29 Eylül 2013 Pazar

"İt Dalaşı" 1974'den bu güne neler değişmiş

   Yok efendim MI6'da çalışmamış, vay efendim az daha üçüncü dünya savaşını çıkarıyormuş (efendi, moskova'da muhabirken 1 mayıs provalarını işgal hareketi zannedip, ortalığı ayağa kaldırmış, olay tecrübeli diplomatlar sayesinde örtbas edilmiştir) ben bilmem. Bendeniz sadece yazdıklarına odaklanırım ve bence "Frederikforsayt iyi bir anlatıcıdır". Dikkat buyurunuz "yazardır" demiyorum. Zira bu beye yazar dediğimiz zaman Conlökar'a  ne diyeceğimizi bilemeyiz. 
   Bayan Forsayt'ın sevgili oğlu Fred, "Çakalın Günü" ile yaptı çıkışını taa 1971'de. Yeniyetmeliğimde de okudum, sonra da.  Daha sonra yazdıklarına da kayıtsız kalmadım tabiy ki. Yazarımız; karakter oluşturmada da, olay kurgulamakta da üst düzey bir zenaat sergilemektedir. Kurgular buram buram propaganda koksa da, homofobik ifadeler kimi erken dönem eserlerinde çokça geçse de, WASP'ların neredeyse tümü sütten çıkmış ak kaşık olsa da, kitapları bir şekilde kendini okutturur. Bir kere inanılmaz detaycıdır. Her hareket, her niyet bir gerekçe gösterilerek ve bu gerekçelere de gerekli kılıflar uydurularak yapılır. Karakterleri gözünüzün önüne gelecek kadar sahici betimler. Kitapların sonu okuru mutlu bir şekilde gülümsetir. Daha ne olsun. Tam yolculuk kitabı...
   Usta (iyi zenaatkarlara verilen unvan !), bu kitabında da bize adı sanı duyulmamış bir afrika ülkesinde, gayet britiş bir holdingin bir askeri darbe yapmasını anlatıyor. Bunu yaparken felaket detaylara giriyor, sanki kitabı 70'lerde okuyacak ve bir miktar bütçe yaratabilme imkanına sahipseniz; darbe yapabilirmişsiniz hissini (var mı böyle bir his ?) yaşatıyor. Bu süreçte; hafif silah kaçakçılığı, borsa spekülasyonu, kara para aklama gibi çeşitli fiillerin ne demek olduğunu, nasıl yapıldığını öğreniyoruz. Ayrıca olayın 70'lerde geçmesi ve iletişim için telgraflar, teleksler (henüz faks yoktur), kullanılması kıdemli kâriye nostaljiya yaşatır ki, hoş olur.  
   Yazarımız kitabın sonunda (her zamanki çizgisinin aksine) çok güzel bir fake atarak, finali noktayı koyuyor. 
   Lâkin mütecessis kâri, kitabın son sahifesini çevirdiğinde; aynı senaryoların bugün farklı şekillerde (kâh ..... baharı, kâh ....... devrimi) tezahür ettiğini görüp acı acı iç geçirmekten kendini alamıyor tabii...
   70'lerden bugüne neyin değişip, nelerin aynı kaldığını görmek isteyenler ve tabii ki geçmişi yad etmek isteyen kitap kurtlarına öneririm. Yeni baskısı yok ama sahaflarda mebzul miktarda vardır...


"Disconnect" İnternetin Ettikleri !...


Gençliğini; yetişkin sohbet odalarında pazarlayan bir ergen,
Muhteris ve temkinsiz bir yerel gazeteci,
İşi gücü hayınlık olan iki yeniyetme,
İçe dönük ve derin bir yeniyetme,
İşinde başarılı, babalıkta başarısız bir avukat,
Bebeklerini yeni kaybetmiş ve bu yüzden ilişkileri sallanan genç bir çift,
Bir bilişim dedektifi,
   Tüm bu birbiriyle ilişkisi bulunmayan bireyler, usta işi bir senaryo ile usul usul birbirine yaklaşıyor ve finalde de olay adeta bir gordiyon düğümü oluyor. 
   İnternet ve akıllı telefonlar sizi de beni olduğu dek rahatsız ediyor ve özgürlüğümüzü kısıtladığını düşünüyorsanız ayrıca öneririm. Ama akşam akşam güzel bir 115 dakika geçireyim derseniz yine öneririm.
   Bu arada filmimizin adı "teknik" bir terim değil (birçoğumuzun aklına ilk geldiğinin aksine) sosyolojik bir yakıştırmadır.

