Oha, bu ay sekiz (8) kitap okumuş ve tanıtmışım (neredeyse haftada iki). Baktım da bunların ekserisi laylaylom kitaplar da değil. Tevekkeli; güvercinim, "sana bir haller oldu!" deyip durur. İtiraf etmeliyim ki, üç hücreli beynim okuduklarından çabucak etkileniyor. Öyleyse ne yapıciiz? Vuracağız kendimizi hafif edebiyatın (roman) güzide eserlerine, holivutun pespaye filmlerine. Zihnimizi biraz dinlendirip, ruha şetaret katacağız. Size de öneririm efendim!
Başlık neyse o.... (merak ettiğiniz kitap, film; gitmek istediğiniz rota varsa arattırın belki de bu sefil ağ güncesinde vardır)
29 Mart 2020 Pazar
"İnsanın Bir Dakikası" Olmayan Literatürün Eleştirisi!
Paralel okumalarda zihnimi hafifletir diye başladığım ancak bir süre sonra ana eksene koyduğum kesafette bir kitaptır. Kısacık olması (123 S.) sizi yanıltmasın, üç bölümden (İnsanın Bir Dakikası, Tersine Evrim, Bir Afet Bölgesi Olarak Dünya) oluşan kitabımız dikkatli bir okumayı sonuna kadar hak etmektedir.
Bugüne kadar okuduğum (ki bir hayli okumuşumdur) hiç bir kitapta rastlamadığım bir yöntemle; Bay Lem, yazılmamış kitaplar hakkındaki eleştirilerini döktürüyor. İlk iki bölüm bu minvalde yazılmasına karşın son bölümde yazılanları okuyunca, yazara olan hayranlığım pekişti. Bayan Lem'in sevgili oğlu Stanislaw; hayatın çetin badirelerini atlatmakla kalmayıp (kendisiyle ilgili olarak Ağustos 2018'de Bilim ve Ütopya'daki yazımda kısaca aşağıdaki gibi bahsetmişim), yazar/fütürist/filozof/teorisyen şapkalarını da (ve daha bir çok küçük başlığı (bere miydi o?)) zarif bir şekilde kendine yakıştırmıştır. İlk iki bölüm, yazılmayan literatürün eleştiriyse de, son bölüm: üstünde yaşadığımız bu şıngırtılı kürenin hikayesini taa en başından (bu kez kozmolog şapkasını takarak) türümüzün nasıl da bir büyük meteor çarpmasına bağlı olduğuna (bu kez de biyolog şapkası (hadi şapka demeyelim de bu kez daha mütevazi bir bere olsun)) kadar açıklıyor.
Bildiğimiz bilimkurgu romanlarından değil. Ancak Lem'in bombastik (misal ters evrim buna şükela bir örnektir) muhayyilesi ve oldukça derin bilgisine daha yakın durmak isterseniz kaçırmayınız...
Stanislaw
Lem (1921-2006)
Çok şanssız bir yazardır.
1919’da Polonya şimdilerde Ukrayna’nın Lviv şehrinde doğar. Babası
larengologtur. Lem de babasının izinden giderek tıp eğitimi alır, eğitimi
bitmeden çıkan 2.Dünya Savaşı nedeniyle elektrik teknisyenliği ve otomobil
tamirciliği yapar. Yahudi asıllıdır ve toplama kamplarına gönderilmekten
kaçamaz. Becerileri sayesinde bu zorlu dönemi hayatta kalarak bitiren Lem,
savaş sonrasında (belki de yaşadığı zor süreçler yüzünden) tıp doktorluğu
yapmaz. Kendini edebiyata verir. İletişim ve felsefe ilgi alanlarıdır. Bu konuları
kullanabileceği bilimkurgu türü ona yakın gelir ve yazmaya başlar.
Philip K.Dick, Ursula KLe
Guin’le birlikte bilimkurguyu yüksek edebiyat seviyesine taşıyan isim olarak
bilinir. Çoğu zaman eserlerinde verdiği mesajlar yüzünden başı yönetimle derde
girer. Kitapları yasaklanmasa da dağıtım ve basım sorunları peşini bırakmaz.
