30 Kasım 2020 Pazartesi

"İçeriden Ölmek" Karamsar...

 
   Gece Kanatları ve Dünyalı İstilacılar'dan tanışık olduğumuz Bay Silverberg'in nisbeten yeni (1972) yayımlanmış, 248 sayfalık bir romanıdır. 

   David Selig, insanların zihinlerine sızma, düşünceleri (ve hatta anıları, ruh halleri, niyetleri) ayan beyan görme yeteneğiyle doğmuş bir insankişisidir. Yaş aldıkça bu yetisi körelmeye başlar. Bölümler halinde geriye yapılan dönüşlerle hayatını daha iyi anladığımız başkahraman, bu yeteneğini kendisi için pek kullanmamış ve genellikle sızlanan, amaçsızca dolanan ve bir yere varamayan kişi olmuş. Olayların aktarıldığı süreç, Selig'in yeteneğinin iyiden azaldığı, karıştığı zamanlar. Oldukça karamsar ve depresif akan bir roman. 
   Bayan Tunç'un muhteşem kaybedeni Osman'dan sonra pek çekemedim doğrusu. O döneme (1970'li yıllar) dair ABD düşünsel ve sanatsal yaşantısına ilgi duyanlar alıp okuyabilirler ancak üst üste kaybeden romanları okumak bünyeyi yoruyor!

25 Kasım 2020 Çarşamba

"Osman" Ayfer Tunç'un Kaybedenler Kulübü!

 

   Öyle bir balık hafızam var ki "Kapak Kızı" ve "Yeşil Peri Gecesi"ni okumalara doyamadığım halde, bu romanın kahramanını daha önceki romanlarda hatırlayamadığımdan sıfırdan başlayarak okuduğum, 504 sayfalık en son Ayfer Tunç romanıdır.
   Romanlarda bir serim-düğüm-çözüm sıralaması olur şiarını yok edercesine çözümle başlayıp, muhtelif serim ve düğümlerle (birbirini rastgele takip ederek) ilerleyen, okudukça okurun elinden bırakmakta güçlük çektiği, baş karakter (ya da anti kahraman mı demeliyiz?) ile kesinlikle bir içsellik kuramayacağınız (ama bir şekilde anlayacağınız) şükela bir edebiyattır. 
   Profesör oğlu Osman, hevesleri olan ama çabası olmayan bir insankişisidir. Hem annesinden hem babasından kalan servet ona güzel günler yaşatmaktadır. Ancak hazıra dağ dayanmazken bir de Şebnem (Bkz. Kapak Kızı, Yeşil Peri Gecesi) faktörü çıkar karşısına. Olaylar, ilk okuduğumuz sona doğru ilerler. Ama nasıl ilerler? Burada bayan Tunç ilginç bir hinlik yapıp (hinliğin ilginç olmayanı mı var Arakolpa? (bu nasıl cümle?)) olayları Osman'ın bir sahaftan elde edilen günlük defterleri ve bağımsız yapılan ropörtajlara dayanarak anlatmış. Haliyle; şeylerin, kişilerin bakış açısına göre nasıl değiştiğini görüp hayret ediyor, ropörtajlarda anlatılanların büyük kısmının dedikodu olmasını içselleştirip merak ediyor ve nihayet yazılanların bir sentezini yapıp nelerin geçtiğini anlamaya çalışıyorsunuz. Her hâlükarda ilginç bir edebi çaba (hem yazarın yaptığı hem de sizin okudukça yapmaya çalıştığınız).
   Standart bir anlatım olmadığından karakterlerin betimlemesini ya Osman'ın yahut konuşulan kişilerin son derece sübjektif yorumlarından yapacaksınız. Böyle yaptığınız hâlde dahi okudukça tüm karakterler ete kemiğe bürünüyor. Uzunca bir sürece odaklandığından, hem eski Türkiye'yi özlüyorsunuz, hem de Osman'ı şöyle sağlam/esnekçe bir kızılcık sopasıyla adamakıllı ıslatmak isteği duyuyorsunuz (öyle böyle değil!). Ancak karakterlerin hepsini çok iyi anlıyorsunuz.
   Arka kapakta yazılanların tüm romanı özetlemesine karşın elinizden bırakmakta zorlanacağınız bu romanı, edebiyat tutkunlarına hararetle öneririm. Bu yıl okuduğum en iyi memleket romanı!