20 Eylül 2013 Cuma

"Herkes Seni Söylüyor Sahi Mutsuz musun ?" ve "Korkma Bu Akşam Gelip Çalmam Kapını" ya da Perihan Mağden'den Nasıl Soğudum ?

   Ben Perihan Mağden'i çok severdim. 90'lı yılların sonunda radikaldeki köşelerini hiç kaçırmam, üslubuna vurulur, düşündüklerine şaşırır, muhalifliğine hayran olur, zekasına gıcık kapardım. Sonra zaman ilerledi, arakolpa değişti, mağden değişmedi. Hayır, fakir 80'lerde de, 90'larda da daha sonrasında da hep muhalifti. Mağden de muhalifti (şimdi de muhalif ancak eski hârı yok) ancak farklı kulvarların muhalifleri oldular. Fakirin muhalifliğinde dışsallaştırma yokken, mağden nedensiz bir ötekileşerek muhalif oluyor, muhalif olmakla kalmıyor perdeleri yıkıyor viran eyliyordur.  
   Meramımı şöyle ikrar edeyim : bir gemideyiz. evet gemi doğru yoldan gitmiyor. bazı yolcular görüyor ve diyorlar ki "yanlış yere gidiyoruz, sancağa/iskeleye gitmek gerek". mağden diyor ki "batırın gemiyi !"... Bilmem anlatabildim mi ?
   Neyse hanımefendinin yazdıklarına bir on-onbeş yıl ara verdikten sonra (sadece köşeler için ama, yoksa "iki genç kızın romanı" da, ve özellikle "ali ile ramazan"ı da gayet sağlam romanlardır) köşe yazılarından derlenmiş bu iki kitapçık ile yeniden hemhal oldum. Gördüm ki : evet köşeler artık bana hitap etmemektedir. Liberalizm iyidir belki ancak ben bu derecesini kaldıramıyorum. İçinde yaşadığımız toplumun tüm katmanlarının kodlarını çözmeden, sokağa inmeden (ama tüm sokaklara Mamak da, Kavaklıdere de, Dudullu da, Küçükarmutlu da, Samatya da, Yalama caddesi de) yapılan liberalizm biraz sallapati olayor. Sonradan tepe taklak dönüşler yapılmak mecburiyetinde olunabiliyor (bkz. yetmez ama evet). Mesela deli gönül ister ki : Bayan Mağden 90'lı yılların sonunda yaptığı o delifişek muhalefeti bugün de yapabilse, keşke olabilse. Maalesef sadece kalbi kırılıyor artık. 
   Bu kadar sayıklama yeter.
   Her iki kitap da, yazarın hem güncel hem güncel olmayan konulara karşı çok gaydırıguppak bir üslupla yazdığı köşe yazılarından oluşmuştur. Buradan anlıyoruz ki : yazar Marilyn Monroe ve Ajda Pekkan tutkunudur, annesini pek sevmektedir, iktidarı sevmemektedir (köşelerin yazıldığı dönemler), toplumun genelini de sevmemektedir, çok iyi kişilik analizleri yapmaktadır, bazı karakter gruplarını süpersonik bir şekilde tahlil edebilmektedir. 
   Ancak o dönemin liberal ve muhalif bakış açısına ilgi duyanlara öneririm. Sahi arada bir "Bugün işi kırın" gibi yazılar vardır ki onlar hakkaten de güzeldir. (yiğidi öldür hakkını yeme !)

19 Eylül 2013 Perşembe

"After Earth" Ah Oyidipus !...



