26 Ocak 2015 Pazartesi

"Süleyman Seba, Beşiktaş'ın Dervişi"

   70'li yılların başı. Babam beni maça götürdü. Mithatpaşa Stadyumu eski açıktayız (gazhane tarafı pahalı çünkü). Yanımızda gazeteler (üstüne oturmak için). Pozisyon olduğunda ayağa kalkılıp bağırılıyor. -Neden ? diyorum Babama. - Kalkılır. diyor Babam. Daha da sormuyorum. Ondan sonra Beşiktaş'lıyım artık. Hiç bir zaman kadroyu sayamasam da, hiç bir maçını doğru dürüst izlemesem de, ligdeki sıralamasından haberim olmasa da; Beşiktaşlıyım.  Yıllar sonra eski hamam'da bekar evim olduğunda Beşiktaşlılığım depreşecek ve galibiyetlerde Balıkpazarının önünden Kazan'a doğru akan çılgın kalabalıkta sesim kısılana kadar tezahürat yapacağım. Hiç bir zaman fanatik olmadan hep mutedil bir Beşiktaşlı olacağım. Nasıl yazacağımı bilemiyorum, takım tutmaktan ziyade, aidiyet hissinden ziyade; bir ruhu sahiplenmek gibi, bir hayat tarzını benimsemek gibi, kızartma yapıldığında bir küçük tabak da komşuya götürmek gibi, kış geldiğinde sokaklarda "booozaaaa" sesini duymayı beklemek gibi Beşiktaşlıyım.
   Kuşkusuz bu hissiyatın cismani şekli de Süleyman Seba'dır. Çerkezlik ve tüm gerektirdikleri, asla kolpaya düşmeyen bir hayat, ketumluk, centilmenlik (ancak bu centilmenlik ingiliz tarzı değil, sonuna kadar bir Çerkez centilmenliğidir) ve daha bir çok meziyet (ki zamanında nankör taraftarın "fitbol değil, futbol diyen başkan istiyoruz" diye çemkirdiğinin aksine ben en çok futbola "fitbol" demesini sevdim (ki Atamın da "yuğurt" demesini sevdiğim gibi))  Seba'yı gözümde idol yapmıştır.
   Bir adam düşünün ki : gönlü birine kayıyor. Ailesi izin vermeyince "o olmazsa, evlenmem" diyor ve hem o adam hem gönlünün kaydığı kadın, ömürlerinin sonuna kadar evlenmiyorlar. Bu nasıl bir şeydir ?
   Bir adam düşünün ki : memur maaşı ve aileden kalan bir evinden başka hiç bir şey yok. Para gerektiğinden Rahmi Koç'tan pazar torbası ile bir milyon dolar alıyor. Bay Koç, lazım olur diye üç milyon dolar gönderiyor. Seba, iki milyonunu "yok lazım değil" diye geri gönderiyor. Yine paraya sıkışıldığında evini ipotek edip o parayı buluşturuyor. 
   En reklama çıkmayacak karakter olduğu halde, televizyon reklamına çıkıp kazandığı tüm parayı kulübe harcıyor (reklama çıkma nedeni de kulübün paraya ihtiyacı olması zaten).  
   Şampiyonluk kazanılan maçın kaybeden tarafıyla aynı uçakta İstanbul'a dönerken, futbolculara "sevinmeyin" diyor ve şampiyon takım uçak inip, yenilenler uğurlanıncaya kadar "sevinmiyorlar". Neden : "rakip üzülmesin". 
   Bu insanlar nasıl insanlar ? 
   Rıdvan Akar, özenli bir çalışmayla 360 sayfa bu anıtsal başkanın biyografisini yazmış. Kapakta da Başkanın bir portresi var. Serdar Samancıoğlu yapmış. O resme dikkatli bakın. Birçoğunun gözüne çarpmayacak ilginç bir detay var. Sebanın başındaki kasketin üst kısmındaki çıtçıt. Normalde çıtçıtlanarak giyilecek kasketin o şekilde açık giyilmesi başkalarında sakil ve gülünç ve abes durabilecekken, portreye baktığınızda kişisel etkiden (bazıları karizma der) en küçük bir eksilme olmaması da, spiritüellerin aura dedikleri ışığın kuvvetli olmasından geliyor herhalde.  
   Yazarımız Bay Akar, dikkatlice çalışmış, bir çok kişiyle konuşmuş, üşenmeden arşivi didik didik etmiş ve bunları güzelce yazmış. Kendi hesabıma Seba'nın gençliği, futbol hayatı, kişisel ilişkileri, prensipleri daha çok ilgimi çekti. Maalesef kitabın üçte ikisi futbolla ilgili olduğundan üstünkörü geçiştirdim. Dikkatimi çeken asıl konu : durumdan çıkarılan vazifelerdi. Bu arada futbol denilen sporun aslında sadece 90 dakikalık maçtan ibaret olmadığını, bir spor kulübüne başkanlık yapmanın : deli atlara bağlı bir kupa arabasını idare etmekten zor olduğunu, Beşiktaşlılık ruhunun neleri içerdiğini de (bilmediğim yönlerini) öğrendim. Velhasıl; kült bir karakterin yaşadıkları, başardıkları, başaramadıkları, ahde vefa, centilmenlik, dürüstlük, sportmenlik gibi kavramlar ilginizi çekerse okuyunuz. Beşiktaşlıysanız muhakkak okumalısınız, değilseniz okumanızı öneririm.