22 Kasım 2020 Pazar

"Bitmeyen Savaş" Joe Haldeman'dan Savaşın Anlamsızlığı Üzerine...

   Talihsiz yazarımız Co ne de güzel üniversiteden hem fizik hem de astronomi alanında mezun olmuşken pattadanak Vietnam'a savaşa gönderilir. Yaralanır, "Mor Kalp" madalyası falan alır. Bu arada ruhu da yaşadıklarından ötürü eskisi gibi değildir. Bundan sonra astrofizikçi olamam der ve yaratıcı yazarlık dalında da lisansüstünü tamamlar. Kendini yazmaya verir. 
   İlk romanı Bitmeyen Savaş, hem Hugo hem Nebula'yı toparlayarak bu yolda ilerlemesini sağlar. Fakir, İthaki'nin ilk basımını okudu. 300 sayfaya yakın romanımızda William Mandela adlı bir fizikçi, istememesine karşın ilk dünyalar arası savaşa gönderilir. Olaylar gelişir. 
   Herhangi bir derinlik iddiası olmamasına, karakterlerin ayrıntılı bir şekilde betimlenmemesine, okura "sanki gelişine vururcasına" yazıldığı gibi gelen romanımız; göründüğü gibi değildir. 
   Zahiren savaş romanı gibi gelişir, ama derinde savaşın anlamsızlığına, vahşiliğine, ekonomik rabıtalarına ve yönetenlerin nasıl işine geldiği konularında meşazlarını bir güzel verir. Görecelilik kuramını şükela bir şekilde işler, havsalanızın içine girmesini sağlar. Bu sayede 70 doğumlu kahramanımızın bir şekilde 23. yüzyıla ulaşmasını sağlar ve bu sürede olabilecekler konusunda tahminlerde bulunur (açıktır ki: Bayan Haldeman'ın sevgili oğlunun eşcinselliğe ve hiçcinselliğe ilişkin ilginç öngörüleri vardır (bunların büyük kısmına da katılmaktayımdır!))
   Her türlü müskiratla, her türlü zaman ve zeminde okunabilecek bir dile-kurguya sahiptir. Bakış açınızı genişletmek için daima okunur. 

18 Kasım 2020 Çarşamba

"Dune" En nihayet!

  Yıllar önce Lynch'in filmini izlemişim (sonra çekilen uyduruk dizilerinin de ilk bölümlerine tahammül ettim ama onlar sayılmaz). Sonra 486dx bilgisayarlarda oyununu uzunca oynamışım. Yıllar sonra Jodorowsky'nin bombastik kaybediş öyküsü üzerine çekilmiş şükela belgeseli izlemişim. Villeneuve'ün filminin çekildiğini de öğrendikten sonra Bilim ve Ütopya'ya Aralık sayısı için bir yazı yazmışım ("Dune ve Talihsiz Sinema Maceraları" Bkz.Aralık 2020 Bilim ve Ütopya). Ama buna karşın romanını okumamışım. 
   Ne ayıp!
   Sarmal Yayınlarının 2002 baskısını buldum ve okudum. Birazcık uzun (776 sayfa). Bay Hörbırt, Tolkien'in izinden gidip bir evren kurmuş ve bu evrenin içinde bir öykü anlatmış. Öyküden bahsetmeyeceğim. Meraklısı bulur okur. 
   Bilimkurgu üzerine aylık kalem oynatmama karşın fantastiğin de kıdemli bir takipçisiyim. Bu minvalde Yüzüklerin Efendisi serisini de memlekette zuhur ettiği tarihte bulup okumuştum. Arthur C.Clarke'ın "bilimkurgudaki Yüzüklerin Efendisi" olarak nitelendirdiği "Dune"un bu kalibreye yaklaşmadığını üzülerek gördüm. Sonraki serileri henüz okumadım ancak "Dune Çöl Gezegeni"nden aldığım haz, Tolkien'in YE ilk kitabından aldığım hazdan oldukça gerideydi. 
   Nedir: Dune'un sonraki devam kitaplarını da aldım. Motive olursam açıp okuyacağım ama hayli meşakkatli bir yol. Ayrıca şunu da yazmamak olmaz. Şimdiye kadar yapılmış hiçbir sinema uyarlaması kitapta yazılanları tam olarak aktarmamış. O halde bu sagaya bir merakınız varsa elbette ki bulup okuyunuz ama bir Yüzük Kardeşliği değil!