Vilsimit'in; "Oğlan büyüdükçe oduna bağladı. Dur şu oğlana bir altlık yapayım" düsturuyla çekilen, bilim diyeceğim değil kurgu diyeceğim, ama o da yok, (bilim kurgu değil yani) nereden tutarsanız elinizde kalan filmdir. Film bitince yazılara bir baktım dublörler, aktörlerin iki katı.    Hesap edin...

   Neyse, insanoğlunun terketmesinden sonra bombastik hale gelen dünyaya düşen bir uzay gemisinde, babasının hayatı tırsak oğlunun ellerine kalmıştır. Olaylar gelişir...

Ben iyisi mi aklımda kalanları madde madde yazayım. Okurun zihninde filmimiz şekillensin.
  • Dünya, insanlar terk ettikten sonra çok nefis bir yer olmuştur.
  • Kartal, hayvanların en asilidir (USA'nın simgesi olmasının bununla hiç ilgisi yoktur !)
    Gezegenler arası uzay gemisi yapan teknoloji, takma bacak yapamamıştır.
  • Güçleşen solunumun idamesi günümüzde olduğu gibi oksijen tüpü taşıyarak değil, kraker tarzı astım ilaçları yutmakla desteklenmektedir.
Silahlar; ancak devasa viktorinoks teknolojisine kadar ilerleyebilmiştir
  • On dakikada 20 derece soğuyan iklimde de, tropikal gelişim mümkün olmakta, akşam donan tüm bitkiler sabah rengahenk çiçek açmaktadır.
  • Güdül avcı kulübü üyelerinin on beş dakikada devirecekleri yaratıklar insan soyunu tehdit etmektedir.
 Uzay gemileri bildiğiniz vatozdur. 
    • Korku feromonunu koklayarak insanları bulan bu yaratıklara karşı, koku geçirmeyen bir elbise giymek (ya da çok çakma parfüm sürmek) yerine, korku duygusunu yok etmek yolunu seçen en akıllı yaratık (insan oluyur) büyük kayıplar vermiştir (aklımızı seveyim).
    Çok ciddi yaralanmaların tedavisinde vibratör kullanılmaktadır.
    • 2004 yılından itibaren Şayamalan, ciddi anlamda bunamıştır. (erken bunama)
    • Çok ciddi bir faşizm propagandası gözümüzün içine efekt bombardımanı ile sokulmuştur.
    • Daha ilk on dakikada son on dakika, vasat sinefil tarafından bile milimi milimine tahmin edilebilmektedir.
    • Oğlanın cebi bir türlü sinyal çekememektedir (yanlış anlaşılmasın space jump yapan gemiden düştük).
      Mordor dağı vardır.
    • Bu böyle uzar gider de, vaktinizi almayayım...

    Savaş kostümleri bildiğiniz scubapro wet suit'tir.
        Neticede : iflah olmaz bilimkurgubilim meraklıları izleyebilir, ya da olgudan soğumamak için izlemeseler daha iyi olur.  (aşağıdakini izleseniz daha fazla eğlenirsiniz...)

    17 Eylül 2013 Salı

    "World War Z" Kitabına Benzeyen Yanları da Var !...