Sosyalist yönetimin pek hazzetmediği Lem, meslektaşı Dick tarafından da çok
ilginç suçlamalarla itham edilir. 1961 yılında yazdığı ve “Gaia Hipotezi”ne
dayanan ünlü eseri “Solaris” Rus sinema yönetmeni Andrei Tarkovski tarafından
filme çekilince; büyük kitleler tarafından tanınır. 1963 yılında yayımlanan
“The Invıncible” adlı eserinde (aynı isimler kullanılmasa da) sanal gerçeklik
ve nano teknoloji kavramları geçmektedir. Mizah, aksiyon, gerilim gibi ögeleri
ustalıkla kullanmasına karşın esas ustalığını felsefi çözümlemelerde yapar.
Post-modernizm sularına yaklaşan “Solaris”te, bilimin her bilinmeyeni ortaya
çıkarmak için yeterli olamayacağını, üstünde yaşanan gezegenin bir ruhu olduğunu
belirtir. Bilimin kutsallaştırıldığı bir çağda yazılmasına rağmen dönemin bu
konuda istisnai düşüncelerini yazmakta bir beis görmez. Hayatının son dönemlerinde Varşova’nın
banliyölerinde elektriği bile olmayan bir eve inzivaya çekilir, kimselere röportaj
vermez, hiçbir şey yazmaz. 2006’da ölür.
27 Mart 2020 Cuma
"Bir Facianın Hikayesi" Katılmadığım Cemil Meriç Düşünceleri...
Üstadın daha önce yazdıkları okumuş ve oldukça da istifade etmiştim. Oysa; sunuşunda "Bir Facianın Hikâyesi Cemil Meriç`in artık basılmayacak bir eseridir" diye başlayan, pek de kesafetli olmayan (168 S.), genellikle de Osmanlı'nın son dönem tarihi gerçeklerine eğilen bu metinde katılmadığım pek çok düşünce var.
Meriç, yaşadığı dönemde hem muhafazakar hem ilerici entelijansiya tarafından (kimbilir belki de nereye yerleştireceklerini bilemediklerinden midir nedir?) güvenli mesafeden izlenmiş. Ölümünden sonra da muhafazakar kesim tarafından sahiplenmiş, bu topluluğun oldukça eksik filozof/aydın/münevver kadrosuna dahil olmuştur.
Kitabın ilk bölümlerinde anarşiye karşı müşfik bir yaklaşım sergileyen yazarımız, terörizmle güvenli mesafeden hesaplaşıyor ancak konu (zannediyorum metinlerin kitap olarak değil, birtakım notların bir araya gelmesinden kaynaklanan nedenlerle) bir süre sonra oldukça dağılıyor. Ve bu dağınıklığın arasında hiç katılmadığım düşüncelerin olduğunu sezdim. Bir kere tarihsel gerçekler anlatılırken kişiler hakkında uzun sıfatlar kullanılmasının, okuru yönlendirdiğini düşündüğümden pek hazzetmiyorum (misal:"kindar, kendini beğenmiş ve cahil Dahiliye Nazırı yine fesat peşindeydi." (yok böyle bir cümle şimdi kafamdan uydurdum ama buna benzer nice ifade ganidir)). Ayrıca kimi ideolojik düşüncelerine katılmadığımı anladım.
Kitapçıların raflarında artık bulunamayacak bir kitap, o dönemin aydının perspektifini anlamanız açısından önemli olabilir. Bana sorarsanız okunmayabilir de...
25 Mart 2020 Çarşamba
"The Platform" Sağlam Yumruk!
Yazılar çıkıncaya kadar insanı başından kaldırtmayan filmdir.
Altı ay boyunca sigarayı bırakıp, Don Kişot okuyacağını zanneden Goreng, bir sosyal deneye katılır. İşler gelişir.
