla bir isim gelmedi aklıma. Bir Cemil Meriç, günümüzden de (görüşlerine katılırsınız katılmazsınız ama herhangi bir muktedirle rabıtası olmadığından eminim (yanık balata kokusunu da sarfınazar ederseniz)) Yalçın Küçük. 
   Hülâsa: çok makul fiyatlarla bulabileceğiniz bu küçük hacimli, geniş içerikli hazineye yakın durmak gerek. Hararetle öneririm.
"Uzmanlaşma heyecan duyma ve bir şeyler keşfetme duygusunu da öldürür ki bunların her ikisi de bir entelektüelde mutlaka bulunması gereken duygulardır."
"Uzmanlık, alanınızın gereklerine uyarak başkalarının sizden yapmanızı istediği şeyleri yaparsınız."
"Aslında entelektüelin temel sorusudur bu sorduğum: kişi hakikati nasıl söyler? hangi hakikati? kimin için ve nerede?"
"Bugün her yerde, tek bir sistemin başa çıkabileceğinden daha fazla tahammülsüzlük ve kulak tırmalayıcı bir iddiacılık var."
"Laik entelektüel için o tanrılar hep iflas eder."

"Müzik Odası&Jalsaghar" 1958'den İzlenilesi.

   61 yıllık kordela. Oyuncuların hiçbirini tanımam. Müzikler şükela ama mono. Görüntüler enfes ama siyah beyaz, acil restorasyona ihtiyaç var. Konu beylik: geçmişin soyluluğu yükselen kapitalizme karşı. Kimi müzik sahneleri gereksizce uzun. 
    Şimdi böyle söyleyince önermediğim zehabına kapılabilirsiniz. Kapılmayınız. Satyajit Ray, önemli bir yönetmen (Bay Akira Kurosawa şöyle demiş kendisi hakkında: "Hiç Satyajit Ray filmi izlememiş olmak, varlığını dünyada sürdürüp hiç güneşi ya da ayı görmemiş olmakla aynı şeydir.").  Uzun yıllar önce "Apu" üçlemesinin ilk ikisini izlemiştim (o da başka yazıya!). Müzik Odası'nı bugüne kadar ıskalamışım. 
   Görkemi zayıflayan bir aristokrat; servetini zayıflatan müzik (ve de ihtişam) tutkusunu, kaderin kendisine attığı çelmelere rağmen bırakmaz. Üstüne üstlük karşı komşusu da (tefecinin oğlu) Huzur Bey'in hazzetmediği tüm nitelikleri (görgüsüzlük-fırsatçılık-sonradan görmelik vs.) üstünde bir ifrazat lekesi gibi taşıyan bir şahsiyettir. Ama nedir ki: devirler dönmekte, kristal avizelerdeki mumlar bir bir sönmektedir. 
   Kimi zaman uzayan müzik sahneleri (ki fakir qawwali ve katak dansı müptelası olduğundan bu sahneler benim açımdan şahaneydi) sarfınazar edildiğinde günümüzün şımşıkırdak holivut filmlerine alışkın sinefile dahi gelir. Ancak sinemaya günümüz standartlarına uygun sinefilden biraz daha derinlikli yaklaşıyorsanız, bu siyah beyaz kordela sizi bambaşka dünyalara götürecek, bitince de üzerinde bir süre düşünmenizi sağlayacaktır. İnsan bir filmden başka ne ister?
    Son olarak Roy Efendiyi ete kemiğe büründüren Chhabi Biswas (bir insanın bir role bu kadar yakışması!) için bir alkış verelim ve huzurdan çekilelim...


17 Aralık 2019 Salı

"6 underground" Aman Diyim!

   Maykılbey'i zaten hiç sevmem ama Rayrnreynıldz'ı severim. Gripten mütevellit (mütevellit! iyiden tekaüte bağladım) spora falan ara verince boş vakit hasıl oldu. Dedim "bakayım bu film nasılmış". 
   Baştan hızlı bir araç takip sahnesiyle açılan filmimiz (yalnız hakkını vermek lazım paraya acımamışlar. (hiç gerçekçi olmasa da (bir önceki sahnede kırılan dikiz aynasının hemen sonraki çekimde yerinde durması filan)), iki saat yedi dakika boyunca aynı tempoda ilerliyor. Bol masraflı, parlak renkli, mantık dışı, akıllara ziyan.
   Uzunca bir reklam filmi izler gibi oldum. Yamulmuyorsam sinema denen sanatın ürünlerinde senaryonun önemli bir etkisi mi vardı? Bunda yok. Senaryo, kurgu, mantık falan hak getire. Türkmenistan'ın "Turgistan" olarak verildiği, Amerika'ya da Rusya'ya da giydirildiği (ama kullanılan herşeyde neredeyse Made in P.R.C. yazıyor), hemen her sahnesine ürün yerleştirilen, fleşbeklerin (ne işim olur fleşbekle) geriye dönüşlerin izleyiciye bir şey anlatmadığı, karakterlerin içinin boş bırakıldığı, aksiyonlu çatı katı, keskin nişancılı, bol sevişmeli, aşırı sıçrayan kanlı, uçak mezarlıklı ve yazmaya üşendiğim bir çok nedenden ötürü; filmi izlemenizi önermiyorum. 
    Ben yandım, siz yanmayın!

15 Aralık 2019 Pazar

"Where'd You Go, Bernadette" Çiğdemlik Film.

   Microsoft çalışanı bir baba (çok iş, az aile), rutinin dehlizlerinde kaybolmak üzere olan bir sanatçı (anne) ve onu anlayan yegane figür:Kızı. Derken olaylar gelişir.
   Keytblençıt'ın bombastik oyunculuğu olmasa, çiğdeme bile gitmeyecek bir kordela. Amma velakin bu cins-i latifin oyunculuğu, Antarktika manzaraları derken iki saati yemenize neden olabilecek, sinema sanatına hiç bir şey katmasa bile pazar akşamını kafayı dağıtmak için çiğdem çıtlatarak izlenecek filmdir. Siz bilirsiniz.