20 Ocak 2015 Salı

"Mucize" Redrose Sinemasında Değişen Bir Şey Yok !

Bu akşam sinemada izledim.
Emeğe saygı duymak lazım biliyorum ama.
Ben yandım, siz yanmayın !

17 Ocak 2015 Cumartesi

"PK" Deistlere Önerimdir.

   Pek çok Oskar kazansa dahi ülkemizde vizyona giremeyecek filmdir. Hayır görünür bir sansür nedeni de yoktur (cinsellik, şiddet, ahlaka mugayir hareketler vs.) Neden olmaz. Çünkü : eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürür, inançları sorgular, din tüccarlarını sorgular, dini sorgular, üstelik bunu pek naif bir biçimde, eğlendirerek yapar.
   Rajastan'da mahsur kalan bir uzaylı, evine dönmeye çalışır. Konu budur.
   Konuya bakınca Bollywood'a pek yakıştıramıyoruz ama adamlar bu konuyu dahi bolivut kalıplarına uydurmayı başarmış. Aşk var, müzik var, dans var, komedi unsurları es geçilmemiş, süresi de iki buçuk saat. E daha ne olsun. 
   Olanı, ilk paragrafta belirttim. Hindistan gibi mülti-inançlı bir ülkede (üstelik din yüzünden pek büyük bir kavgaları yoktur) din kavramına böyle çomak sokmak cesametli testis gerektirir. Sadece bu yüzden bile filmi yapanlara alkış gerekir.
   PK (ki ayılmamış küfelik demekmiş), dünyayı tanımladığında (bu durumda zihni, konuşmayı beceren bir bebek berraklığındadır) öylesine doğrudan sorular sorup bir takım kesin tanımlamalar yapıyor ki : katılmamak mantıksızlık oluyor. Sorguladıkları; her gün görüp içselleştirdiğimiz kavramlardır ki bunların içinde düğün törenlerinden (ki akşama seks olacağının cafcaflı bir ilanıdır), giyim farklılıklarına ve bittabi inançlarımıza kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Bunların içinde en çok inanç farklılıkları işleniyor. 
    PK'nın yeni doğmuş bebeklerin vücutlarını inceleyip "din işaretleri nerede ?" sorusunu sorması, "İki Tanrı var. Birincisi bizi yaratan. Diğeri bizim yarattığımız" çıkarımı. Değişik dinlere ait zahiri görünüşleri, farklı dinlere inanan insanlara giydirip bir din tüccarının zihnini kilitlemesi, aşkın pek farklı bir tanımını göstermesi (ki ancak bu kadar naif anlatılır); aklımda kalan belli başlı unsurlar.
   Velhasıl; fakir gibi deizmi bellemiş olanlara kesinlikle, hoş vakit geçirmek isteyenlere hararetle, Bollwood'a kanı ısınanlara ısrarla, gülerek düşünmek isteyenlere samimiyetle öneririm. Dogmatikler, fanatikler, fundamentalistler, yaradılışçılar ve benzerlerine ise katiyetle önermem. Aklıma da her nedense Behçet Aysan'dan "Sesler ve Küller"in bir dizesi geliyor : "Yok başka bir cehennem, yaşıyorsunuz işte."