İlk başlarda "Küp"'ün dikey versiyonu gibi görünse de sonraları "Black Mirror" gibi bir sosyal eleştiriye kaydı, daha sonraları "Testere"'den esintiler geldi, nihayet "Survivor" tadında nihayete erdi. Bu bağlamda yönetmen beyimizin bir çok filmden esinlendiği açık ancak ortaya çıkan sonuç, tüm bu esinlenen filmlerden oldukça farklı.
İlk izlemede; "hımm, bu bildiğin din propagandası" dediğim yerler oldu. Ancak böyle olmayabilir (mesih benzetmeleri, İncil'den alıntılar, İsa'nın ekmek ve balığı çoğaltması gibi metaforlar). Sosyal yapıya getirilen tespitler ise kolayca herkesin mutabık kalacağı noktalar. Hakeza bunlara getirilen çözümler de öyle (- maalesef yukarıya sıçamıyorum bayan!). Bu noktada filmimiz yeni bir şey söylemiyor ancak bunları yeni bir şekilde söylüyor.
Uyarımı yapayım: hassas bir mideniz varsa, yamyamlık sahneleri sizi rahatsız edebilecekse, şiddeti kaldıramıyorsanız koşarak uzaklaşın. Ancak; muhakkak ki bildiğiniz toplumsal eleştirileri daha farklı şekilde söyleyen bir şarkı dinlemek istiyorsanız kaçırmayın.
P.S. : İspanyollar sinemada acaip işler çıkarıyor kardişim!
24 Mart 2020 Salı
"Uzayın Bekçileri" Asimov'dan Yedi Öykü.
Altın çağın üç büyüklerinden bayan Asimov'un sevgili oğlu Isaac'in, yine altın çağ sonlarına doğru yazdığı yedi öykü. Şimdilerde raflarda yok, sadece nadir kitapların satıldığı sitelerde mevcut. Pek bilinmediğinden bugün 21 tekliğe bulmuşluğum vardır. Öykülerin yazıldığı 1950'li yılların sonlarını her öyküde hissetmeniz mümkün (-size acil bir telegraf gönderdim. Misal.). Arkaplanın 1950'li yıllarda olmasına karşın, satırların zihninizde uyandırdığı soru işaretleri/tespitler/hımm evet'ler hiç de eski değil.
Bu adamcağız bir şekilde yazdığı çağın ötesine ulaşmayı başarıyor. O yüzden okuyunuz, okutunuz efem.
22 Mart 2020 Pazar
"Korkunun Bütün Sesleri" Daha Çok Bilimkurgu Seçkisi.
Metis bunu ilk 1993'de basmış. Sonra da basılmaya devam edip taa 2011'lere kadar gelmiş. Herhalde raflarda bittiğinden ışık görüyor ve tekrar basıyorlar. Her ne kadar seçkinin ismi "Korkunun" bütün sesleri de olsa, yazarlarımıza göz attığınızda apaşikar (aşikardan daha açık) bir şekilde bunun bir bilimkurgu seçkisi olduğunu görüyorsunuz.
Yazarlarımıza bir bakalım: Harlan Ellison (evet bir parça korku da var, okurken (eğer gece ve yalnızsanız şöyle bir ürperme geliyor: "bana bir ışık verin")), Ray Bradbury (post akoliptik (ne işim olur post akoliptikle?) felaket sonrası bir öykü ve kapaktaki gülümsemenin de hakkını veriyor), J.G.Ballard (günümüzün tüketim çılgınlığına beatnik bir yaklaşım), vee muhteşem favorileriyle Isaac Asimov (bu öyküyü başka seçkilerde okumuş ve hiç unutmamıştım, beyin kullanımı ve teknolojik ilerlemenin korelasyonu üzerine bir satir), Kurt Vonnegut Jr. (en sevdiğim yazarlardan, fütüristik bir sosyal hiciv, okunası!), Stanislaw Lem Beyefendi (en sevdiğim öykülerinden değildi, fantazyaya meyilli bir metin), militarist bilimkurgucu (işte bir oksimoron) Robert A.Heinlein (öykü pek baydı, okumasaydım da olurdu).
