23 Nisan 2022 Cumartesi

"The Northman" Türk gibi başlayıp Alman gibi bitirmek! Bonus: Salgının Etkisinin Azalması ile artan sanatsal faaliyetlere giriş.

 
   2s16d uzunca. Pek iddialı bir kastı var (Aleksandırskarsgard, Nikolkidmın, Villemdefo, Anyateylırcoy, Byörk'ün bile kısa bir rolü var). Yönetmenin pek şekil filmleri var (The Witch, The Lighthouse (izlerken fenalıklar geçirmiştim ama izlemeye değer)). Fragmandan testosteron ve destrodo fışkırıyor. Tema intikam (intikam hep satar). İskandinav efsanesi (Valkyre'ler var, uzun evler, yelkenliler falan). Dedim gideyim. 
   İskandinav prens Amleth, babası hayın amcası tarafından öldürülünce bir sandalla kaçarken "İntikamını alacağım Baba, Seni kurtaracağım Anne, Seni öldüreceğim Fjölnir!" diye ilenir. Olaylar gelişir. 
   Filmimizin ilk onbeş dakikasında fragmanda gösterilen sahneler bitince şöyle bir kıllandım. Ama hakkını yemeyeyim filmimizin serim bölümü pek şönizli (o pesten boru sesleri, aksiyon sahneleri, dekor, kostüm, estetize şiddet (nasıl oluyorsa o artık!), oyunculuklar ve sizi hemencecik içine çeken senaryo). Lakin filmimizin serim diye izlediğiniz ilk 30 dakikasından sonra senaryo aksıyor ve tırmanamıyor. Düğüm olmuyor, çözüm de içinize sinmiyor. Kahramanlarımız avara kasnak misali (şıpınişi tahmin ettiğimiz) finale varıncaya kadar vakit dolduruyorlar. Mantık aramak beyhude biliyorum ama yine de bir ip arıyor insan sarılacak. Kâh Ari Aster'in Midsommar'ındaki misali taçlar giymiş sivil cins-i latifler, kâh Yeşil Şovalye'deki gibi tekrarlayan kurgular (dağ sakiniyle yapılan (ya da yapıldığı varsayılan) düello), kâh (ilgisiz olduğu halde) vurulan şaman davulları (biliyorum Vikinglerde şamanizm var ama bu bildiğiniz Kırgız davulu!) fakire fenalıklar geçirtti. 
   Yalnız son sahne, sinematik açıdan beni benden aldı. (Böyle bir finali en son Corbuurmın'ın Excalibur'unda görmüş ve yine pek etkilenmiştim (Oha! 41 yıl önce izlemişim)). Şimdi düşünüyorum da "şu halini bilsem gider miydim?" diye. Herhalde yine giderdim. Öyle aman aman bir film değil (pek arada derede kalıyor, çok tökezliyor, fazla bayıyor) ama müzikler, kadrajlar, ses efektleri yüzünden beyazperdede izlenmeyi hakediyor. Öneririm de önermem de (kişisine göre değişir).
BONUS : Salgının Sinema Faaliyetlerime Etkisi.

   İki yılı aşkın zamandır sinemalarda film izleyemiyorum. Malum; kapalı bir salonda bir araba insanla iki saati aşkın zaman geçirmek salgında pek tavsiye edilmiyor. Son altı aydır hiç hazzetmesem de bir alışveriş merkezinin sinemasına dadanmıştık. Hafta içi suareden (21:00 matinesine suare denilirdi, bilmem şimdi biliniyor mu?) önceki seanslarda sektirmeden salonu kapatıyormuşçasına güvercinimle birlikte yalnız izliyorduk sinemada izlenmesi gereken filmleri. Ancak o da pek haz vermiyordu. Koca bir salonda tek başına film izlemek, her nedense "sinemaya gitmiş" hissi vermiyor. İnsan faktörü eksik. 
   İki yıldan sonra ilk kez dün, Ankara'da "sinema" titrine müsemma bulduğum yegâne salon Büyülüfener'e gittik. Kalabalık değildik (yine de bir midibüsü dolduracak kadar vardık) ama salon büyüktü, insanlar cep telefonlarını karıştırmaya ihtiyaç duymadan filme odaklanmıştı, gerilimin arttığı sahnelerde insanların gerildiğini hissedebiliyordum, ses sistemi süpersonikti, görüntü buna keza. Yukarıda anlattığım filmin ilk yarım saatinde "Ohh ne güzelmiş sinema!" diye diye izledim. Sonra film sarktı, olsundu yine de sinemaya gitmek iyiydi. 
   Bu salgın, (üstüne gelen türlü türlü musibetle (en önemlisi yaşadığımız ekonomik yıkımla)) sadece fakirin değil toplumun da yaşam sevincini (joie de vie mi diyor ecnebiler) emdi. Belki de bozkırın ortasında yaşıyor olmam mı baskın etmen bilmiyorum ama sokağa çıkınca, kalabalıklara karışınca şöyle ağız dolusu gülen, gözleri pırıl pırıl olan kimseleri göremiyorum. Maalesef ben de aynı haldeyim. Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, yediğim şeylerden on yıl önce aldığım hazzı alamıyorum. Bundan kötüsü olmaz dediğim anda daha kötüsünü görüyorum. Bu yılbaşında bir tahmin/temennide bulunmuştum. "Bu yaz bu salgın bitecek, bu muktedirler değişecek" diye. Ama nasıl yürekten istedim bilemezsiniz. Salgın kısmı yavaştan tutuyor galiba, darısı ötekine.