15 Ocak 2015 Perşembe

"The Three Burials of Melquiades Estrada" Ne Yazacağımı Bilemiyorum Dedirten Film.

   İzlerken pek çok şey hissettiğim ancak film bittikten sonra beni pek de fazla düşüncelere daldırmayan filmdir.
   121 dakika yerine 90 dakika falan olsaymış daha kolay izlenebilirmiş belki. Ancak TLJ'un en azından sinema filmi olarak ilk yönetmenlik denemesidir. Tercihini, filminin akışının ağır olması yönünde kullanmıştır, saygı duyuyoruz. Böyle bir Türk filmi çekilseydi, adı muhtemelen "Yerini Yadırgayan Ölü" filan olurdu. Nitekim; çok b.ktan bir kurşuna kurban olan Mel, (filmimizin adından da anlaşılacağı üzere) üç kere defnedilmektedir.
   Peckinpah'ın kovboy filmlerini anımsatan çekimler var, yer yer film-noir'a kayan bölümler var, Giyermoariyaga'nın senaryosunun farklılığı var, NBC filmlerini anımsatan durağanlıklar var, ve daha neler neler var. 
   Filmi bir bütün olarak değerlendirdiğimizde kişiye tek bir kanaldan yaklaşmıyor. Ancak küçük küçük bölümleri incelediğimizde, alt mesaj olarak (hem de çok sağlam bir şekilde) hayli zengin olduğunu görüyoruz. 
   Piit'in ahde vefası,
   Mayk'ın sığırlığı ve sığlığı,
   Küçük kasabanın öldüren can sıkıntısı,
   Nisbeten genç olanların can sıkıntısına çare olarak PS ve AVM sarmalına sürünmeleri, onlar da kesmezse aldatmayı denemeleri (Bkz.Reyçıl),
   Kaçak işçi sorunsalına Amerikan yaklaşımı (netçede ABD'nin çilek toplayıcılarına ihtiyaç var),
   Yalnızlık ve umutsuzluk (ki filmde beni en çok etkileyen malum on dakika ve diyaloglar onlar olmuştur (-Beni vurur musunuz ? diyen amcanın hali sinede yareler açmıştır (ki kendileri "The Band"in davulcusu Levon Helm'dir)))
   Mayk'ın yaşadığı zorlu değişim,
   Melquiades'in geçmiş hayatına attığı çıpanın kolpa çıkması,
   Tomilicons, Cenyuricons, Beripepır (ki en çok "Er Ryan'ı Kurtarmak"taki sniper aklıma geliyor), Melisaliyo'nun abartılı olmayan ama hiç sırıtmayan oyunculukları,
   Çok ekonomik bir müzik kullanımı,
   Keserin ve sapın türlü şekillerde dönmesi (Mayk ve burnunu kırdığı şifacı (evet ! fakir de "tesadüfün bu kadarı olmaz yahu !" demiştir))
   Hülasa, değişik tatlar alınabilecek bir film. En azından standart holivut filmi değil. Sinefiller sever. Ama hoş vakit geçirmek istiyorsanız, garanti edemem.
 

11 Ocak 2015 Pazar

"Çığrından Çıkmış Zaman" Paranoid Bilimkurgu.