12 Aralık 2019 Perşembe

"Yüzyılın En iyi Bilimkurgu Öyküleri" Orson Scott Card'dan Derleme 27 Öykü

   İthaki güzel bir iş yapıp, bilimkurgu külliyatının önemli eserlerini tekrar basıyor. Bu mecrada basılanları (eğer okumadıysam) okumaya çalışıyorum. Geçen yılın başında yayımlanan ve maalesef sadece 1000 adet basıldığı için kısa sürede karaborsacı çakalların elinde 300-500 TL gibi fahiş fiyatlarla satılmaya çalışılan kitabı ancak PDF versiyonundan ulaşıp, elektronik okuyucuda okuyabildim. 712 sayfa ve 27 öykü. Editör Card Beyi zaten bilimkurgu yazarı olarak tanıyoruz, mukaddimede bu seçkinin subjektif olduğunu, kendine göre bir en iyiler listesi oluşturduğunu ayan bir şekilde beyan ediyor. Önsözde ayrıca kendine göre bir kronolojik sıralama da yapmış yazar. "Altın Çağ", "Yeni Dalga" ve "Medya Jenerasyonu".
   Kendi adıma ilk iki dönemin öykülerinden aldığım hazzı, son çağda yakalayamadım (yaş ilerliyor arakolpa!). İçinde kimler yok ki? Asimov, Bradbury, Wells, Le Guin ve daha (adını duymadığım için hicap duyduklarım bile var) kimler! İlginçtir, bu tip karma edisyonlarda hep daha önce okuduğum öyküler çıkardı. Bunda bulamadım. Kimisi bünyeye zayıf gelse de birçoğunda beyni tokatlayan satırlar, düşünceler gırla gidiyor. 
   Velhasıl bilimkurgu müptelalarına gelir. Bu arada, kitabın "malum ortamlara" düşmesine neden olan yayınevine de bir esef gönderelim. Diğer yandan da basılı haline o kadar parayı verecek kadar bilimkurguya düşkün olan kârilerin varlığını da bilmek güzel doğrusu (der içimdeki sinsi).   

4 Aralık 2019 Çarşamba

"Ağrı Dağı Yolcusu Kalmasın" Wells'in Son Eserlerinden...

   Bilimkurgunun kurucu babalarından Bay Wells, ölmeden altı yıl önce yazmış bu hikayeciği (hepi topu 80 sayfa). Bir gün Tanrı, Nuh Lammock'u ziyaret edip, kendisine bir takım görevler tevdi eder. Olaylar gelişir.
   Zeki okur, Nuh Lammock'un Bay Wells olduğunu şıpınişi anlar. O pek keyifli gelen ilk bölümden sonra (nebliym, ilk hareketin sahibi zat ile yapılan sohbetler falan), öykü bir monologlar silsilesine dönüşür. Sonraki bölümlerden biri mesela kahramanın sıradan bir su sıçanı ile diyaloguna ayrılmıştır (hayli de uzun bu bölüm). Tüm bu diyaloglardan imbiğimize süzülen usare ise; Wells'in tarih, siyaset, ülkesi ve Marksizme yönelik tespitleri, eleştirileri. Bunu yaparken usta sıkılmış olacak ki, kitap pattadanak bitiyor (keşke biraz daha uzun yazsaydı!). 
   Bilimkurgunun kurucu babalarından, parlak bir zihnin hayatının sonlarına doğru yaptığı tespitleri okumak isteyen, türün meraklılarına öneririm.

2 Aralık 2019 Pazartesi

"The Irishman" Duvarları Boyuyor musunuz?

   Kendi halinde bir kamyon şoförü Frenkşiirın bir gün şeytana uyar, olaylar gelişir. 
   İşte bu minvalde çekilen ve ABD'nin yaklaşık 50 yıllık gündemiyle birlikte mafya-devlet-sendika ilişkilerine getirilen şık bir eleştiri. Çeken yönetmeni daha yakında "Marvıl filmleri sinema değil, başka bir şey!" çıkışıyla hatırlayacaksınız. Akabinde böyle 3.5 saatlik (tam olarak 3s.29dk.) bir filmiyle (hemi de Netflix diye bir platformda (izlediğim hiç bir filmden sinematik bir haz alamadım nedense)) arzı endam etmesi hoş. Zaten sinema salonlarında gösterilecek 3.5 saatlik filme prodüktör bulmak, bu zamanlarda zor. Neyse.
Niro'nun Dolgu Topukları
   Sinemayı bir sanat olarak ele alırsak, film bence sinema sanatına yeni bir şey katmıyor (ancak kesinlikle sinema filmi olduğunu söyleyebilirim), zenaat kısmını değerlendirdiğimizde ise mükemmele yakın bir işçilik olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim . Bu konuda Marvıl filmlerinden elbette ki farklı. Meramımı şöyle dillendireyim: Marvıl filmleri çizgiroman okumaksa, bu da Gogol'un izinden giden rus klasiklerini okumaya benzer. Bir Gogol yeniliği-devrimi yoktur amma yine de okunduğunda haz verir. Yahut: Marvıl filmleri füzyon mutfağıysa (pürmüzle pişirilmiş tavuk) bu iyi pişirilmiş bir hünkar beğendidir. Hepsinin alıcısı farklıdır. Tevellüt artık eskimeye başladığından mıdır nedir Bay Sıkorsiisi'nin yaptığı tür filmleri daha çok beğeniyorum. 
   Nedir: bu işlerde her zaman dikkatinizden kaçan bir şeyler vardır (filmimizin ilk bölümleri pırıl pırıl renklerle başlar ama sonlara doğru kırmızılar azalır, parlak renkler de anti-kahramanımızın ruhuyla birlikte solar). İzlediğinizden daha çok şeyleri ifade etmektedir (misal:"duvarları boyamak" düz cinayetken bunun üstüne bir de "elinden marangozluk gelmek" cesetlerden kurtulma becerisini belirtir (en vicdan azabı duyulacak infaza, kıpkırmızı bir araçla gidilir)). İkisi aynı boyda kısacık adamların birini 1.90'lık bir role oturtmak için olmadık işler yapılır (bkz.foto). Marvıl filmlerinde bu incelikleri bulamazsınız. Olsa olsa 80-90 IQ ile kolayca çıkarılacak sonuçlar, hikmetler vardır.
   Filmimize gelecek olursak: iş olarak diyecek hiç bir şey yok, müzik/kurgu/sanat yönetimi/oyunculuklar (ki bu kadro herhalde kolay kolay toplanmaz)/kostümler/dekorlar bihakkın yapılmış. Bundan sonrasını madde madde yazayım da işin kolayına kaçayım.
Niro'nun Ağız Kenarları
  • Rabırtdeniro'nun ağız yapısı yaşlandıkça köpekbalığına evriliyor. İşte de fotoğrafik ispatı.
  • Yönetmen Bey, normalde filmlerinde yaptığı girizgahı yapmadan doğrudan dalıyor konunun içine. Bunda herhalde 3.5 saatini bu filmi izlemeye ayırmış sinefilin bu konuda yeterli arka planı olduğuna inanıyor (ki bence haklıdır).
  • Konuyu genel ve uzak bir çerçeveden değerlendirirsek verdiği mesaj, bundan önceki önemli film "Joker"den oldukça farklıdır. Daha fazlası için doğru yoldan saptığınızda, hayatınızı ve ruhunuzu kaybedersiniz. Neticede yaşlılık ve ölüm (her ne kadar havalı tabutlarla ve nezih mezar yerleriyle olsa da) herkesi yakasından yakalayacaktır (Tonisalerno'nun kolonoskopi için beklerken yüz ifadesi, Bufalino'nun çişini tutamaması ve daha nice sahneler vardır ki bunu pek iyi yansıtmaktadır.)
  • Şiirın, o kamyon kasası mühürünü kolunun yenine saklamayıp işine gücüne baksa, belki zengin olamayacak, altın saatler/manalı yüzükler takamayacak ama etrafında onu seven aile fertleri olacak, en yakın arkadaşının ensesine sıkmayacak, odasının kapısını gönül rahatlığıyla kapatabilecektir. Ancak seçimlerimiz (çarkıfelekle birlikte) kaderimizi nihayetinde sonumuzu belirler ve yanlış yanlışı getirir, kendinizi bir anda geri dönülemez bir noktada bulur, iç muhasebenizi yapacak kadar yaşarsanız son zamanlarınızı pek huzurlu geçiremezsiniz.
  • Ben sevdim ve 3.5 saat hiç ilgim düşmeden izledim. Herkese gelmez, izlemek birikim ve çaba gerektirir. Siz bilirsiniz yani!
Böyle uzun filme, böyle de uzunca tanıtım yakışırdı. İyi oldu...

