25 Eylül 2021 Cumartesi

"Uçuştan Uçuşa" Ursula K. Le Guin'den Alternatif Evrenler Kataloğu

   Önceden belirtelim: 203 sayfalık bu eser bilimkurgu romanı değil, alternatif evrenler katalogudur. İçinde roman kahramanı, dramatik örgü, serim/düğüm/çözüm gibi edebi ögeler bulunmaz.
   Kitabımız Bayan Guin'in "Bu kitap, hava yolculuğunun sefaletinin tamamen havaalanlarını ve havayollarını işleten şirketlerin işi gibi göründüğü, henüz mağaralardaki sakallı bağnazların katkıda bulunmadığı zamanlarda yazılmıştır. Her şeyle dalga geçmek kolaydı o zamanlar. Ne de olsa mesele sadece sıkıntıdan ibaretti. İşler değişti artık, ama Sita Dulip Yöntemi'nin dayandığı ilkeler hâlâ geçerli. Hata, korku ve ıstırap bütün icatların anasıdır. Sıkışmış beden aklın hürriyetini bilir ve ona değer verir." sözleriyle açılış yapıyor. 
   Zannımca Ursula Ablamız uçuş arası aktarmalarda geçirilen boş zamanlarında böyle bir şey kaleme almıştır. Ursula Ablamız (toprağı bol olsun!) bu pek sıkıntılı zamanlarda (uçuşa daha saatler vardır, çevrenizde konuşacak kimse yoktur, birşeylere odaklanmak zor, uyumak zahmetlidir (tek başınızaysanız özellikle)) şu garip Dünyamızda gözüne batan garabetlere yönelik olarak; alternatif evrenler oluşturmuş ve kimisi kısacık kimisi ise "eh işte" uzunlukta dünyalar kaleme almıştır. Yarattığı alternatif evrenler dünyamızdan izler taşımaktadır muhakkak. Genetiğin dibine düşen, uçmanın peşinden giden, ölümsüzlerin devasa pırlantalara dönüştükleri evrenleri keyifle okudum. Ancak ilk paragrafta da belirttiğim gibi "Uçuştan Uçuşa" bir bilimkurgu romanı olarak başına oturulacak bir metin değil. İstediğiniz yerden başlarsınız, uzun uçuş arası aktarmalarda okunursa cuk oturur, her evrende kendi yaşadığımız dünyaya atıfları bulabilir, bunların üstüne kafa yorabilirsiniz. Keyiflidir yani. 

18 Eylül 2021 Cumartesi

"Best Sellers" Naif Bir Edebi (edebiyat endüstrisi) Film Örneği.

   Maykılkeyni pek severim (iyi ve hatta çok iyi aktördür), Obriplaza'nın da iri gözlerine bayılıyorum (taa Legion'dan beri), film Kanada yapımı (kendine özgü bir naifliği olur bunların) üstelik yayım dünyası/edebiyat hakkında. Böyle olunca oturup izlemek şarttır.
   Bitmiş ama okeye dönen bir yayınevinin sahibi lusistenbriç, babasının çok iyi bir yere getirdiği işletmeyi pek de iyi döndürememekte hatta bir zamanlar sevgilisi olan yırtıcı rakibe (sen ne hayın adamsın ceksinkler) satma arefesindedir. Bu arada yayınevini abad eden münzevi bir yazarla yapılmış (Salinger ve Trevanian'ın kulakları çınlasındır) ve hala geçerli olan bir kontrat bulunur. Buna göre; 1970'lerde çok parlak tek bir roman yazmış herisşov, yayınevine bir roman borçludur. Yalnız herisşov, 50 yıldır ortalarda görünmemektedir. 1s40d'lık filmimiz, içinde aksiyonkovalamacapatlayankurşunlaruçuşanarabalar olmadan, kitapkurdu seyirciyi şıppadanak içine çekmektedir.
   Sinema sanatı adına hiç bir önemi yoktur. Edebiyat için de aynı şey söylenebilir (zaten bu sanatın bir endüstri olduğu bibliyofiller (ne işim olur bibliyofille) kitapseverler tarafından biliniyor). Yine de artık edebiyatın nasıl yönlendirildiği (ergenöncesi dönemdeki bir bücürün 4 milyondan fazla takip edilen kitap vlogu vs.), çöp yazarların nasıl çoksatar olduğu gibi edebiyatla ilgili bazı bölümleri olsa da; verilen/tutulmayan sözler, ahde vefa, sevgi, aile (ve yalanları) gibi yerlere de göndermeleri fena değil. 
   Bendeniz kitap okumayı sevenlerden olduğum için filmi pek beğendim. Ama herkese gelmez.
HAMİŞ: Herisşov'un yazdığı romanların bilimkurgu olmasına karşın içinde pek şükela aforizmik paragrafların olması da ayrıca içimi ısıttı.