"Seyahat Sanatı" Neden Gezeriz? Sorusuna makul cevaplar.

 
   Neden seyahat ediyoruz? Bizi rutinimiz ve konfor alanımızdan uzaklaştıran bir maceraya neden atılıyoruz? Harari'nin daha önce burada yazmaya çalıştığım kitaplarından birinde: seyahat uğraşının sermaye birikiminden sonra ortaya çıkan ve genellikle kapitalizmin insanlara dayattığı "başka kültürleri hazmet!" mottosundan zuhur ettiği" iddia ediliyordu. Şöyle bir tarihi incelediğinizde görüyorsunuz ki, eğer tüccar değilseniz bulunduğunuz yerden uzaklaşmanıza pek gerek duyulmuyordu. Meğer ki gezginliği bir meslek olarak benimsemediyseniz, dini yayma, ticaret yapma gibi saikleriniz yoksa haliniz vaktiniz yerinde olsa bile kimseler yerinden kımıldama gereği hissetmiyordu. Ancak günümüzde işler değişti. Artık azıcık bitimiz kanlanınca zıplayacak mecralar arıyoruz. Pekiyi (üstelik hiç de ucuz olmayan) bu işe neden kalkışıyoruz. Santrfüj etkisi denen bir şey elbette ki var. Herkes öyle yapıyor. Bizim neyimiz eksik? Gelsin tur araştırmaları (bu tur denilen şeye ciddi gıcığım var ama o başka bir yazının konusu olsun artık). Girizgah fazla uzadı. Hemmen kitaba geçiyorum. 
   263 Sayfa, 5 bölüm. Barbados, Amsterdam, İngiltere Göller Bölgesi, Provence (Fransa) güzergahları üzerinden seyahat etme nedenlerimiz üzerine kalem oynatılıyor. Her bölümde, okuduğunuz satırları daha iyi anlamanızı sağlayacak bolca görsel öge de var. 
   Bu seyahat denen iptilaya teşne olduğumdan, okuduğum satırların fakir üzerinde etkisi gani oldu. Evet seyahat ediyoruz, yeni yerler görüyoruz ancak bunları hangi saikle yapıyoruz? Her seyahat bizi biraz değiştiriyor. Taktığımız at gözlüklerinin boyutu her menzilde küçülüyor ama bunu aslında neden yapıyoruz? Bu soruların önemli bir kısmına cevap aldım (elbette kendi adıma). Eğer seyahat edebilme lüksüne sahipseniz (buradan aklınıza hemen Phi Phi adaları, Yucatan, Chicken Itza falan gibi yerler gelmesin, kitapta bir yatak odasının içindeki seyahatten dahi bahsediliyor, önemli olan bildiğiniz yerler dışında biryerlere gidebilmek (burası Çorum da olur, şehrinizde daha önce gitmediğiniz bir park da)) öneririm. 

Yazarın "Yücelik" bölümünde Edmund Burke'den verdiği öküz ve boğa benzetmeleri (S.176) fakiri fena halde afallatmıştır. Üzerine düşününce çok doğru geliyor!

14 Nisan 2022 Perşembe

"İnsanlar" Bilimkurgu olmayan Bilimkurgu.

 
   40'lı yaşlarını süren matematik profesörü Andrew Martin, çözülemeyen bir problemi çözer. Asal sayıların gizemini ortaya çıkarmıştır. Ancak bu çözümün insanlığın önünde olmadık kapıları açacağını gören üstün varlıklar olaya müdahil olurlar.
   Şimdi böyle yazınca (üstün varlıklar falan!) bir bilimkurgu romanı okuyacağını zannediyorsunuz ancak sayfalar akınca işin öyle olmadığını; o ögelerin romana insanlığa tamamen farklı açılardan bakmak için yerleştirildiğini anlıyorsunuz. 280 sayfalık roman kolayca bitiyor, dili akıcı, kimileri bir sayfalık bölümler ilginç tatlar bırakıyor dimağınızda (ölü ineklere konulan cafcaflı isimler vs.). Nedir: bilimkurgu değil, insanlığa yapılan ince bir eleştiridir. Bu açıdan hem en iyi roman hem de en iyi bilimkurgu ödüllerine aday gösterilmesine şaşırılmamalıdır. Ancak ödül alırsa şaşırılabilir zira ne iyi bir bilimkurgu ne de şükela bir romandır. Yine de vakit geçirmek için televizyon seyretmekten iyidir.

