70'li yılların başı. Babam beni maça götürdü. Mithatpaşa Stadyumu eski açıktayız (gazhane tarafı pahalı çünkü). Yanımızda gazeteler (üstüne oturmak için). Pozisyon olduğunda ayağa kalkılıp bağırılıyor. -Neden ? diyorum Babama. - Kalkılır. diyor Babam. Daha da sormuyorum. Ondan sonra Beşiktaş'lıyım artık. Hiç bir zaman kadroyu sayamasam da, hiç bir maçını doğru dürüst izlemesem de, ligdeki sıralamasından haberim olmasa da; Beşiktaşlıyım. Yıllar sonra eski hamam'da bekar evim olduğunda Beşiktaşlılığım depreşecek ve galibiyetlerde Balıkpazarının önünden Kazan'a doğru akan çılgın kalabalıkta sesim kısılana kadar tezahürat yapacağım. Hiç bir zaman fanatik olmadan hep mutedil bir Beşiktaşlı olacağım. Nasıl yazacağımı bilemiyorum, takım tutmaktan ziyade, aidiyet hissinden ziyade; bir ruhu sahiplenmek gibi, bir hayat tarzını benimsemek gibi, kızartma yapıldığında bir küçük tabak da komşuya götürmek gibi, kış geldiğinde sokaklarda "booozaaaa" sesini duymayı beklemek gibi Beşiktaşlıyım.
Kuşkusuz bu hissiyatın cismani şekli de Süleyman Seba'dır. Çerkezlik ve tüm gerektirdikleri, asla kolpaya düşmeyen bir hayat, ketumluk, centilmenlik (ancak bu centilmenlik ingiliz tarzı değil, sonuna kadar bir Çerkez centilmenliğidir) ve daha bir çok meziyet (ki zamanında nankör taraftarın "fitbol değil, futbol diyen başkan istiyoruz" diye çemkirdiğinin aksine ben en çok futbola "fitbol" demesini sevdim (ki Atamın da "yuğurt" demesini sevdiğim gibi)) Seba'yı gözümde idol yapmıştır.
Bir adam düşünün ki : gönlü birine kayıyor. Ailesi izin vermeyince "o olmazsa, evlenmem" diyor ve hem o adam hem gönlünün kaydığı kadın, ömürlerinin sonuna kadar evlenmiyorlar. Bu nasıl bir şeydir ?
Bir adam düşünün ki : memur maaşı ve aileden kalan bir evinden başka hiç bir şey yok. Para gerektiğinden Rahmi Koç'tan pazar torbası ile bir milyon dolar alıyor. Bay Koç, lazım olur diye üç milyon dolar gönderiyor. Seba, iki milyonunu "yok lazım değil" diye geri gönderiyor. Yine paraya sıkışıldığında evini ipotek edip o parayı buluşturuyor.
En reklama çıkmayacak karakter olduğu halde, televizyon reklamına çıkıp kazandığı tüm parayı kulübe harcıyor (reklama çıkma nedeni de kulübün paraya ihtiyacı olması zaten).
Şampiyonluk kazanılan maçın kaybeden tarafıyla aynı uçakta İstanbul'a dönerken, futbolculara "sevinmeyin" diyor ve şampiyon takım uçak inip, yenilenler uğurlanıncaya kadar "sevinmiyorlar". Neden : "rakip üzülmesin".
Bu insanlar nasıl insanlar ?
Rıdvan Akar, özenli bir çalışmayla 360 sayfa bu anıtsal başkanın biyografisini yazmış. Kapakta da Başkanın bir portresi var. Serdar Samancıoğlu yapmış. O resme dikkatli bakın. Birçoğunun gözüne çarpmayacak ilginç bir detay var. Sebanın başındaki kasketin üst kısmındaki çıtçıt. Normalde çıtçıtlanarak giyilecek kasketin o şekilde açık giyilmesi başkalarında sakil ve gülünç ve abes durabilecekken, portreye baktığınızda kişisel etkiden (bazıları karizma der) en küçük bir eksilme olmaması da, spiritüellerin aura dedikleri ışığın kuvvetli olmasından geliyor herhalde.
Yazarımız Bay Akar, dikkatlice çalışmış, bir çok kişiyle konuşmuş, üşenmeden arşivi didik didik etmiş ve bunları güzelce yazmış. Kendi hesabıma Seba'nın gençliği, futbol hayatı, kişisel ilişkileri, prensipleri daha çok ilgimi çekti. Maalesef kitabın üçte ikisi futbolla ilgili olduğundan üstünkörü geçiştirdim. Dikkatimi çeken asıl konu : durumdan çıkarılan vazifelerdi. Bu arada futbol denilen sporun aslında sadece 90 dakikalık maçtan ibaret olmadığını, bir spor kulübüne başkanlık yapmanın : deli atlara bağlı bir kupa arabasını idare etmekten zor olduğunu, Beşiktaşlılık ruhunun neleri içerdiğini de (bilmediğim yönlerini) öğrendim. Velhasıl; kült bir karakterin yaşadıkları, başardıkları, başaramadıkları, ahde vefa, centilmenlik, dürüstlük, sportmenlik gibi kavramlar ilginizi çekerse okuyunuz. Beşiktaşlıysanız muhakkak okumalısınız, değilseniz okumanızı öneririm.