"Hükümdar" Niccolo Machiavelli'den Acı Gerçekler.

 
   Bahtsız Nikolo Kötüçiviler (Soyadı Mali clavelli kökeninden gelmektedir) 15. ve 16. yüzyıllarda (İtalya için pek bahtsız bir dönemde) yaşamış. İtalya bir bütün değil, küçük küçük beylikler, prenslikler, dükalıklar, hükümdarcıklar gırla gidiyor. Hepsi birbirinin kuyusunu kazma peşinde. Azıcık okuma yazma bilen, mürekkep yalamış ve kafası çalışan her kişi gibi Nikolo'cuk da asillerden ikbal bekleyen tayfa arasında (bu gerçeği, işbu neşriyatın sonunda yazdığı mektuptan anlıyoruz). Bu karışık dönemde çeşitli idari kademelerde çalışan ve tarih okuyup dönemi ile karşılaştırmalar yapan yazarımız, bir yöneticiye rehber niteliğindeki kitabını 1513'de yazar. 
   26 Bölümlük eserde, genel olarak yöneticilerin izleyeceği davranışlar, stratejik düşünme, günahları aklama, yönetim tarzlarına ait sınıflandırmalar, bunlara nasıl davranılması gerektiği gibi bilgiler bol bol tarihi örneklerle anlatılıyor. 
   O dönemin hükümdarı, (günümüzün devleti de diyebiliriz) temel olarak düşündüğümüzde insanevladının birarada yaşamaya başlamasından beri bizzat kendileri tarafından oluşturulan bir enstrüman. Bireysel aklımız, toplumsal düzenlemeleri yapmak için yetersiz. Aramızdan bir grup stratejik düzenlemeleri yapsın diye piramitin üstüne yerleştiriliyor. Bunlar da (çoğunlukla piramitin altını sömürerek) yönettikleri kitle adına kararlar alıyorlar. Nereden bakılırsa bakılsın istismara pek açık bir sistem!
   Hükümdar (çoklukla bilindiği adıyla "Prens" "IL PRINCIPE"), bu istismarın nasıl gerçekleşeceğini (kendince haklı nedenlere dayandırarak) açıklıyor. Sözünde durmamanın haklı gerekçeleri, toplumu kendine bağlamak için sevgi değil korkuyu kullanmanın nedeni (ki acı ama gerçektir bunda haklılık payı var (sevgi bireyin kendisinin koyup kendisinin kaldırabileceği bir bağken, korku bireyden bağımsız olarak oluşur ve kendiliğinden kalkmaz)), çevrendeki bilgelerin nasıl seçileceği, korku oluştururken kendine yönelik nefretin nasıl engelleneceği (garip bir dilemma "korkmak ama nefret etmemek") gibi prensipler, tarihi ve mantıksal gerekçelere dayandırılarak Hükümdar'a bilgi veriliyor. 
   Bir Fransız deyişi var: "İki şeyin yapılma aşamasını insanların bilmemesi gerek: Anayasa ve Sosis". Buradaki anayasa yerine toplumların yönetilmesini de koyabiliriz kolayca. Makyavel de toplumların yönetilirken uygulanan prensipleri acı bir şekilde önümüze koyuyor. Kitabın haklı ünü; kitlelerin nasıl yönetildiklerine dair ilkelerin halkın eline geçmiş olmasından kaynaklanıyor.
   Yazıldığı dönem kadar günümüzü de etkileyen bir kitap. Büyük bir bölümünün günümüzü ilgilendirmemesine karşın o yüzde yirmilik bölümü için bile okumaya değer.
HAMİŞ: İş Bankası Yayınlarının HAY Klasikler dizisinin hepsinin başında dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel'in bir önsözü vardır. Okudukça gözlerim yaşarır. Bu seriye aşina olanlara, eski (ve hatta daha eski) Türkiye'nin ruhunu anlayabilmek adına bir iki dakika ayırıp okumalarını öneririm.