1 Aralık 2019 Pazar

"Şöhret Dediğin" Ferdi Özbeğen'in Hayatı.

 
   Dün akşam AVM kitapçılarında dolanırken (eşlerimiz dükkanları hallaç pamuğu gibi atarken, avcı toplayıcılıktan beyaz yakalılığa terfi etmiş bibliyofil erkeğin kaçınılmaz kaderi) karşıma çıkınca hemen alıp, iki saatte bitiriverdiğim kitaptır (övünmek için söylemiyorum, kitap zaten 180 sayfa, rahat 20 sayfa fotoğraf, 10 küsur sayfa şiirler/şarkı sözleri, 35 sayfa obituary, 20 sayfaya yakın ek açıklamalar falan. Yani kitabın tümünü o kadar zamanda okuyabilirsiniz). 
   Kitabı Ali Rıza Türker düzenlemiş. Hem gazeteci, hem de Özbeğen'in arkadaşı. Özbeğen'in hayatı kimi zaman kendi kaleminden, kimi zaman derleyenin ağzından yazılmış. Kimin ne zaman başladığı ne zaman bittiği belli değil. Geçenlerde okuduğum "Türk'ün Memuriyetle İmtihanı"ndan (elbette ki) çok farklı. 
   1970'lerin sonundan itibaren daha büyük kesimlerce tanınmaya başlayan, eğlence dünyasında bir akımın öncüsü, eşcinselliğini gizlemeyen ama asla öne çıkarmayan, haza beyefendi (beyefendilik bir cinsel şart taşımaz!), bulunduğu koşullarda uzun yıllar (belli bir kesim için de olsa) popülerliğini korumuş (bilen bilir zordur o koşullarda bunu sağlamak (bkz.Özlem Tekin (en sevdiğim rakçıyken esamisi yok! (kendi suçu mu? hayır!, bilerek sildiler piyasadan))), pek çok şarkısını dinlerken beni 80'lerin başına götüren, çay içerek asla dinlenilmeyecek, müstesna bir insan: Ferdi Özbeğen. 
   Kitap, çok samimi bir girişim. Ancak özensiz ve yetersiz. Kitapta adı geçen bir çok yabancı sanatçının adları yanlış yazılmış, dil hataları gırla ama yine de iki saatte bitti. Sadece Ferdi Özbeğen'in hayatı değil, artık ellerimizden kayıp gitmiş bir dönemin (ki hayali bile gözleri puslandırır) hatırasını yaşamak isteyenler alıp okusun efendim.
   Son eleştirim de kitapla birlikte verilen müzik diski için: şimdi Özbeğen'in şarkılarının gücü sadece piyano ile çalındığında bir vokalle insanda güçlü duygular uyandırmasıdır. Bu şarkıları piyano ve vokali arka planda bırakan bir düzenlemeyle verirseniz, eserin ruhunu bozarsınız. Kitabı okurken, diski dinlediğimde "eyvah eyvah" dedim. Baskın ritmler ve süslemelerle (profesyonel müzisyen jargonunda "keriz" denir) üstadın sesi ve piyanosu geride kalmış. Ses ayarlarıyla uğraştım, basları düşürdüm; yok olmuyor. Çaresiz başka kayıtları bulup dinliiciiiz. Size de önerim: sadece piyanoyla söylenen bir en iyiler listesi yapın, çay harici bir içecekle (içine su katılınca beyazlaşan sıvı ile iyi gider), sakin bir çevrede (eller yukarıdacı tayfadan zinhar uzak durarak), aynı frekansta ahbap tayfasıyla, mahdut taamla dinleyin, bana dua edeceksiniz.
Şu hayatta canlı dinlemeyi çok istediğim ama dinleyemediğim (diğerleri : Cem Karaca, Müzeyyen Senar diye gider) bir sanatçıdır. Artık kısmet başka evrenlerde...