       Meksbruuks'un bu filme konu olan kitabını Mayıs sonu ağ güncemde yazmamış olsaydım, filmden etkilenebilirdim.  "Aaa negzel ! İnsanoğlunun tahmin edilemeyen ahmaklığını azcık da olsa yansıtan bir film olmuş" diyebilirdim. Amma perşembenin gelişi çarşambadan belli olmuş ve (hiç sevmiyorum böyle yazmayı ama) "ben demiştim" diyebiliyorum. 
       Son derece ilginç bir romandan böyle hol hol holivut kokan bir film yaratmak da Markfostır'a nasip olmuş. 
       BM iz sürücüsü Gerileyn, kimyasal bir savaş sonucu zombileşen dünyayı kurtarmaya çalışır. Senaryomuz gerçekçi olsun diye de, dünyamızı kurtarmaz ancak insanlığa biraz zaman kazandırır. 
       Filmimiz USA, Kore, İsrail, Galler ve daha hatırlayamadığım bir takım mekanlarda geçiyor, Bretpit havadaki uçakta el bombası sallayıp düşen uçaktan sağ kurtuluyor, kendine tedavisi mümkün olmayan bulaşıcı hastalık kokteyli yapıp sağ kurtuluyor, bir stadyum dolusu zombinin arasından sağ kurtuluyor, hep kılpayı kurtuluyor zaten. Çok inandırıcı. 
       Neyse arakolpa, zati filmimiz inandırıcılık peşinde değil. Öyle kitabı gibi meşaz kaygısı filan da yok. İlk günlerde bütçeyi amorti etmiş, hızla kar basamaklarını tırmanan bir patlamış mısır, bira filmidir. Nedir : ikincisinin gelmesi kaçınılmazdır. (kaç arakolpa !)
       Bir de bu zombi filmleriyle ilgili hep aklıma takılan bişiy = aksiyon için enerji gerek. Zombiler bu enerjiyi nereden buluyorlar ? Bendeniz, sefil gündelik anatomik faaliyetlerim için bile kalori peşindeyim. Zombiler ise (özellikle bu film için) makarada koşan hemstır hızında deparlar atıyorlar, hemcinslerini yemiyorlar, abur cubur zaten yok. Bu kadar enerji nereden geliyor ? fotosentez mi yapıyorlar ? (bu açıdan "28 gün sonra" çok daha gerçekçiydi) Herneyse, sanki çok zombi gördüm de...
       Velhasıl, kafa boşaltmak için gideri vardır. Ama daha fazlasını bekliyorsanız, uzak durun. Bir de sâbi sübyanla zinhar !

    14 Eylül 2013 Cumartesi

    "Ödünç Yaşamlar" Ali Poyrazoğlu'ndan Denemeler.


         Ali Poyrazoğlu denince aklıma hep oyunları dolu oynayan programlar. Devlet katkısı olmadan sürdürülebilen tiyatro gibi şeyler geliyor. Oldukça da fazla oyununu gördüm. "Kuş Kafesi" falan iyiydi. Hülasa, kendileri başarılı bir tiyatrocu. 
       İşte bu gazla, sahaf karıştırırken işbu kitap önüme düşünce hemen atlayıp aldım. Türü "anlatı" olarak geçse de aslında otuziki adet deneme içerir. 166 sayfada Poyrazoğlu, aklına gelen her konuda düşündüklerini paylaşıyor. Ancak bu denemeler, keşke denenmeseydi dedirtiyor. Başarılı bir tiyatrocunun (Ferhan Şensoy) gazı ile almış olduğum bu kitap "her başarılı tiyatrocunun kalemi kuvvetli olacak" dogmasını yerle yeksan etmiştir. 
       Aslında yazılan denemelerde zayıf bir mizah, üstün ideallerin kutsanması, yerinde bir malumatfuruşluk vardır. Ve bu formül genelde denemelerde tutar. Ancak kusura bakılmasın burada tutmamış. 
       15 Eylül 2013 günü sabahı Mebusevleri Mahallesi Ören Sokak (bence Ankara'nın en güzel sokağıdır) banklarında bir adet "Ödünç Yaşamlar" kitabı bulanlar, arakolpa'nın kulaklarını çınlatabilirler. Bilmem anlatabildim mi ?

    "Festen" ve Dogma 95 Bildirisi...