4 Kasım 2020 Çarşamba

"Deerskin" Dünyada Deri Ceket Giyen Tek Kişi Olmak İstiyorum. Hepsi Bu!

   Zavallı Jorj. Artık başına ne geldiyse (karısından ayrılıyor, banka hesabı donduruluyor (dımdızlak)) gerçekle bağlarını yavaştan kopartırayak bir dağ kasabasına, pek hoşlandığı bir deri ceketi almaya gidiyor (halis geyik derisi). Elindeki son parayı da (üstelik bir hayli para!) bu cekete verince hayallerindeki kendine ulaşmaya bir adım yaklaşıyor. Bir süre sonra ceket Jorj'la konuşmaya başlayacak ve neler neler olacaktır.
   Yönetmen Kuentindüpiyo ile taa Lastik'ten beri tanışıyoruz (karamizah sevenler başrolü bir otomobil lastiğinin oynadığı 
bu kuntastik filmi kaçırmasın). Nasıl absürt bir kara mizahla karşılaşacağımı tahmin ediyordum. Ancak Jandujardin ve Adelhanel'in bombastik oyunculukları, iskandinav filmlerini andıran sepya mavi ve yeşil filtreler, güzel müzik ve elbette senaryonun ivmelenen yapısı ve muhteşem finali ile fakiri kendinden geçirmiştir. Elbette ki filmde gördüklerimizin, gördüklerimiz dışında anlatmak istedikleri var (başkişinin yavaş yavaş zahiren olduğu kadar batınen de değişimi, egonun evrimi, ilahi adalet (geyik gibi vurulmak!) ve daha neler). Bu gözle izlerseniz ve metaforların kökenini anlamaya çalışırsanız daha fazla haz alırsınız. Süresi kısa (1s.17d.). Düz sinema izleyicisine gelmez ama gördüklerinizi anlamlandırmaya çalışarak izleyen sinefil keyif alacaktır.
 (Filmimizin afişi de son yıllarda gördüğüm en başarılı afişlerdendir)

"Geceyarısı Çocukları" Büyülü Gerçekliğin Dibi!

 
   Selim Sina, yaşadığı dağdağa bitince hayatını yazar. Bizler de okuruz. Selim, Hindistan'ın bağımsızlığını ilan ettiği saatte doğar. Hindistan'ın yaşını taşır. O saatte doğan 1001 çocuğun herbirinin olduğu gibi doğaüstü yetenekleri vardır. Yaşı ilerledikçe hayat onu çeşitli mecralara sürükleyecektir. Bunlara şahit olurken bir yandan genç Hindistan'ın tarihini (içeriden ama) öğreniriz, bir yandan Selim Sinai'nin yaşadıkları (ve hayal ettiklerine) şaşakalırız. 
   Büyülü gerçeklik diyeceğim, diyemiyorum. Çünkü kimi bölümlerin gerçeklikle rabıtası pek az! Daha ziyade "büyülü" faktörü öne çıkıyor. Romanımızın başları bu dengeyi yakalıyor yakalamasına ama sonlara doğru geldikçe fantastik (ve hatta bombastik (toplu kastrasyonlar falan)) bir atmosfer, okura kaldığı yerde miydi? yoksa neredeydi gibi sorular sorduruyor. Uzun zamanlarda okumak ve aceleye getirmemek daha iyi olur (bu nedenle ikinci bir okumayı hakketmektedir). Zira kimi bölümlerde ("Yılanlar ve Merdivenler" misal) anlatılan olayların arkasında anlaşılmayı bekleyen hikmetler vardır.
   Tek derdim: fakir Metis baskısını okudu (496 Sayfa), bir de ne göreyim Can Yayınlarının baskısı daha kalın (704 Sayfa (Metis'ten 208 sayfa daha kalın)). Bu kadar fark font farkından olamaz diye düşünüyorum, acaba içerik de mi daha zengin! Bilemiyorum ama tek derdimiz bu olsun.