27 Kasım 2019 Çarşamba

"Leibowitz İçin Bir İlahi" İnsanlığın Gitgel Halleri...

   Voltırmilır ilginç bir adammış. 2.Dünya savaşına bombardıman uçaklarında katılıp Monte Cassino'yu bombalamışlığı var (sonradan bunun travmasını yaşayacaktır). Zamanın popüler dergilerinde (bilimkurgunun altın çağı o zamanlar) çeşitli öyküleri yayımlanıyor. 1955, 1956 ve 1957'de en meşhur dergilerden birinde üç öyküsü yayımlanıyor. Sonradan bu novella kesafetindeki üç öyküyü birleştirerek bu kitabı oluşturuyor, 1959'da yayımlıyor. Kitap 1961'de Hugo ödülünü (bilimkurgusal oscar) kapıyor. Ondan sonra Millır ne bir şey yazıyor ne de (yayımcısı dahil olmak üzere) kimseyle görüşüyor. Karısının ölümünden kısa bir süre sonra da namluyu ısırıyor, tetiği çekiyor. İşte böyle...
   Kitap, her ne kadar İthaki'nin (ona da bilimkurguya böylesine yer ayırdığından koca bir alkış) bilimkurgu serisinde yayımlansa da tam bilimkurgu olmadığı söylenebilir. Nedir: kitabımız bir distopya/ütopya/ükroni (bak! ne desem bilemedim) diye sınıflandırılabilir. 
   "Fiat Homo", "Fiat Lux" ve "Fiat Voluntas Tua" ("İnsan Olsun", "Işık Olsun" ve "Senin (Tanrının) İsteğin Olsun") bölümlerinin arasında binlerce yıl var. Önceleri büyük felaketten kurtulmuş insanlığın hallerini, sonra aydınlanma öncesini ve nihayet büyük felaket öncesini anlamaya çalışıyoruz. Nedir ki bu gözlemlerimiz hep bir hristiyan tapınağının çevresinde ve hristiyan paradigmasına göre yapılıyor. Üstelik neler olup bittiğiyle ilgili olarak okura lineer bir açıklama yerine ele alınan dönemin pek ayrıntılı bir açıklamasının satır aralarında serpiştirilmiş ipuçlarından yola çıkarak, hikayenin tümünü anlaması isteniyor. Kendi adıma pek faydalı buldum. Lâkin anlatılanların (ki din bilim ilişkisinde çok geniş bir çerçeveden açıklama gayretinde) büyük kısmının hristiyan jargonu (bırakın jargonu) terminolojisinde yazılması; bu inanışa yabancı okuru oldukça (epey oldukça) zorlar. Kimi yerlerde hiç istemesem de hızlı sardım ve tabiy ki yanlış yaptım. Zira yazar zahiren kutsal bir dini metnin içine üçüncü dünya savaşının kısa tarihçesini yerleştirmiş. Az daha kaçırıyordum. Neyse. 
   Sarkaç misali iki adım ileri bir geri salınan insanlığın binlerce yıllık fasılalı üç gözlemini değerlendirmek isteyen bilimkurgu sevenler yakın dursunlar...
Son olarak her üç bölümde de zuhur eden esrarengiz ihtiyar Lazarus'un altında yatan hikmeti açıklayabilecek bir adem/havva varsa lütfen bana buradan yazsın. Müteşekkir oliciim! Ayrıca tüm post-hristiyanlık akaidinin (ve dahi bilimsel aydınlanmanın), isminden (Isaac Edward Leibowitz) eşkenaz olduğunu çıkardığımız bir zatın öğretileri/bilimsel arka planı üzerine yükselmesi de pek manidar olmuş.

24 Kasım 2019 Pazar

"Fesüphanallah", "Hafazanallah" Alatlı'dan İki Tekmil (Şimdilik) Nasihatname...