15 Eylül 2021 Çarşamba

"The Perfect Dictatorship", "La dictadura perfecta" yahut Aptal Kutusunun B.k Kutusuna Dönüşümü.

 2 Buçuk saate yakın (2s23d) bir Meksika sineması örneği. Hiç bir tanınmış oyuncu yok. Oyunculuklar kötü zaten. Müzikler, dekorlar, kostümler, kurgu çizgi altı. Kimi zaman esnemeye engel olamıyorsunuz. Senaryonun kimi yerleri ciddi abartı (ama zaten komedi olarak geçiyor türü). Şimdi böyle yazınca "neden bunu yazıyorsun arakolpa" diyenleriniz olabilir. Olmasın! Iskalanmaması gereken bir kordeladır da ondan.
   En kodaman prezidente olmadık bir gaf yapıp sosyal medyada yayınlanınca, televizyoncular "Çin Kutusu"nu devreye sokar, bir ekibi başka bir küçük rezaleti parlatmaları için perişan bir eyalete gönderirler. Ancak buranın valisi de pek kurnazdır. Olaylar gelişir.
   Bize benzer coğrafyalarda hep aynı şeyler mi yaşanıyor diye kendinize sormadan geçemiyorsunuz. Bazı replikler ("benim gazeteyle işim yok, benim kitlem gazete okumuyor, hiçbirşey okumuyor. Televizyon en büyük silahımız") cuk oturuyor. Gerçeğin, haberin, haberciliğin nereye evrildiğini çok güzel görüyorsunuz. Televizyonun ve medyanın iktidarın nasıl bir enstrümanı olduğunu haşyetle izliyorsunuz. 
Netflikste izleyecek, izleyince sizi değiştirecek birşeyler arayanlara birebir!

"Venüs" Şebnem İşigüzel'den Hayalkırıklığı (bence)!

   İstanbul Boğazının ortasında bir sandalda başlayan doğum, sesleri duyan Padişah kayığının oraya seğirtmesi, sandalın su alması gibi fülfürüşlü bir açılış yapan romandır. Başrol ve yardımcı roller kadınlarındır. Serbest bilinç akışıyla yazılmış gibi daldan dala atlamakta, azıcık anlamaya başladığımız yerde kendimizi başka bir fasılda bulmaktadır zavallı okur. Öyle böyle 37 yıllık bir yaşamın ucundan sirayet etmeye çalışıyoruz (1908-1945 (dönem güzel ama)). 
   Kendi adıma yazacak olursam: diğer kitapları kadar hazzetmedim Bayan İşigüzel'in bu 240 sayfalık romanından. Bir kere fakir de Kosova göçmeni olduğu için kullanılan dildeki "Bre, Fesupanallah, Ayol"lardan gına geldi ve yadırgadım. Bizim lehçemiz böyle değildir. Kimi bölümlerdeki büyülü gerçekliği de romana bir türlü yakıştıramadım. Altını üstünü çizdiğim yerler olmadı. Zar zor aktı, güç bela bitti. Yine de siz bilirsiniz.