Uzun aralarla yeniden basılmasına şaşırmadığım kitaptır. Özenli çevirileri, doyurucu açıklamaları, pek seçkin bir yazarlar grubu ile bilimkurguya heveslenenlerin (bir de korku edebiyatını seviyorlarsa hele) kaçırmaması gereken bir seçkidir. Ne diyim (mesela Mahmut mu diyim?): okursanız seversiniz...
"Ateşin A'sı" Grafton'un İlk Okuduğum Kitabı
Sizin hiç bir polisiye serisine, başka bir polisiye serisinin etkisiyle başladığınız oldu mu? Fakirin oldu. Rhodenbarr hırsızlamalarındaki bir kitaba (Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız) uyarak, Bayan Greftın'ın dilimizdeki ilk kitabını bitirdim.
Kinsey Millhone adındaki koşucu dedektifimiz, tam sekiz yıl önce davası kapatılmış, sanığı artık tahliye edilmiş (zaten dedektifimizi de tutan o!) bir davayı çözmeye uğraşır. Olaylar gelişir. Şöyle özetleyeyim: serinin başka kitaplarını da edinmiş olmama karşın ancak seferberlikte okunur. Gerçi şu anda seferberlikte sayılırız (işyerim vardiyalı sistemden tamamen uzak çalışmaya geçti (kapadık yani!)). O halde kafa boşaltma aktivitesi olarak tercih edilebilir. Siz bilirsiniz.
Kinsey Millhone adındaki koşucu dedektifimiz, tam sekiz yıl önce davası kapatılmış, sanığı artık tahliye edilmiş (zaten dedektifimizi de tutan o!) bir davayı çözmeye uğraşır. Olaylar gelişir. Şöyle özetleyeyim: serinin başka kitaplarını da edinmiş olmama karşın ancak seferberlikte okunur. Gerçi şu anda seferberlikte sayılırız (işyerim vardiyalı sistemden tamamen uzak çalışmaya geçti (kapadık yani!)). O halde kafa boşaltma aktivitesi olarak tercih edilebilir. Siz bilirsiniz.
14 Mart 2020 Cumartesi
"Gecedeste" Gündeste'nin Devamı.
Şiire de hiç meyyal değilim ama Ferhan Bey'in yazdıkları bambaşka!
"Gündeste"yi bu sefil güncede tanıtalı yedi yıl olmuş. Bestami Bey sağolsun (bizim de kendimize göre var bir erken uyarı sistemimiz!) Gecedeste'yi müjdeleyince hemen aldım, koydum yatağımın başucuna. Yaşadığımız bu "ilginç" günlerin (ne var sırada zombi istilası mı? çünkü depremsavaşsalgıntoplumsalerozyonhırsızlıkdikta gördük geçirdik kısa zamanda) kanırttığı zihinsel masaüstü; uyumadan önce hoşluk ister. O zaman açtık gecedeste'yi, uyuma saatini geçire geçire okuduk. Hemi de ağır okumaların arasında, yoğun günlerin sonunda. Hep bir gülümseme (kimi zaman buruk da olsa) ile uykunun yumuşak pamuklarına sarındık.
Gündeste'yi okuyana tanıtmaya gerek yok ama yine de söyleyeyim: büyük harfsiz, noktasız, virgülsüz, durduraksız (bir tek apostrof var (o da aman vermez kibarlığından)) akan bir nehir. Kronolojik bir gayret de olmadığından nereden isterseniz başlayabilirsiniz. Ferhan Bey'in hayatının bir bölümü (bazı yerler daha altı çizilmiş (mavi tur, casus avrupa'da ve elbette aşklar)) hissederek aktarılmış. Ancak şöyle de söylemeliyim ki: gündeste'nin zihne takla attıran satırlar, gecedeste'de daha az. Alttaki kuplede Ferhan Bey de söylüyor zati.