   6 45 kitaplarını seviyorum. 
   Kapaklar yaratıcı (sağ alttaki "fazer" tabancasına dikkat !)
   İlk sayfada havalı bir arma var. Armanın üstündeki mottoda "ve sancı geç saatlerde..." alt taraftaki kordelada "Veni Veni Veni" "Gittim Gittim Gittim" yazıyor.
   Arka kapakta Filipdik Beyin "Gerçekten delirmeyi isterdim." aforizması var.
   Kitaptan izinsiz alıntı yapacak olanları ise "Kadıköy'ün o bilinen laneti, yıllar boyunca bunu yapanı takip eder, saçları dökülür, rüyasında sürekli olarak Kadıköy sokaklarından akın akın geçerek yıllık intiharlarını gerçekleştirmeye giden lemur sürüleri görür ve derin bir yalnızlığa gömülür." laneti beklemektedir. 
   Kitap; "Ragle Gumm dünyadaki en önemli kişiydi - fakat bunu öğrenmesine asla izin veremezlerdi." diye başlıyor.
   Okunmaz da ne yapılır ?
   Ağır okumalar bünyede reaksiyon yaptığından bilimkurgu okumanın zamanı gelmişti. Ve kısmet "Çığrından Çıkmış Zaman"aymış. 
   Ragle Gumm, 1950'lerde mesut mutlu yaşayıp, gazete bulmacalarında hep birinci olan tedirgin bir şahsiyettir. Çevresindeki her şeyin ve zamanın kurmaca olduğu zehabına kapılır (paranoid kişilik) olaylar gelişir.
   Pek sevdiğim ama kimin söylediğini geçen hafta itibarıyla unuttuğum bir aforizma şöyleydi : "Paranoyak, çevresinde olup bitenler hakkında az çok bilgiye sahip insandır." Barogs ya da Keruak (bit yazarlarından biri ama kim demiş bilemiyurum)
   Kitap 1959'da yazılmış. 50'li yıllar, süpersonik betimlenmiş. Ama olayın 1998 yılında geçtiği düşünülürse, yazarımızın hayalgücünün zamanımızın ötesinde çalıştığını düşünebiliriz. 
   Kitabın sonlarına kadar geldiğimizde, kitabımızın rahatlıkla "The Truman Show"a esin kaynağı olabileceğini düşünüyoruz (ki öyle de olabilir). Yazarın paranoid bir ruh halini çok iyi yansıttığı kitap, bilimkurgu değil edebi bir yapıt olarak da değerlendirilebilir (ki burada bir kaidemizi tekrarlıyoruz "iyi bilimkurgu, iyi edebiyattır". 
   Velhasıl; okuyarak sorular sormayı seviyorsanız, arada bir "deja vu" yaşıyorsanız, kimi zaman omurilik soğanınızdan gelen (ve neden yaptığınızı bilemediğiniz) otomatik hareketler yapıyorsanız, yaşadığımız zamandan ve olaylardan "şüphe" duyuyorsanız : yakın durun. Realist bir insansanız, yanına yaklaşmayın.

"Before I Go To Sleep" Saykolocik Gerilim.

   Napiyim bu Salı akşamı diye sıkılıp dururken, malum ortamlara düştüğünden "du bakalım" deyip izlediğim filmdir.
   Her sabah zihne format atan bir yapıya sahip Kristin, içinde bulunduğu fasit daireden kurtulmanın yollarını arar.
   İlk yarıdan itibaren gittikçe artan bir gerilim sayesinde kasım kasım kasıldığımız pelikulamız, ikinci yarıdan itibaren tempoyu iyice arttırmasına karşın mantık ögesini gittikçe boşluyor ve finalde "Oha; Ben, hiç mi arayıp sormamış dört yıldır ?" diye gayet de akıllı sorular yönetiyoruz Rovencofi'ye (senarittir kendisi). 
   Yine de Nikolkidmın'ın kaidesi (orası güzel de, estetiğin eller için bir formülü yok şimdilik), Vedatmilor tipli Kolinfört'ün değişimi iyi yansıtan oyunu ve Marksıtrongun überkarizma ses tonu için seyredilebilir. Yok eğer kitabını okuduysanız yanına yaklaşmayın.


8 Ocak 2015 Perşembe

"Röportaj Yazarlığında 60 Yıl" Yaşar Kemal'den farklı bir röportaj tanımı.