5 Eylül 2021 Pazar

Ağustos'un Özeti

 


   Ağustos'ta internetin olmadığı yerlerdeydim. Haliyle ağ güncem boş kaldı. Kitaplar okudum, filmler izledim. Sonra döndük bozkıra, dedim: "özet de olsa yazayım okuduklarımı, izlediklerimi". Bu arada ruhumun bedenimi yakalaması için bir iki gün geçsin derken Eylül'ün ilk günü hem Ferhan Bey'in, hem de İnci Hanım'ın kayıp haberlerini aldık. İkinci gün de Mikis Bey onlara katıldı. Ölüm Yaradan'ın emri. Bu kişiler de (hiçkimse de) bundan istisna değil. Üstelik yaş aldıkları (İnci Hanım, Mikis Bey), sağlıkları pek iyi olmadıkları (Ferhan Bey) için bekliyordum böyle haberleri. Yine de nebliyim (belki de yerleri boş kalacağı için) iyiden hüzünlendim. 
   Ferhan Bey'in "Ferhangi Şeyler" oyununu, ilk kere küçük sahne de olmak üzere en azından üç kez izledim. Başka oyunlarını da (birer kere olmak üzere) gördüm. Külliyatını okumuş bulunmaktayım. Kitapları da raflarımdaki seçkin bölümde durur. Bu ağ güncesinde de kimi kitaplarını yazmıştım (şöyle aşağıya bırakayım da, belki bakılır). 
   İnci Hanım desen klasik müziğin en temiz gırtlaklı icracılarındandı. Her yorumunu büyük bir iştiyakla hazmederdim. Bitince de huzurdan ve sükunetten başka bir şey kalmazdı dimağımda. Onun diksiyonu hiçbir soliste benzemezdi. Onun da bir kaydını bırakalım şuraya
   Mikis Bey'i ise canlı olarak Açıkhava Sahnesi'nde (benim dönemimde açıkhava dediğiniz zaman aklınıza tek bir yer gelirdi) Zülfü Livaneli ile canlı olarak görme fırsatım oldu. İcracı değil (şarkıya eşlik etmesindeki mütevazılığı hatırlıyorum da) ama müziği tartışılmaz. Hayatının sonlarına doğru (gençliğinin aksine) aşırı sağa kaysa da, sanatçı olarak değerini eksiltmez. Onun da bir kaydını şöyle bırakalım.
   Velhasıl Eylül biraz sert başladı. Hazmı zor.
   Kitaplardan başlayalım:
AKIL ÇAĞI
   Bay Paine'in zor bir hayatı olmuş. Ulema takımından olmadığı halde, bu takımın en alimlerinden daha bilge olduğu kesin. ABD'nin isim babalarından, Fransız Devriminin teorisyenlerinden (ve devrimin yediği çocuklarından). İşbu neşriyatın ilk bölümünü hapishanede yazıyor. Öyle ki elinde referans alacağı basit bir din kitabı dahi yok. Buna karşın sağlam argümanlar ileri sürüyor. 
   Cumhuriyetin ilk yıllarında Hasan Ali Yücel, tercümesini yaptırıp yayımlatıyor. Herhalde çok kişi okumadı ki, halimiz ortada. İş Bankası da güzel bir iş yapıp, yeni edisyonlarını günümüzde yayımlıyor. 
   Paine kısaca diyor ki: benim aklım var, kullanabiliyorum, yaratıcıya inanıyorum, bana gönderdiği bir mesaj var, Dünyaya ve evrene baktığımda bunu ayan beyan görebiliyorum. Ama mevcut dinlerle bu mesajı ve yaratıcı kavramını bağdaştıramıyorum. İlk bölümü oluşturan bu anafikirden sonra ise başlıyor elindeki argümanla (Hristiyanlığın kutsal metinleri) mantığı ve akılı çalıştırmaya. 
   Özetlemesi zor. Hristiyanlığın kutsal metinlerine bakıp karşılaştırma yapabilirsiniz. (Fakir, aynısını Turan Dursun külliyatı için yapmıştı) Burada inananları tahkir etmeyelim (dinin şüphesiz faydaları vardır. Son yıllarda okuduğum Diamond'un kitabı "Düne Kadar Dünya"da bunun çok pratik açıklamaları vardır) Ancak aklınızı kullanırsanız ve mantığınızı çalıştırırsanız, işiniz zor! Onun için "aman sütüm taşmasın" düşüncesindeyseniz hiç yaklaşmayın. Yok omuzlarınızın üstündeki kitlenin frontal lobunu genelgeçerin aksine fazla kullanıyorsanız, kaçırmamanız gerekir. 