Fakir 80'li yılların başında Küçük Sahne'de oyunlarına gitti, alt kattaki kulis barda sohbetlerine kulak kabarttı, Ferhangi Şeyler'i on yılda bir değişik yerlerde izledi, en son Ankara'daki gösteriminden sonra kitaplarını imzalarken gördüm ustayı. Her gelene aynı naif zerafetle edilen bir kaç kelam, gülümseme, şahsa münhasır bir satır karalamaca (oyundan sonra bu zahmete katlanan oyuncu görmedim ben). Bir söyleşide Rasim Öztekin'in "Ferhan Abi, eli ne kadar darda olsa da bizim sigorta primlerimizi hep zamanında ve tam olarak ödedi. Sayesinde emekliyiz çok şükür!" dedi. Başka yaptıkları da var, duymadıklarımız bilmediklerimiz var. Daha yazacak çok şey var.
Nebliyim, keşke biraz daha iyi davransaydı pankreasına. Yine de motivasyon kalkındırır bünyeyi.
Bu kitap Gündeste'ye benzerse, on yıl sonra karaborsa. Tükenmeden edinmek, okuduktan sonra güzel bir rafta saklamakta fayda var. Daralınca açılası...
cin tonikler içiyorum
gündeste'mi okuyorum
sanki başka biri yazmış gibi
içindeki bu şair nereye gitti
13 Mart 2020 Cuma
Gündeme Karşı Monty Python! "The Holy Grail" ve "The Meaning of Life"
Gündem fena geliyor insanın üstüne. Memleketiminki yetmezmiş gibi korona şeysi, çekirgeler, göktaşları (başımıza taş yağacak diyemiyorum, o da bulundu!) antraktsız bir korku filmi yok dehşet operası (hem korkunç, hem sıkıcı) gibi.
Ne mi yapıyoruz? Açıyoruz montipiton filmleri, yanımızda yöremizde her türünden müskirat, yaslanıyoruz arkamıza. Bir saat sonra pırıl pırıl şımşıkırdak oluyoruz.
Şu aşağıda gördüğünüz altı deli adam, bir dönem değişik bir mizah anlayışı yarattılar. Muhalifliğin dibine vurdukları bu mizahı günümüzde yapabilmek cesaret ister (bakınız! bu mizahı bugün İngiltere'de yapmaktan bahsediyorum, güzel ve yalnız ülkem bu kategoriden elbette ki azadedir).
Daha önce bu güncede "The Life of Brian"ı yazmaya çalışmıştım (8 yıl kadar olmuş). Bu meyanda, çetenin diğer filmlerini de izledim, daraldıkça da izliyorum. İkisinin afişi yukarıda, birinden başlayacaksınız, "Hayatın Anlamı"ndan başlayın. Aileye, devlete, askerliğe, dine, ahlaka, dayatılan gerçekliğe hülasa aklınıza ne kadar düzen geliyorsa hepsine çok akisli bir fika (bunun anlamı Hulki Aktunç'un argo sözlüğünde vardı ama aradım taradım bir yığın rafın içinden o pek kıymetli sözlüğümü bulamadım) çakıyorlar. Ayrıca hindistan cevizi kabuklarının tıktıklamasıyla ata biner gibi yapan Kral Artur gözlerimin önünden gitmiyor. Son olarak sadece kutsal kase'deki şu sahne üzerine düzinelerce mem (bunun anlamı için de bir zahmet Richard Dawkins okuyalım!) türetimi var.
Şu günlerde izlenmesi zihne cila olur...
Yukarıdaki şarkı da insanı kendinden alır.
"Tarihin bilinçdışı: popüler kültür üzerine denemeler" Farklı Perspektifler...
Okumayı öğrendiğimden beri bilimkurgu okuyorum. Son on yıllarda bir de polisiye çıktı. Ondan da kâm alıyorum şükür. Ancak bilimkurguda (biraz da zorunluluktan) derin okumalar yapmaya başlayınca Sayın Somay'ın yazdıklarını okumamazlık edemedim. Bu bağlamda (hanimiş benim fularım?) popüler kültür üzerine denemelerinin bulunduğu 150 sayfalık bu kitabı da okumuş oldum.