   Sizi bilmem benim aklıma röportaj denince karşılıklı soru cevap yazısı geliyor.
   Bu noktada; Yaşar Kemal, ezberlerimi bozup zihnimdeki röportaj kavramını yerle yeksan ediyor, yeni bir röportaj tanımı oluşturuyor.
   YKY'den yayımlanmış bu sert kapaklı, büyük yüzeyli, Ara Güler'in fotoğraflarıyla (ama ne güzel fotoğraflar, Vittorio De Sica filmi gibi) bezeli, oniki röportajdan mürekkep, 307 sayfalık arşivlik kitap; kütüphanede şık durmasının yanısıra günümüzden çok önce yazılmış olmasına karşın günümüzü de aydınlatan satırlar şahlandırmaktadır. (uzun cümlelerden kaçınmalıyım)
   Nedir : Yaşar Kemal Usta; bir taş parçası gibi okuduğumuz haberleri, keski gibi kullandığı kalemiyle şekillendirmiş, Rodin'in Mikelanjelo'nun gerçeğinden güzel heykellerine benzer röportajlar yaratmıştır. 
   Misal; gazetede aşağıdaki gibi bir paragrafla başlayan bir röportaj düşünün, edebiyat seven insanın gerisini okumama şansı var mıdır ?
   "Akşamüstleri Tünelden Taksime doğru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli, ama müthiş kederli - yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır - pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hali vardır ki (daha doğrusu her hali) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapyalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir ? Orasını kimse de bilmez... Bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin okur (aklıma birisi geliyor da neyse). Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık (aklıma bir dörtlü geliyor da yine neyse)... Bu adamın üstünden başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy iskelesinin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız.
   Bu adam hikayeci Sait Faiktir."
   Paragraf "Sait Faikle Görüşme" röportajından alıntılanmıştır (mor kelimeler benimkilerdir). Röportaj, öylesine naif ve gerçekçi bir üslupla aktarılmıştır ki, adeta bir öyküyü andırmaktadır.
   Bu ahvalde yapılan röportajlar (hele ki bir de gazetede yayımlanıyorsa) gazete okuyucusuna hem bilgi verir hem edebiyat sevgisi kazandırır. Bir roman hevesiyle okuduğum kitap, fakiri pek çok konuda da bilgilendirmiştir. "Ormancı" türküsünü artık daha başka bir algıyla  dinleyeceğim mesela. Mesela "tahtacılar"a "yörükler"e daha farklı bir gözle bakacağım. 
   Yaşar Kemal Usta'nın romanlarında kullandığı dil, Allah vergisidir ancak işlediği konuları, şıkırdattığı diyalogları için nereden beslendiğini de yaptığı röportajlardan aldığını anlıyoruz. Tabii, bir de röportajların yapıldığı ahvali düşünmek gerekir. Kaçakçılarla yapılacak bir röportaj için Ustanın aylarca Urfa kahvelerinde pineklemesi, kaçakçıların arasına karışınca da kurşun salvosuna bodoslama at sürmesi, sınırları kaçak geçmesi gerekmiş. Bir röportajın omurgası böyle oturmuştur. 
   Günümüzde muhabirlik can çekiştiği gibi röportaj yazarlığı da magazinel geyiğe dönüşmüş gibidir. İşte tam da bugünlerde alınıp, bulunup okunulası bir kitaptır. Uzak durmayalım.

4 Ocak 2015 Pazar

"Nightcrawler" Sinir Oluyorum !