KURT KANUNU
   İzmir Suikastini bilirsiniz. Ziya Hurşit, ispiyoncu kayıkçıyı falan. Hayır efendim bilmiyorsunuz! Sarı Paşa ile İttihatçıların hesaplaşmasının finali gözüyle bakabileceğiniz bu olay, Kemal Tahir'in (İttihatçıların gözünden) kaleme aldığı bombastik bir romana dönüşmüş. 304 sayfalık romanda Tahir'in kendine özgü üslubuyla Abdülkerim Bey, Küçük Efendi gibi suikastin önemli failleri üzerinden dönemin güçlü bir portresini çiziyor. Hem dönemin ruhunu anlamak, hem yazarımızın üslubunun demini almak, hem de tarihi altyapınızı güçlendirmek için her türlü okunur. Bu arada Kurt Kanununa göreni düşeni yerler!
DERİNİ YÜZECEĞİM

   Kemal Tahir hapishaneden çıkınca geçim derdi başgösterir. O da F.M. İkinci takma adıyla Mayk Hammer kitapları yazar. İşte bu kitapların ilkidir neşriyatımız. Tophaneli tavırları ile Mayk Hammer "temeline tükürdüğümün Niyorkunda" cinayetleri aydınlatır. Eminim Mickey Spillane'in orijinal Mike Hammer serilerini okusanız bu kadar hoşunuza gitmez! Tahir'in üslubu güzel, olay örgüsü şımşıkırdaktır. Başlayınca bitirdiğinizi anlamazsınız. Yalnız feministlerin uzak durması gerektir. Zira yazarımız (dönemin ruhu gereği sanırım) kadınlara hep bir aptal sarışın rolü biçmiştir. Bunun Tahir'in kendi tercihi olmadığını diğer romanlarına bakınca anlıyoruz ancak tür gereği bu tip bir iş çıkardığını zannediyorum. Velhasıl: yazın okunacak romandır.
GECEYARISINI 2/4 GEÇE
  
   Sai King'in işbu kitaplarını okuyalı temiz bir 35 yıldan fazla olmuştur. Dedim "Foça'nın nemli (Foça Ağustos'ta ilk kez bu kadar rüzgarsızdı, taşlardan ateş çıkıyordu) sıcağında gider, bir başlayayım". Çok ilginç: sadece bir kez daha okumamış olmama karşın kimi bölümler olduğu gibi aklımdaydı (artık nasıl bir silinmez iz bıraktıysa zihinde). Ancak zamanla beğeniler değişiyor herhalde. Aradan geçen zamanda King üslubunu, kurmacasını çok daha fazla geliştirmiş olacak ki, ilk okumadan aldığım hazzı alamadım. Zamanımızın okurları da alamayacaklardır muhtemel. O yüzden ("Gece Yarısını Dört Geçe" yeniden basıldı sanırım) okumasalar da olur.