8 Nisan 2022 Cuma

"Ezbere Yaşayanlar" Davranışlarımızın Etimolojisi.

   366 Sayfa (ama 41 sayfası kaynakça). Daha ilk sayfadan Ferhan Usta'dan bir alıntıyla kalbimizi kazandı. Muharriri (gerek akademik gerek birikim olarak) pek donanımlı. Yedi bölümde altı davranışın kökenini inceliyor. Farklılıklara tahammülsüzlüğümüz, büyü ve fala olan irrasyonel inancımız, dedikodunun dayanılmaz cazibesi, farkına varmadan insanları konuşmalarına göre sınıflandırmamız, cinsiyete göre meslek ayrımı yapmamız, hediyeleşme&ısmarlama alışkanlıklarımız; antropolojik/sosyolojik/psikolojik ve hatta psikiatrik olarak teşrih masasına yatırılıyor ve bu konuda yapılmış çeşitli bilimsel araştırmaların, toplumumuzun kendine özgü değer yargıları ışığında açıklanıyor. 
   Yazarımızın dili oldukça akıcı, sayfaların derkenarında karşımıza çıkan kutu bilgilerde&karekodlarda konu ile ilgili dikkatinizi canlandıracak videolar, ropörtajlar, bilgiler var. Bölümleri akademik sıkıcı metinden ayıran şey dipnotların olmaması ama ESG referans verirken referansların sahiplerini olduğu gibi metinde kullanarak "bakın bunu yazıyorum ama işkembeden yazmıyorum, isteyen makaleyi bulur okur!" göndermesi yapmayı ihmal etmiyor. Ancak birçok olgunun yanına ingilizcelerinin yazılması kimi zaman rahatsız edici. 
   Fakir; sosyal antropolojiye biraz meraklı olduğundan daha önce yaptığı okumalarda, kitapta verilen davranışlarımızın kökeni hakkında birtakım bilgilere sahip olduğundan bazı fikirleri de vardı. Kitapta daha önce bildiklerimden farklı olan pek az şeye erişebildim. Zaten yazarın amacı "şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın" demek değil. Daha ziyade yaptıklarımızı niye öyle yaptığımızı açıklamaya odaklanmış. 
   En çok ilgimi çeken bölüm ise sonuç olan yedinci bölümdü. Bu bölümde "Kendimizi geliştirmek için neyi, nasıl okumalıyız?" sorusu cevaplanmaya çalışılıyor. Yazarımızın düşüncesi: "Zor metinleri okumak; derinliğine düşünebilme, karmaşık kavramları anlayabilme, bir fikri belirli bir bağlam içinde değerlendirebilme, farklı olayları karşılaştırabilme, bir argümanın artılarını ve eksilerini tartabilme ve bundan da önemlisi yaratıcı fikirler üretebilmeyi öğretecek bizlere. Tüm bunlar özel yaşamdan iş hayatına kadar işimize yarayan ve popüler kültürün sürekli slogan haline getirdiği özellikler değil mi aslında? Çocuklarımızı pahalı okullara sırf bu yüzden yollamıyor muyuz?" şeklinde ve elbette ki doğru. Akademik okuma yapmayı öğrendikten sonra (ki bu 50 yaşından sonra gerçekleşmiştir) yazarın belirttiği kimi meziyetlere ünsiyetimin arttığını gözlemledim hakikaten. Ancak bu kapasite artışı ruhumu her zaman yükseltmedi. Bunun için bilimsel bilgi dışındaki kaynaklara yöneldim sıklıkla. Roman, öykü, deneme, (pek nadiren) şiir beni hep hayata karşı daha mukavim kıldı. Onunçün daha donanımlı olmak adına son bölümde yazılı tavsiyelere uysak da sizi iyi hissettiren şeyleri okumakta da bir beis yoktur bence. Steinbeck'in "Sardalya Sokağı"nı okumakla daha rasyonel kararlar almazsınız ama bitirince derin bir nefes alarak gülümseyebilirsiniz. Bu da az şey değildir.
   Yazı uzadı, uzar. Kısa keselim Aydın abası olsun. Kitabımız okumalara seza. Altını üstünü çizdiğim pek çok yer var. Öneririm.