 
   Sayın Alatlı ile musahabemiz eski. Viva La Muerte serisini biraz geç okumakla birlikte hayatıma çıkmayacak şekilde girdi ve bu minvalde kendilerinin yılmaz ve cansiparane (evet doğrusu cansiparanedir) bir okuru oldum. Üstelik yalnız değildim. Benim düşündüğüm gibi düşünen hatırı sayılır bir kitle de (hiçbirini yüzyüze görmesem de!) ile aynı düşünceleri paylaşıyorduk. Bu rabıta kimi zaman karşılıklı telefon görüşmelerine kadar gitti (öyle ulaşılmaz bir yazar değildir bu arada, okurlarıyla irtibat kurmaktan çekinmez). 
   Viva La Muerte serisi, yayımlandığı zamanlarda bir roman ekseninde ülkenin hal-i meramını çok sert bir şekilde ortaya koyuyordu. Diye yazarken konumuzun iş bu iki kitabın tanıtımından hızla uzaklaştığını haşyetle idrak ettim. Amacımız Nasihatname'yi tanıtmak, benim yazarla olan rabıtamı değil. O halde hemmen konuya dönüyoruz.
   Kimi kitaplar edebiyat kapsamında değerlendirilir (muhayyileyi güçlendirir, hayata başka açılardan bakmamızı sağlar, irfanın güçlenmesine faydalıdır (en azından ben öyle umuyorum). Bazı kitaplar da akademiktir, üslubu oldukça sıkıcı, dipnotları muazzam, sayfa altı notları kimi zaman sayfadan uzun (çok var böyle). Bunları okumak da, malumatınızı arttırır, kimi zaman bilgi seviyesine gelip bakış açınızı genişletmekle kalmaz, hayata dair daha sağlam adımlar atmanızı sağlar. Ders kitaplarını bu sınıflandırmadan tenzih ediyorum. Memleketimizdeki ders kitaplarının ekserisi bu kategorilerin dışında olup sadece belli sınavları geçip, kariyer planlamanıza yarar. 
    Fakirin hayatına eğitime ikinci başlangıçla birlikte akademik yazın da girdi (elli yıldır okumadığım bir tür). Hocalarım sağolsun bu tür nasıl okunur, nerelere dikkat edilir, dipnotlar, atıflar nasıl eşelenir; elhak öğrettiler. Böylece, bu türü de önce sıkılarak (ders icabı) sonrasında merakla okur olduk. 
   Ahir ömrümde ilk kez bir Nasihatname okuyorum Sayın Alatlı'nın sayesinde. Şimdi bu dizi (dizi diyorum çünkü 300'er sayfalık iki kitap var şimdilik (devamı gelecek sanıyorum)) herhangi bir edebi ve akademik sınıflandırmadan azade, kendi halinde bir yerde duruyor. Yazarımız, Dünyadaki egemen kültürün sert bir eleştirisini en başlardan yapmaya halleniyor. Egemen kültürün Amerikan kültürü olduğu malumunuz. Eski dünya (Avrupa) bile bu yayılmacılıktan nasibini alalı oldukça zaman oldu, daha eski dünyaların (Asya, Afrika) da büyük bir bölümü öyle. Bölümler ve bölüm altlarına yerleştirilmiş "pencere" babları ve aralara yerleştirilmiş "necefli maşrapa" (yaşı müsait olanlar şınınişi anlayacaktır) bölümleriyle sular seller gibi akan bir metin. Ancak benim gibi kaptırarak okumaya meyyal kitapkurtları bir saati aşkın okumaların sonunda, yanık balata koklamaya başlayabilirler. Okumalarda; e-kitaplığım, internetim açık, mütevazı kütüphanemin yakınlarında ve yazılanların aklıma yatmayan yerlerini kâh zihnime, kâh bu kaynaklara bakarak sindirdiğimden bitirmesi hayli zaman aldı. Katıldığım ve katılmadığım, tastamam bulduğum ve ilave edeceklerimin olduğu bölümler bir hayli. Yalnız Sayın Alatlı; irfanını aşan yerleri alenen belirtmiş (bir alkış). Okuyan (genç olduğunu ümit edeceğim) kitleye birtakım öneriler, nasihatler sıralamış. Ciddiye alarak okuduğumuzda zaman ve zemin de müsaitse bu nasihatleri uygulamak da zinde dimağlara kalmış. Bunların içinde sarfınazar edilmeyecek olanlar var. "yabancı dilinizi geliştirin, malumatı asıl kaynağından okuyun, büyük "loji"/"izm" lerin çıkış noktasını iyi belirleyin/kaynağına ulaşın ve "malumatı" "bilgi" haline getirin öyle yorumlayın ve takip edin, internette gördüğünüz her şeye inanmayın (unutmayın ki günümüzde bilgi en değerli şey ve parasız ulaşılan bilgilerin çoğunluğu "çöp"tür), bu doğrultuda "wikipedia"nın kerameti kendinden menkul ve referans yapılamayacak kadar sarsak olduğunu unutmayın (en azından ingilizcesine bir göz atın (orası birazcık daha doğru)), ve daha neler.
   Yazarımızın 2013'deki "Beyaz Türkler Küstüler"inden sonra iyi geldi. Meraklısı çoktan alıp bitirmiştir ama başlamayanlara öneririm.
   Tek eleştirim: eğer nasihatı gençlere veriyorsak, kitabın fiyatını biraz daha makul tutmalıyız (tek kitap 40 TL.) ki (okuyan zaten az) daha çok gence ulaşabilsin. 
PS : Bir de adını unuttuğum bir büyüğümün söylediği söz "hayatımda nasihat ile akıllanan görmedim!"

17 Kasım 2019 Pazar

"Tayinim Çıktı", "Bienvenue Chez les Ch'tis" yahut "Welcome to the Sticks" Fransa'da Ertem Eğilmez Etkisi...

   Yeni takip ettiğim bir ağ güncesinin (Hep Meraktan Bi Dolu Blog) film tanıtımlarında karşıma çıktığında "hah!" dedim "hem onbir yıllık, hem fransız hem de yorumları iyi! izlerim ben bunu...". 
   Yoğun bir çalışma gününün ardından güvercinimle çiğdem çitleyerek sonuna kadar izledik. 
   Mutlu olabilmek için coğrafi birtakım mecburiyetlere koşullanan/koşullandırılan/kendilerini koşullandıran bir ailenin öyküsü. Israrla güneye gitmek isterken kendini bir anda kuzeyin en ucunda bulan babanın, koşullanmış mutsuzluğunu çevresel faktörlerle aşması; 1s45d'da tatlı tatlı anlatılıyor. Hiç bir metafor, alt mesaj, sinema sanatına getirdiği bir artı değer olmayan dümdüz bir film. Lâkin; filmin genel ruhu, pek özlediğimiz Ertem Eğilmez filmlerine tıpatıp uyuyor. Bu açıdan içinizde iyi duygular oluşmasını (feelgoodmovie) isteyen sinefiller yakın dursun. Biz izledik, hiç pişman olmadık.  

Gogol'dan "Bir Delinin Anı Defteri" ve Diğer Petersburg Öyküleri ...

   Klasikleri, klasik yapan nitelik herhalde: aradan çok uzun yıllar geçse de yazılanların bugünü ucundan kıyısından da olsa yakalaması. Rus klasiklerinde (özellikle Bay Fyodor'un yazdıklarında okur her zaman kendi hallerinden bir parça bulabilir) bu tadı her zaman alıyorum.
   Bay Gogol'un öykü serilerinin ikincisini oluşturan St.Petersburg öykülerini de işte bu hal içinde okudum. Altı öyküyü (Neva Bulvarı, Burun, Portre, Palto, Bir Delinin Anı Defteri ve Fayton) barındıran ve şükela bir tercümeyle okurların dimağını şenlendiren bu kitap İş Bankası Yayınlarından basılmış (223 Sayfa). 
   Neva Bulvarı adlı ilk öykü sanki şehri tanıtan bir girizgah niteliğinde. Portre adlı öykü ise kitabın tamamından ayrı olarak adeta tekinsiz bir Edgar Allan Poe metnidir (neydi o "ateş saçan gözler"). Kalan öyküler ise hem zamanın sistemine hem de zamansız insan karakterine çekilen müstehzi gülümsemelerdir. Günlük hayhuy, isteklerimizin anlamsızlığı, karşı konulamayan kader ve daha neler. 
   Sonraki kuşakların edebiyatını oldukça etkilemiş, laf kalabalığı yapmayan bir yazar Gogol. Birçok önemli isim onun "Palto"sundan çıkmış. Kayıtsız kalmak edebiyat sevenler için imkansız. 