Şimdi de filmler.
PIG
   Niklıskeyc, kumar borcundan mıdır, harcamalarının hesabını yapmadığından mıdır nedir bir finans sorunu yaşıyor son yıllarda. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak kendisini hep ikinci üçüncü sınıf sinema filmlerinde görüyoruz. Bütçesi az yapımcı, kötü bir yapımı kanatlandırıcı faktör olarak kendisine az bir ücret ödüyor ve Keyc bey de (parasızlık zor zenaat!) mecburen kabul ediyor. Bu kötü bir sarmal. Kendisini kötü filmlerde izleyen sevenleri için izlenilirlik kredisini düşürüyor. Kendisi asla kötü oyuncu değil (Bkz. Matchstick Man (bunu çok kereler izlemişliğim vardır)), sadece parasını nasıl idare edeceğini bilmiyor.
   Bu iyi aktörün kapıldığı bu kötü sarmalın dışında bir film Pig. Pek bilinmeyen bir yönetmenin (sadece televizyon işleri ve kısa filmler çekmiş) ilk uzun metrajında (üstelik de ilginç bir karakterde) risk alıp girmiş. İyi de yapmış.
   İnsanlardan uzak bir ıssızda münzevi bir efsanevi şef Rob (aynısının Türk ve müzisyen örneği için Bkz. Ergüder Yoldaş). Rob'un dünyevi ihtiyaçları için bulduğu mantarları arayan domuz arkadaşı, restoran mafyası tarafından kaçırılır. Olaylar gelişir.
   Oyunculuklar çok iyi, renkler, kadrajlar, çekimler, müzikler çizgi üstü. Senaryo biraz sorunlu, bir çok mesajı vermeye çalışıp kendini ziyan ediyor. Yine de Bayan Keyc'in oğlunu böyle filmlerde izlemeyi özlemişim. Öneririm yani.
NO SUDDEN MOVE
   Yönetmen iyi (stiivınsoderberg), kast bombastik (donçidıl, beniçyodeltoro, metdeymın, brendınfreyzır, vs. (yalnız ne şişmiş adam, tanıyamadım (adeta bir canguudmın olmuş))), müzikler, dekor, atmosfer, sanat yönetimi gayet tatmin edici. Diyaloglar akıcı, bence en başarılı yönü de dönemi çok iyi yansıtması (ırkçılık, seksizm, erkek egemenliği vs.). 
   Bir grup kanunsuz insana, çok basit gibi görünen bir soygun görevi verilir işler gelişir. İki saate yakın zamanda bu kısa gibi sürecek soygunun gerçekleşmesini etkilerini izleriz. Bu kadar üzerinde çalışılmış bir işin katalitik konvertöre bağlanması fakiri ciddi hayal kırıklığına uğrattı. Şöyle söyleyeyim: mezeleri iyi hazırlanmış (girit ezme de iyi peynir kullanmışlar, fava dünden kalmamış falan), rakısı ayarınca soğutulmuş (anasonlar kristalleşmemiş ama bardak terliyor), balığı kurutulmamış (barbunların içi sulu sulu) bir ehlikeyf sofrasındasınız. Tatlı olarak künefe geliyor (üstelik şerbeti çok olmuş, künefe içinde yüzüyor). 
   Eğer Soderbergh sinemasına müptelaysanız izleyebilirsiniz. Ancak görmezseniz fazla bir şey kaybetmezsiniz.

Beş kitap ve iki filmlik tanıtım yazımızın sonuna geldik. Elbette ki başka şeyler de izledim okudum ama yazılmasa da olur. Yazılmasa olmayacak şey, yazının başındaki kayıplardır. Ölüm çok acaip bir şey. Bir anda yok oluyorsun. Nereye gittiğin belli değil. Bir iz bırakmadıysan en fazla (eğer çocuk varsa) torunların falan hatırlar seni, ondan sonra zaten dünya üzerinde hiç yaşamamışsın gibi oluyorsun. Böyle düşününce yaşasın nihilizm sonra!