   O kadar etkili filmdir ki, izlememin üzerinden iki hafta geçmiş olmasına rağmen yazarken sinir basıyor.
   Dencilroy, 2006'da çektiği "Fall"dan sonra piyasa işlerine yönelmiş; antin kuntin işlere imza attıktan sonra, tam doksana şık bir vole ile "Gece Sürüngeni"ni (bilmiyurum tam, sefil ingilizcem ile böyle çevirdim) çekmiştir.
   Luizbluum, gece hırsızlıklarından medya dünyasına yatay geçiş yapar. Olaylar gelişir.
   Sığ sinefilin yüzeysel olarak böyle özetleyeceği bu pelikulada elbette ki gördüklerimizden çok daha fazlası vardır. 
   Kapitalizmin bombastik bir özeti ve eleştirisi olarak da nitelendirebileceğimiz kordelanın en önemli kozları Ceykgilenhool'un (kendisi Soyadıokunamayangiller familyasından sevdiğimiz bir aktördür) kendini aşmış oyunculuğu ve tabiy ki başarılı bir senaryo ile aksamayan kurgu, güzel müzikler, iyi oyunculuklar ve daha neler nelerdir. 
   Dar kapsamda medyanın hal-i pür melali olarak değerlendirilebilecek senaryo geniş açıyla baktığımızda liberal, kapitalist ve cessur modern dünyanın (Bay Huxley'e bin selam olsun !) çarklarının nasıl döndüğünü gözler önüne sermektedir. Protagonistimiz Luizbluum, çalışanına (adeta bir holding siyosu mantığı ve pragmatizmiyle) işi hakkında yönlendirmeler yaparken, tavsiyeler verirken, eleştirirken, tehdit ederken ve nihayet ölüme gönderirken; fakire pek aşina göründü. Ahlaki ve moral değerlerin tümünden yoksun ancak sistemin işleyen çarklarının arasında pek mahir bir şekilde çapını büyütürken, insanların felaketlerinden, zaaflarından (ki Rönerusso da cami yıkılmış olmasına rağmen mihrap da sallantıdadır (pek severim kendilerini (ki kendilerinin bundan haberi hiç olabilemezdir))), zayıflıklarından yararlanarak yolunu bulmakta, basamakları tırmanmaktadır.
   Luizbluum'a kızabilirmiyiz ? Bir akrebe yahut yılana "neden zehirledin" diye ne kadar kızabilirsek, o kadar kızabiliriz. Yalnız unutmamalı ki, o dahi doğduğunda bir insan donunda zuhur etti. Neler yaşadı, neler hazmetti de bir akrebe/yılana/predatora dönüştü ? Sistem bu akbabaları nasıl üretiyor ? Neden herkes akbaba olmuyor ? Böyle pek çok soruları zihinde şekillendiren ve bir cevap vermeyen bir filmdir.
   Bu bağlamda yaşadığımız sisteme ilişkin herhangi bir sorununuz/sorunuz yoksa izlemeseniz de olur.
   Ancak; "nereye kadar ?" "Quo Vadis ?" "n'olacak bu dünyanın hali ?" misali sorular ara sıra zihninizi kurcalıyorsa, bir şekilde iş hayatının içindeyseniz (asla ve kat'a filmdeki yöntemleri "insan" olana yakıştırmam) izleyin, bir kaç gün geçsin aklınıza getirin (ki ancak bu sürede esas oğlana yönelik sinirimi yatıştırabildim) ve düşünün. 
    İşte böyle de düşündüren filmdir.
   Söylememe gerek yok, sabi sübyanla zinhar izlenmez. 

3 Ocak 2015 Cumartesi

"Bay Mercedes" King'den Büyük Hayalkırıklığı.

   Sitivınking'in müptelaları vardır.
   Bu güruh, yeni kitap piyasaya sürülür sürülmez hemmen alır. Ön siparişle alanları da vardır. Sayıları da bir hayli fazladır.
   Sözüm onlaradır : ALMAYIN BU KİTABI, paranıza yazık.
   Ben ki; öğretmenlik hayatımın sınavı mahiyetindeki ilk sunumunu "Stephen King'in Eserlerindeki Fantastik Ögelerinin Gerçek Hayata İzdüşümleri" konusunda vermişim. Ben ki, ol yazarın tüm külliyatını kütüphanemde bulundururum. Ben ki (Allam ne çok "ben" dedim, politikacı mı oluyorum ne ?) kimi kitaplarını her on yılda bir okurum (misal : Kule serisi). Bu kitaptan zerre haz almadım. 
   Bitirdikten sonra düşündüm. Nedir benim kuru simit kemirmesi misali, büyük hevesle aldığım kitabı sündüre sündüre bitirmeye çalışmam ? Çeviri mi aksıyordu ? Üzülerek söylemeliyim ki : çeviri de tutuktu. Oysa Bayan Ateş'in önceki işleri böyle değildi. Dr.Uyku'yu falan iki günde bitirmiştim. Ama tek neden bu değil tabiy ki. 
   Tipik bir polisiye öyküsünün romana yayılmış halidir. Öyle ki baş kahramanımızın fötr şapkası bile vardır. Nereden bakılırsa bakılsın, Bay King'in aceleyle ve kelime sayısını tutturmak için baştansavma yazdığı belli olan bir romandır. Karakterler, (ki yazarın en başarılı olduğu alanlardan biridir) üstünkörü geçiştirilmiş, olay örgüsü sıradan, dil yavandır.
   Yazarın fanları kitabı alacaklardır belki ama almaya niyetlenenlere sonsözüm : almasınlar. Yirmi küsur liranıza yazıktır.