       Oturduk "Festen" filminin başına : filmden önce "bu film dogma95 kurallarına uygun çekilmiştir" diye bir noterde onaylanmış gibi beyanname çıktı karşıma. Not ettim. Başladık filmimize.
       Sanki amatör kamera çekimleri yapılıyormuşçasına ilerleyen filmimiz, sonraki dakikalarda fakiri koltuğa yapıştırıp, karakterleri içselleştirdiği bir yolculuğa çıkarmayı başarmıştır.
       Babasının altmışıncı yaşı nedeniyle toplanan tüm sülalenin oturduğu şölen masasında; en büyük erkek evlat Kristiyan "çocukluğumuzda bizleri cinsel olarak taciz eden ve küçük kız kardeşimin intihar etmesini sağlayan katil babamın şerefine içelim" der. Olaylar gelişir.
       Renklerin felaket çiğ, görüntülerin kimi zaman gözleri bozacak denli hoplamalı zıplamalı olduğu, seslerin filtre olmaksızın kulak tırmalayabildiği filmimiz, öyle pek meşhur bir kast da barındırmamakta; ancak tüm bu olumsuzluklar 105 dakika boyunca dikkatimiz düşmeden filmi izlememize engel olmamaktadır. 
       Ensestin ne denli affedilmez bir suç olduğunu anlamak için,
       Irkçılığın nasıl tezahür ettiğini gözlemlemek için,
       Toplumun nasıl ikiyüzlü davranabildiğini görmek için (tabiy ki bu filmde metafor olarak verilmektedir)
       Önyargının ne denli gereksiz olduğunu idrak edebilmek için (Maykıl'ın önce sığır, sonra faşist, sonra yalaka, sonra da hidayete ermiş adam olduğunu gördük)
       İktidarın nelere muktedir olduğunu görmek için,
       Üç maymun heykellerine daha bir anlayarak bakmak için,
       Dogma95 neymiş merak edenler için izlenir, ve hatta kaçırılmaz filmdir. 

       Şimdi gelelim Dogma95 meselesine :

       Larsfontrier soğuk bir Mart günü oturur, kankası Tomasvinterberg ile bir bildiri yazar (işte aşağıda). Dogma95 adını verdikleri bu bildiri hakikaten ilginç bir şeydir. Nedir : bu minvalde bir miktar film çekilir. Dogma secretariat 2002 Haziranında kapatılır. 
       Kuralları incelediğinizde "yav böyle film çekilmesi mümkün olmamalı herhalde" diyorum, ancak aklıma yeni izlediğim şükela film "Festen" geliyor. Hafızamı yokluyorum. Evet tüm kurallara uyulmuş, güzel de film olmuş. Demek ki neymiş : isteyince oluyormuş. 
       Deli gönül ister ki : tüm klişe holivut yönetmenlerine (mesela ceyceyabramsa falan) "Dogma95 standartında film çekeceksiniz" denilse. Sonuç ne olurdu : bu kadar iyisini yapabilirler miydi ? Hakikaten merak ediyorum.

    DOGMA95

    1- çekimler yerinde gerçekleştirilmeli, set dekorları kullanılmamalıdır. (eğer hikaye için özel eşyalar kullanılması gerekiyorsa, çekimler bu eşyaların olduğu yerlerde yapılmalı) 
    2- kaynağı belli olmayan, görüntüden bağımsız müzik kullanılmamalı. (eğer sahnenin çekildiği yerde gerçekleştirilmiyorsa, müzik kullanılmamalı. örneğin; bir bar sahnesinde çalan bir gruptan gelen müzik kullanılabilir.) 
    3- omuzda kamerayla çalışılmalı. (film, kameranın yerleştirildiği yerde çekilmemeli. çekimler, filmin geçtiği yerde yapılmamalı.) 
    4- film renkli çekilmeli. özel ışıklandırma kabul edilemez. 
    5- optik çalışmalar ve filtre kullanımı yasaktır. 
    6- film sahte olaylar içermemeli. (cinayetler gerçekleşmemeli, silahlar kullanılmamalı vs.) 
    7- zaman veya mekan konusunda seyirci şaşırtılmamalı. (olaylar şimdi ve burada gerçekleşiyor.) 
    8- tür filmleri kabul edilemez. 
    9- film 35mm. formatında çekilmeli. 
    10- yönetmenin adı jenerikte geçmemeli. 

    ayrıca bir yönetmen olarak kişisel beğenilerimden uzak duracağıma söz veriyorum! ben artık bir sanatçı değilim. anın, bütünden daha değerli olduğunu düşündüğüm için, bir sanat eseri yaratmaktan sakınacağıma söz veriyorum. amacım, karakterlerimin ve mekanların içindeki gerçeği ortaya çıkarmak. bütün kişisel zevklerim ve estetik kaygılarım pahasına yapmaya çalışacağıma söz veriyorum. böylece iffet yemini'ni ediyorum. 

    kopenhag, 13 mart 1995, pazartesi 
    dogma95 adına, 
    lars von trier ve thomas vinterberg.

