2s16d uzunca. Pek iddialı bir kastı var (Aleksandırskarsgard, Nikolkidmın, Villemdefo, Anyateylırcoy, Byörk'ün bile kısa bir rolü var). Yönetmenin pek şekil filmleri var (The Witch, The Lighthouse (izlerken fenalıklar geçirmiştim ama izlemeye değer)). Fragmandan testosteron ve destrodo fışkırıyor. Tema intikam (intikam hep satar). İskandinav efsanesi (Valkyre'ler var, uzun evler, yelkenliler falan). Dedim gideyim.
İskandinav prens Amleth, babası hayın amcası tarafından öldürülünce bir sandalla kaçarken "İntikamını alacağım Baba, Seni kurtaracağım Anne, Seni öldüreceğim Fjölnir!" diye ilenir. Olaylar gelişir.
Filmimizin ilk onbeş dakikasında fragmanda gösterilen sahneler bitince şöyle bir kıllandım. Ama hakkını yemeyeyim filmimizin serim bölümü pek şönizli (o pesten boru sesleri, aksiyon sahneleri, dekor, kostüm, estetize şiddet (nasıl oluyorsa o artık!), oyunculuklar ve sizi hemencecik içine çeken senaryo). Lakin filmimizin serim diye izlediğiniz ilk 30 dakikasından sonra senaryo aksıyor ve tırmanamıyor. Düğüm olmuyor, çözüm de içinize sinmiyor. Kahramanlarımız avara kasnak misali (şıpınişi tahmin ettiğimiz) finale varıncaya kadar vakit dolduruyorlar. Mantık aramak beyhude biliyorum ama yine de bir ip arıyor insan sarılacak. Kâh Ari Aster'in Midsommar'ındaki misali taçlar giymiş sivil cins-i latifler, kâh Yeşil Şovalye'deki gibi tekrarlayan kurgular (dağ sakiniyle yapılan (ya da yapıldığı varsayılan) düello), kâh (ilgisiz olduğu halde) vurulan şaman davulları (biliyorum Vikinglerde şamanizm var ama bu bildiğiniz Kırgız davulu!) fakire fenalıklar geçirtti.
Yalnız son sahne, sinematik açıdan beni benden aldı. (Böyle bir finali en son Corbuurmın'ın Excalibur'unda görmüş ve yine pek etkilenmiştim (Oha! 41 yıl önce izlemişim)). Şimdi düşünüyorum da "şu halini bilsem gider miydim?" diye. Herhalde yine giderdim. Öyle aman aman bir film değil (pek arada derede kalıyor, çok tökezliyor, fazla bayıyor) ama müzikler, kadrajlar, ses efektleri yüzünden beyazperdede izlenmeyi hakediyor. Öneririm de önermem de (kişisine göre değişir).
BONUS : Salgının Sinema Faaliyetlerime Etkisi. İki yılı aşkın zamandır sinemalarda film izleyemiyorum. Malum; kapalı bir salonda bir araba insanla iki saati aşkın zaman geçirmek salgında pek tavsiye edilmiyor. Son altı aydır hiç hazzetmesem de bir alışveriş merkezinin sinemasına dadanmıştık. Hafta içi suareden (21:00 matinesine suare denilirdi, bilmem şimdi biliniyor mu?) önceki seanslarda sektirmeden salonu kapatıyormuşçasına güvercinimle birlikte yalnız izliyorduk sinemada izlenmesi gereken filmleri. Ancak o da pek haz vermiyordu. Koca bir salonda tek başına film izlemek, her nedense "sinemaya gitmiş" hissi vermiyor. İnsan faktörü eksik.
İki yıldan sonra ilk kez dün, Ankara'da "sinema" titrine müsemma bulduğum yegâne salon Büyülüfener'e gittik. Kalabalık değildik (yine de bir midibüsü dolduracak kadar vardık) ama salon büyüktü, insanlar cep telefonlarını karıştırmaya ihtiyaç duymadan filme odaklanmıştı, gerilimin arttığı sahnelerde insanların gerildiğini hissedebiliyordum, ses sistemi süpersonikti, görüntü buna keza. Yukarıda anlattığım filmin ilk yarım saatinde "Ohh ne güzelmiş sinema!" diye diye izledim. Sonra film sarktı, olsundu yine de sinemaya gitmek iyiydi.
Bu salgın, (üstüne gelen türlü türlü musibetle (en önemlisi yaşadığımız ekonomik yıkımla)) sadece fakirin değil toplumun da yaşam sevincini (joie de vie mi diyor ecnebiler) emdi. Belki de bozkırın ortasında yaşıyor olmam mı baskın etmen bilmiyorum ama sokağa çıkınca, kalabalıklara karışınca şöyle ağız dolusu gülen, gözleri pırıl pırıl olan kimseleri göremiyorum. Maalesef ben de aynı haldeyim. Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, yediğim şeylerden on yıl önce aldığım hazzı alamıyorum. Bundan kötüsü olmaz dediğim anda daha kötüsünü görüyorum. Bu yılbaşında bir tahmin/temennide bulunmuştum. "Bu yaz bu salgın bitecek, bu muktedirler değişecek" diye. Ama nasıl yürekten istedim bilemezsiniz. Salgın kısmı yavaştan tutuyor galiba, darısı ötekine.