10 Kasım 2019 Pazar

Eski ama Eskimeyen Filmler. "The Chaser", "Eternal Sunshine of Spotless Mind" ve "Donnie Darko"

   Parazit'i izledikten sonra sinematik beklenti oldukça yükseldi. Yine haftada üç film izliyordum ama yok, olmuyor film bitince yazmaya değer birşey bulamıyordum. Dedim: "niye eski güzel filmlerden bir izleme listesi yapmayayım?" Evvet. Buyrunuz üç şükela film.
DONNIE DARKO
   İlk izlediğimde kafamı allak bullak eden 18 yıllık filmdir. İkinciye de izledim. Tam olarak anlayabilmem üçüncü izlemede oldu. Nedir: paralel evrenler ve zaman kaymalarıyla ilgisini tam ve kesin olarak son izlememde yerine oturtabildim. Adolesan bir Ceykgilenhol (soyadını telaffuz edemediğimgillerden bir aktör), Drüvyberimuur, Petriksveyzi ve daha neler. Aynı kafada bir grupla pek güzel izlenesi. Ancak tekinsiz bir havası var.
PIRIL PIRIL ZİHNİN SONSUZ IŞILTISI
   İlk ve son beş-on dakikasının gerçek zamanda geçtiği, kalan birbuçuk saatte ise başrol erkeğin beyninin katmanlarında geçen süpersonik bir film. Aradan geçen 15 yıla (2004 yapımı) karşın hiç eskimemiş. Hem fikir hem de zenaat olarak çok çizgiüstü bir kordela. Ana fikir belli: aşk sadece beyne değil kalbe de kazır yaşananları. Cimkeriy'i şaklaban olarak değil ciddi olarak görebileceğiniz ender filmlerden (keşke hep öyle ilerleseydi!). Her izleyişte yeni yeni ipuçları, göndermeler yakalayabiliyorsunuz. Bitince de tatlı tatlı düşünüyorsunuz, sorular soruyorsunuz. Daha ne olsun.
TAKİPÇİ
   İzlediğim pek az polisiye, bu filmdeki cinayete karşı hissettiğim duyguları yaşatmıştır. İki saati aşkın süresine karşın hiç sıkmamasına, aksiyon sahnelerindeki aşırı özene (çok gerçekçidir, hiç bir koreografi düzenlenmeden yapılmıştır), süpersonik oyunculukları, verdiği alt mesajlara, sistem eleştirisine, özenli müzik kullanımına, sadece dikkatli sinefilin alacağı görsel göndermelere, bombastik kurguya gereken önemi verip, izlenmediyse (vah vah!) hemen edinip izlenilmelidir. 

"Psiko-Siyaset" Bilimsel Değil ama İlginç.

   Vedat Özdemiroğlu'nun Uykusuz'daki yazılarında bu kitap önerilince okuma listeme bir girmişti. Daha sonra aklınıza ilk gelen internet kitap satış sitelerinde bakıp bulamayınca zihinde "acep gizli bir sansür mü var?" düşüncesi zuhur etti. Neyse, aklınıza ilk gelmeyen kitap sitelerinde bulunabiliyormuş 134 sayfalık bu matbuat. Edindik, hızlı okumayla iki günde de bitirdik. 
   Kitabımızın ismi "Psiko-Siyaset" olmakla birlikte alt bağlığı "kolay kandırılmanın nedenleri". Aklınıza "kolay kandırılan" deyince kimin geldiğini az çok tahmin edebiliyorum. Üst başlıkla sıkı rabıtası olan siyasetçiler elbette. Sayın Kaya, kolay kandırılma nedenlerimizi üç ana başlıkta toplayıp açıklamış. Yalnız bu açıklamalar, yazarımızın kendi bakış açısına göre yarattığı bir teori çerçevesinde yapılıyor. İlk okumada oldukça garip gelecek bu teorinin bilimsel altyapısı elbette ki yok. Okurken "bu da ne yahu?" diyeceğiniz sadece deyimler (ağız osuruğu, ağız ishali), jargon, cümle yapıları değil aynı zamanda her bölümü açıklayan nesirden nazıma geçişler bolcadır. Her teorinin İslam dininin çeşitli referanslarına eklemlenmesi ise bilimsel olma iddiasındaki bir tezi, baştan yanlışlamaya yeterliydi benim için ("Kaptan Kusto denizlerin ayrıldığını görünce İslama intisap etti" geyiği gibi). Düşüncelerine destek olmak için yaptığı alıntılar ise genellikle daha önce yazdıklarından yapıldığından "kendini doğrulayan kehanet" benzetmesi yapabilir miyiz? Evet, bence yaparız. Sayın Kaya'nın teorilerinin gerçekliğine olan inancı ve kimi uç uygulamalarına olan yaklaşım tarzını ise başka bir yazarımıza benzetmek gerekse kendisine "psikiatrinin Yalçık Küçük'ü" diyebilir miyiz? Şahsen ben bir beis görmüyorum.
   Satır aralarında yazarımızın kendine yönelik olarak yaptığı bazı tespitlerden (şiir yarışmalarında birincilik, televizyon programları (burada Bourdieu'nun bu kitabının ilgili yerlerini (televizyon aydınları) özümsemekte fayda vardır) , daha önce yayımlanmış kitaplar vs.) hafiften bir megalomanlık seziliyor ama Küçük Hoca kesafetinde değil (eleştirme arakolpa, belki sende de vardır!). Yine de tüm bu ilginç yaklaşımların neticesinde varılmak istenen nokta, fakir ile aynı paralellikte olduğundan sonuna kadar okundu ve bitirildi. Psikolojik harp, ilginç bir mevhum ve yazarla birebir aynı düşünceleri paylaşıyor olmamız pek dikkate değerdi. 
   Bilimsel bir yaklaşım arayanlar koşarak uzaklaşsın. Yok eğer rüyaya, İslama, kozmik bilince, kuantum felsefesine (yok öyle bir şey. Kuantum fiziği var!) sıcak duruyorsanız, "büzük, otonom sinir sisteminin efendisidir" tarzı ahkamlara tahammülünüz varsa okuyabilirsiniz.