Girizgah dahil yedi bölümden oluşan kitap, BK ve polisiye müptelalarına gelir, popüler kültürün bilinçaltını anlamaya çalışan kâriye de gelir. Ama bir mahzuru var! Metinleri iyice idrak ederek kıraat ederseniz, zihninizi boşaltmak için okuyacağınız bilimkurgu ve polisiyeden eskisi kadar haz alamayabilirsiniz. Nedir: bilimkurgunun pozitivist, polisiyenin ise rasyonalist olduğunu öğrenir, felsefenin bu ana akım olmayan edebiyatta ne kadar cisimleştiğini idrak eder, olaylara farklı açılardan bakmaya başlarsınız. Eğer sığ okumaların verdiği sonsuz mutluluktan şikayetçi değilseniz hiç yaklaşmayın. Velakin insanevladı meraklı varlık. Merakınızı öğrenme ile tatmin yolundaysanız okursunuz, iyi de olur...
6 Mart 2020 Cuma
"Başka Dünyalar Mümkün" Sadece Bilimkurgu Müptelalarına!
2007'de çıkmış, 248 sayfa. Bilimkurgu ile derin hemhal oluncaya kadar haberim yoktu. Bu yolda görmezden gelinemeyeceğini gördük ve edindik.
Bu konudaki önemli isimlerin yazıları ve ropörtajları gırla gidiyor. Ursula Hanım'dan, Philip Bey'e, J.G.Ballard'ın ropörtajından, Bayan Lem'in sevgili oğlu Stanislaw'ın PKD için dediklerine (ki en çok merakla okuduğum bölümlerdendir) ve daha neler...
Ancak kitaba hallenmeden önce dikkate alınması gereken bir şey var. Çeviriler güzel olmasına karşın, üslup oldukça akademiktir. Kimi zaman lugate başvurmanız gereken yerler ganidir. Uzun cümleler, muğlak tasvirler, dolambaçlı anlatım yöntemleri sıkça kullanılmıştır. Konu ile hobi seviyesinden derin bir ilgiye sahipseniz alır okuyabilirsiniz ama değilseniz: size gelmez!
4 Mart 2020 Çarşamba
"Portrait of a Lady on Fire" Sağlam Aşk Filmi.
Sinemayla benim kadar hemhal olan birkaç dostumdan ve farklı kaynaklardan önerilince dayanamayıp izlediğim filmdir.
Asil; ancak durumları yerinde olmayan (durumları yok!) bir ailenin, canı sıkılan bir annenin de isteği doğrultusunda tanımadığı bir Milanoluyla başgöz edilmesi öncesi portresinin yapılması durumu hasıl olur. Portre önceden Milano'ya gönderilip, damatın oluru alınacaktır. Başgöz kurbanı kızcağız poz vermediği için portre yapılamaz. Bunun için bir ressam, kızımıza yürüyüş arkadaşı olarak yarenlik etmek üzere ayarlanır, kızımızı gözleyip portreyi ezberden yapacaktır. Olaylar gelişir.
Pek sağlam bir aşk filmi. Cinsiyet açısından her ne kadar bildiğimiz şekilde değilse de aşkın bu kadar güçlü olarak işlendiği bir film uzun zamandır izlememiştim (özellikle son sahneler aşkın ölümsüzlüğünü süpersonik bir şekilde gösteriyordu (o yara geçmez!)). İki saati aşkın sürede, tempo çok yavaş olmasına karşın hiç ilgim düşmedi. Her plan, her sekans tablo gibi çalışılmıştı. Müzik, dekor, kostüm kullanımları minimaldi (pek de isabetli olarak). Kendi adıma keyifle izledim. İkinci izlemede dikkatli olarak izleyip ne gibi alt meşazları var? Yönetmen burada ne demek istiyor? gibi çıkarımları da yaparım ama ilk ve genel sinefil izlemesinde geçer not aldı. Haydi bakalım!