    12 Eylül 2013 Perşembe

    "Pain and Gain" Maalesef Gerçek !...

       Maykılbey'in böyle bir şey yapacağını hiç ummazdım.  Aklımda hep transformırslarla falan yer etmiş aksiyonefekt düşkünü bir yönetmen, böylesi bir filmi nasıl çeker ?
       Afişlere ve kasta bakmayın, karşımızda The American Dream'a doksandan şık bir gol takan film var. Mekan : Florida, adamlarımız : steroitten dolayı kafaları biraz karışık, zeka seviyeleri pek parlak olmayan kas yığını bir üçlü, olayımız kısa yoldan zengin olmak. Vee olaylar gelişir.
       Biraz karışıkça başlayan filmimiz ilerleyen dakikalarda tiplerin oturmasıyla sonuna kadar kendini izlettiriyor. Önce standart aksiyon falan deyip geçiyorsunuz, sonra hem korku hem komedi filmine dönüşüyor. Senaryo, gerçek olaylara dayanılarak yazılmış. Filmin sonlarına doğru tam da "yok artık" dediğimiz anlarda ekranda beliren "still based on a true story" yazısı "uuu beybi !" dedirtmektedir. 
       Misal : adamlarımız rehin alarak kazara öldürmeyi başardıkları rehinelerin vücutlarını parçalamak için aldıkları elektrikli testereyi, (kurbanın saçları motora kaçtığından) iade etmek için yapı markete geri dönerler ve (işin garip tarafı) pırıl pırıl iadelerini yapıp yeni testerelerini alırlar. Bunun gibi akla zarar bir sürü şey daha vardır. 
       Markvahlberg olsun Dveyncansın olsun canlandırdıkları moron karakterlerle adeta bütünleşmiş, fakiri kendinden almıştır. Bilhassa Dveyncansın, daha önce üstüne yapışan ağır kaslı abi rolünü (burnu bembeyaz (kokain), ayak başparmağıyla yaptığı diyaloglarla falan) üstünden sıyırıp atmıştır. Monk rolüyle bütünleşen Tonişelhop ise başka rolleri de oynayabileceğini göstermiştir  (helbet oynayacak arakolpa ! adamın işi bu) (abimiz Lübnanlı ama uyuşturucu kaçakçısı bir museviyi gayet de güzel canlandırıyor). 
       Neyse... Ezogelin çorba (karışık içerikli) gibi bir tanıtımımızın da sonuna geldik. Çoluk çocukla seyredilmeyecek yalnız es de geçilmeyecek ilginç bir pelikuladır. Ürkerek gülmek isteyenlere öneririm.


    11 Eylül 2013 Çarşamba

    "Mondrian Gibi Resim Yapan Hırsız" ya da Piet'in Eserlerinin Karşılaştırmalı Yorumu.

       Islah olamamış hırsız ve sahaf Bernie ciğimizin, köpek kuaförü/lezbiyen/bodur sırdaşı/arkadaşı Karolin Kayzer'in kıymetlisi (preşşısss) Arçi kaçırılır ve karşılığında çeyrek milyon dolar fidye istenir. Arçi bir kedidir. Olaya eski pullar, vandal hırsızlar, haris zenginler, obsesif koleksiyonerler, bir iki cinayet, ve Piet Mondrian karışır. 228 sayfa sular seller gibi akar. Finalde; sempatik sahafımız tüm olağan şüphelileri yine bir araya toplayarak kapanışı yapar (Poirot'a selam olsun !). 
       Nedir : eğlenceli bir iki akşam geçirtir, (serinin başka kitaplarını okuduysak eğer) eski tanıdıkları görmüş gibi oluruz. Üstüne üstlük Piet Mondrian'ın hayatı, eserleri, üslubu hakkında bilgi sahibi olur ve gugıl aracını karıştırarak üstadın eserleri hakkında fikir sahibi olabilmek için bilgi sahibi oluruz (ki karşılaştığımızda "bunu ben de yaparım" deme sığırlığını göstermeyelim). Bu arada farkederiz ki : bu yaşa kadar Mondrian nedir bilmemişiz ama cessur ve moderin küntür Bay Mondrian'ı kemirgencesine sömürmüş. (Bkz.foto)
       Okumak için maksadınız kafa boşaltmak ve arada bilgilenmekse ve de polisiye severseniz, (şiddetle ne işim olur ?) hararetle öneririm...