9 Kasım 2019 Cumartesi

"En İyi İlacı Ararken" Doktorlara Tavsiyeler...

   Profesör Blenk, kitabını okuduğum kadarıyla; kendisinden kişisel olarak hoşlanacağım bir insan değil. Bu demek değildir ki yazdıklarına kayıtsız kalacağız. Tanıtımlarında "kendisi hasta olan bir tıp insanının gözünden yaşananlar" ibaresini görünce elbette ki Tübitak yayınlarından bu kitabı edindik ve bir haftada (uyku öncesi okumalarda) bitirdik.
   271 sayfalık kitabımız çeşitli bölümlerden oluşuyor. Kronolojik sıralamanın aksine başlarken tıp doktoru yazarımızın kanser teşhisiyle açılış yapıyor, sonra çocukluk, akademik yaşam, çalışma hayatı, meslektaşlara tavsiyeler ve nihayet ülkesindeki sağlık sistemi kritikleri ile bitiyor.
   Kitabın önemli bir kısmı sağlık sistemi eleştirisine getirildiği ve bu sistem ABD'deki sistem olduğundan beni ilgilendirmiyordu. Bunun yan sıra meslekte ne gibi aşamalardan geçtiği, bu merhalede yaşadıkları ve tanıdığı insanlar da beni ilgilendirmiyordu. Dolayısıyla bu bölümleri sardırarak okudum. Ama genç meslektaşlarına verdiği tavsiyeler ve vizite çıkan rolünden yatakta yatan rolüne geçiş yaptığında yaşadıkları ilgimi çekti. Altını çizdiğim ise çok az yer var. Biri aşağıda. 
   Aşağıya koymak için bir fotoğrafını bile bulamadığım Hematoloji Profesörü Arturbenk'in kitabını doktor adayları için önerebilirim. Geri kalanlar okumasa da olur...
ALINTI : "Bilgelik, bilgi ile insanca duyguların birleşimidir. Bunlardan biri eksikse bilgelik var denilemez. Sıklıkla söylendiği gibi, tıp bir bilim olduğu kadar bir sanattır da. Hekim, bilgi ile birlikte hastanın gereksinimlerine uygun biçimde empati ve ilgiyi de hastasına vermelidir."

8 Kasım 2019 Cuma

"Jüpiteri Satıyorum" Asimov'dan Eskimeyen Öyküler.

 
   Uzun yıllar önce okuduğum bu öykü derlemesi yine elime geçti. 10 Öykü, 205 sayfa. Artık o zamanki aklımla nasıl etkilendiysem aradan geçen uzun yıllara karşın ilk (Jüpiter'i Satıyorum) ve son öyküyü (Ahmaklar) capcanlı hatırladım. Hatta son öyküyü Bilim ve Ütopya'daki bir yazımda kullanmış ama nereden hatırladığımı bilememiştim. 
   Bay Asimov'un 1981 yılında yayımlanan ve gününün çok ötesinde öngörüleri barındıran okuması birbirinden kolay bu on öyküyü bilimkurgu sevenlerin kaçırmaması gerekir. Üstelik bilimkurgu dendiğinde bu yıllarda aklımıza gelen distopyadan (sahi niye böyle?) farklı geleceğe umutla da bakabilen öyküler bunlar. Okurken sıkmaz, üstünde düşünülür.
   Ne demiş Theodore Sturgeon: "iyi bilimkurgu, iyi edebiyattır!"

3 Kasım 2019 Pazar

"Cinayet Süsü"

   Dün suareden önceki matinede Büyülüfener Kızılay'da gördüğüm filmdir. Salonun çoğu doluydu. Sinemamız adına pek sevindirici.
   Ali Atay'ın Ölümlü Dünya'sını da izlemiş, biraz dağınık bulmakla beraber "hımm değişik bir tat!" demiştim. Bu da ilk izlediğim filmin biraz gerisinde kalsa da "değişik" bir film. Kadro iddialı ancak sadece absürt komedi filmlerinde olabilecek bazı karakterler filmin nereye oturtulacağı konusunda izleyiciye zor anlar yaşatıyor. Başkomiser Emin, gerçekçi bir karakter oturtmaya çalışırken; ithal seri katil uzmanı Dizdar "hafazanallah, evlerden ırak!" dedirtiyor. 
   Güldüğüm bir iki yer oldu, gülümsediğim yerler daha fazlaydı. Sinkaflı küfürlere gülecek yaşı geçtim, ancak bunu bekleyen ciddi bir kitle var (biliyorum, çünkü hayli çok izleyici bu sahnelerde kontrolsüzce güldü). Yine de bunu komedi adına yapmak bence şık değil. Bunun haricinde oldukça emek verilmiş bir yapım. Kusurları var ama haftasonu kafa dağıtmak için gidilebilitesi var.

"Pedalımda 5 Ülke" Bisiklet ve Gezi Tutkunlarına.

 
   İnci ve Soner Sarıhan çifti gezmeyi ve pedal basmayı seviyorlar. Derken bir gün pedal basarak Hindistan'a gitmeye karar veriyorlar. İznik'te başlayan yol, Nepal'de bitiyor. Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan ve Nepal'de yapılan yollar genellikle Soner'in kaleminden alınan notlarla 184 sayfada anlatılıyor. Kitap bir gezi rehberi değil. Nerede konaklayacaksınız, nerede neyi yiyeceksiniz gibi tavsiyelerde değil, ülkelerin neler hissettirdikleri üzerine odaklanmış. Her sayfanın değişik ülkelerde geçtiği (kronolojik sıra yok) ve yaşanan anlardan sonra yazıldığını düşündüğünüzde okumanın zevki bir başka oluyor. 
   Tam yolculuklarda okunacak, okunurken başka yolculuklar hevesi veren bir metin. Ankara'ya geldikten sonra bisiklete ara verdik (bu kadar bön sürücüye ben hiç bir yerde rastlamadım!), kısmetse Foça'da başlamak lazım yine. 
   Ailenin diğer rotalarını merak edenler için bir ağ sayfaları (minikgezgin) var. Oraya da bakabilir, pek faydalı bilgilerden istifade edebilirsiniz.

1 Kasım 2019 Cuma

"Utopia" Bay Morus'tan Ütopyaların İlki!

 
   Yeniyetmeyken okumuştum ilk kez. Tekrarı aşağı yukarı 40 seneden sonra, epeyce değiştikten sonraya kısmetmiş. İlk okuduğumda İş Bankası Kültür Yayınlarından okumadığımdan olacak arkasında Mina Urgan'ın incelemesini de okumamıştım. 
   Ütopya sadece 105 sayfa, sonraki 136 sayfa Bayan Urgan'ın Sen Morus'un ne kadar da süpersonik bir insan olduğunu anlatan satırlarıyla doldurulmuş. İncelemeye göre sosyalizmin ilk modelini üstat Ütopya'da belirlemiştir. Ayrıca hümanist, iyi bir aile babası, eşitlikçi (15.yy.da İngiltere'de zor!), iyiliksever, adil (uzunca bir süre yargıçlık yapmış) bir insanmış. Kitaplarını pek severek okuduğum Erasmus ile de hayli rabıtaları olmuş. 8.Henri ile ters düşünce idam ettirilmiş. 
   Bu arada 8.Henri'yi bir inceledim (tesadüftür ki A.Alatlı'nın Nasihatnamesinin 1.cildinde (pek yakında bu mecrada o da!) o sırada bahsediliyordu). Ağabeyinin karısı ile olan evliliğini tek taraflı bitirmek ve göz koyduğuyla rahatça evlenebilmek için İngiliz (Anglikan) kilisesini kuran bu azgın tekenin eşlerini Jane Seymour'dan sonra bıraktım. Ancak aradaki eş Ann Boleyn, More'un kuyusunu kazmış ve sonraları o da kuyunun içine tepetaklak yuvarlanmıştır (London Tower herkese açık!). Yazılanlara göre More'dan hazzetmem gerekiyor. Ama ölümünün katolik kilisesinden çıkmama inadı olduğunu düşününce biraz duraklıyorum, ayrıca aşağıdaki ve görünen tüm suretleri biraz kabızlık çeken biri gibi yapılmış. Neyse ne! Bana mı kalmış bir kavramın (sonraları buna benzer bir çok kitap yazılacak ve ütopya diye bir tür doğacaktır (taa ki distopya gelinceye kadar)) mucidini yargılamak. 
   Ütopya, bir roman değil bir mesel aslında. Bay Morus (Papa 400 yıl sonra hazreti aziz ilan etmiştir (ütopiklerin koruyucu azizi)), yaptığı bir yolculukta çok gezmiş bir denizci ile karşılaşır, denizci ona Ütopya adlı adayı ve halkını anlatır, roman biter. Ütopya bombastik bir mekandır. Hakkındaki detayları yazmaya kalkışmak bile uzun sayfalara ancak sığar. Herşey çok güzeldir de, kölelerin olması beni irrite (irrite de neymiş arakolpa!) muazzep etti . Bu bakımdan Platon'un Devlet'inden etkilenmesi ve o dönemin perspektifinde köleliğin olmaması gibi bir kavramın olmaması nedeniyle belki hoş görülebilir ama nebiliyim pek içime sinmedi.  
   Bu demek değildir ki, bir türün ilk örneğine kayıtsız kalalım. 1516'daki ütopyanın nasıl olduğunu öğrenmek her bibliyofilin (bibliyofil de neymiş?) kitap kurdunun hakkıdır. Üstelik İş Bankası Kültür Yayınlarının çok insaflı kitapsever dostu fiyatlarıyla (kitapçıdaki etiket fiyatı 13 TL. internet sitelerinde 8.45 TL) uzak durmamız hatadır. O halde ne yapıyoruz? Yakın duruyoruz...

31 Ekim 2019 Perşembe

"Albemuth Özgür Radyosu" PKD'den Başka Bir Gerçeklik.

   PKD (Philip Kindred Dick'ten artık böyle bahsedilecektir!) kafası başka bir şey. Kimi zaman paranoyanın, kimi zaman şizofreninin yakınlarında dolaşıyor ama gerçeklik kaygısı çok güzel işlerde kendini gösteriyor. 
   Hâl böyleyken Albemut Özgür Radyosuna kayıtsız kalmak olacak şey değildir. O zaman ne yapıyoruz. Okuyup bitirmeye çalışıyoruz. Kendi adıma bitirmeye çalıştım çünkü PKD baş role adıyla sanıyla kendini koyduğu bu romanı (aslında otobiyografi mi demeli? ükroni mi demeli? anakronizm mi demeli? ne demeli bilemedim!) iflah olmaz derecede paranoyak bir metin. İlk yayımlandığı 1976'da ABD başkanı Cerıldford olmasına karşın romanda adı geçen Ferris Freemont'un Nixon mu yoksa McCarthy mi olduğunu çözemedim (Niksın 74'de istifa ettirildi. Kim bilir belki de o dönem yazılıyordu bu metin). Hep gözaltındalık hissi, takip edilmişlik hissi bünyeye yabancı değil (hakim karşısında sanık olmuşluğumuz da vardır (şükür ki adli değil siyasi davalardan)). Ama böyle bir paranoyaklık hissetmedim. 
   Bay Dik ölmeden altı yıl önce yazdığı bu kitapta hafiften hidayete ermeye başlamış gibi hissettiriyor tüm o melankolik, klostrofobik satırları teolojik bir finale zarifçe bağlarken. Okuması gayret gerektiren bir 370 sayfalık bir metin (nasıl adlandıracağımı bilemediğimi arz etmiştim yukarıda). Ama daha önce bir beatnik metin okuduysanız çıtır çerez gibi bitecektir.