    10 Eylül 2013 Salı

    "Boy" Sahici Film...

       Yeni Zelanda sineması vardır. Önümüzde de çok şükela bir örneği durmaktadır. 
       İlk sahneden itibaren hepsibirörnekholivut filmlerinden biri olmadığı selamını çakan filmimiz, 11 yaşındaki "çocuk"un gözünden, bize çok uzak coğrafyalarda da içimizi ısıtan güzelliklerin olduğunu göstermektedir. Maykılceksın ve "Çingeneler Zamanı"ndaki "Mercan"a hem fizik hem de zihin olarak benzeyen babasına hayran olan "boy" ilginç günler yaşar. 
       Çinliler birine beddua ederken "dilerim ilginç zamanlarda yaşarsın" derlermiş. "Çocuk" da bu bedduayı doğrularcasına 87 dakika boyunca çeşitli darbeler yemekte ancak onu yıkmayan darbeler, güçlendirmektedir.  Hangi yöne doğru ilerleyeceği konusunda ikilemler yaşayan "Boy"a, hayat, babası, babaannesi, kardeşi Raki (bu arada filmdeki isimler de fakiri kendinden almıştır) ve hatta ölmüş annesi de yardım edecek ve ilerleyecek, ilerleyecektir (n'aapsın ?).
       Filmimizde özel efektler, CGI'lar, uçan arabalar, takip sahneleri bulunmamasına rağmen, güzel efektler, sanki gerçek hayatlar, duygu sarmalları bir de ilginç şekilde gülümseten hüzün bulunmaktadır. Nedir : yönetmen her izleyenin çocukluğuna dönüp olayları o şekilde algılamasını sağlayan bir büyü kullanmıştır. 
       Burada hem filmdeki kilit rollerden birini canlandıran, hem filmi yazıp yöneten Taykavayititi Bey'i bir kere daha tebrik ediyor, gözlerinden öpüyorum.
        Bir buçuk saatlik bir sürede, hayatı gerçek açıdan izlemek, biraz çocukluğunuza dönmek, biraz gülmek, biraz hüzünlenmek istiyorsanız. Tam da Salı akşamına yakışan bir filmdir. Çoluk çocuk izlenir, güzel de olur.
    Yeni Zelanda'dan Alameyn
    Bosna'dan Mercan

    9 Eylül 2013 Pazartesi

    "R.I.P.D." Allah Rahmet Eylesin Masası...

       Ben yanarım yanarım "Big Lebowski"de "The Fisher King"de izlediğim Cefbriçse yanarım. Önceden yazayım da...
       Kastı ve senaryosu azıcık değiştirilmiş "Siyah Giyen Adamlar" filmi ile karşı karşıyayızdır sevgili sinefiller. Uzaylılar değişmiş "dünyadan gitmek istemeyen ifritler" olmuş, Tomiliicons gitmiş Cefbricis gelmiş, Vilsimit gitmiş Rayınreynılds gelmiştir. İlk önce RIPD çevrilmiş olsa da MIB'in daha başarılı olacağını tahmin ettiğimiz bir eğlencelik olmuştur.
       Görsellik ve efektler pek etkileyicidir (özellikle üç boyutlu çekimler hayli tatmin edicidir). Konu beylik, kurgu aksak, gereksiz sahneler fazlacadır (eleştirmek ne kolay değil mi ?). Beni üzen yegane şey ise : ilk başta yazdığım Cefbricis'in geveze (üstelik kulaklara zarar bir aksanla) bir koyboyu canlandırmasıdır. 
       Beklentileriniz "şu mısırı bitireyim, şu birayı dipleyeyim, bu kafayı resetleyeyim" misali basit hedeflerse izleyin, memnun kalacaksınız. Ama bence bu kadar düşük tutmayın çıtayı...

    "Wristcutters: A Love Story" Bizimkisi Bir Aşk Hikayesi....

       Zia içleracısıöğrencievi dağınıklığındaki tek odalık evini toparlar, tozunu alır, süpürür, cillop gibi yapar ve bileklerini keser, tam ruhu tenden ayrılmak üzereyken köşede gözden kaçan bir toz yumağı görür. 
       Filmimiz başlar.
       İlk sahneden itibaren standart olmayan bir film izleyeceğini anlayan fakir, "metafor neredeydi, kutafor neydi, meşaz nasıldı  ?" diye yarım saati devirir. Tomveytz'in zuhur etmesiyle "sat anasını" moduna geçerek kendini filme verir. Çok hoş bir 88 dakika geçirir. 
       İntihar edenlerin herşeyin biraz daha kötü olduğu bir yerde yaşadığı araf tarzı bir yerde Zia, hayattaki aşkı Desire'yi aramaya koyulur. Olaylar çelişir.
       Senaryoyu Canıtınkerıl yazsa bu kadar kuntastik olurdu. Bütçesi birmilyondolar, kastı iddiasıziddialı, Hırvat yönetmenimiz Gorandukiç bey'in başka uzun metrajı yok, yani beklentiyi yüksek tutmamak durumunda olduğumuzu sanmaktayız. Ancak yanılmaktayız. İkinci ve daha sonraki seyirlerde bir çok küçük detayı daha iyi fark edebileceğimi tahmin ediyorum (yükselen kibritlerin (ikincisi için) yıldızları oluşturabilme ihtimali mesela). Her şeyin daha kötü olduğu dünya, holivut filmlerinde gördüğümüz Amerika'nın arka sokakları mesela. Öyle güzel verilmiş ki. Kırık betonlar, gülümsemeyen yüzler, kenarı çöplerle dolu yollar (tanıdık geliyor mu ?).. Dört kişilik tren ve otomobilin ön yolcu koltuğunun altında kara delik gördüm : daha ne diyeyim.
       Ayrıca Gogol Bordello, Nirvana ve elbette Tom Waits'in müzikleri, kulaklara şenlik yaptırmaktadır.
       Sonu gereksizce gülümsemelere neden olmaktadır.
      Şiddet, cinsellik ve argo kullanılmasa da, intihar gibi kritik bir kavramı ele aldığından çocuklarla izlenebilir ancak ergenler ve bedbinlerle izlenmese daha iyi olur. Bunun dışında kalan tüm sinefillere öneririm.

    8 Eylül 2013 Pazar

    "Star Trek into Darkness" Eskisi de iyiydi....

    Abbys'e selam olsun...
       Ceyceyebrıms dört sene sonra serinin ikinci filmini de çekti. (yalnız, holivut tekrarlardan ne ekmek yedi be). Serinin Petrikstiivırt'lı ikinci çevrimini hiç saymıyorum çünkü o sayılmaz (çok tırttı yahu (avam eleştirmen tarzı)).
        Bay Ceycey, ilerleyen CGI teknolojisi, elinin altındaki yüksek bütçe, daha önce yapılmış ve kabul görmüş (hatta kült olmuş) bir fikir ve nice bilimkurgubilim filmlerinden apartılmış sahnelerle ancak bu kadarını yapabilmiş. 
    Blade Runner'a selam olsun !...
       İki saati aşkın süre (132 dk.), sonlarda protagonisti öldürüp diriltme uzantısıyla dahi zar zor akıp gidiyor. CGI fanatiği bendeniz bile sonlarda uyukladı o derece... Oysa 1966 çevriminin (bilmem belki de konjonktürden ötürü (70'lerde bilimkurgu dizisi mi vardı ?)) bende bıraktığı izler çok daha derindir (vulkan selamı yapabilen bir insanım (evet hafif deliyim (çevreme zararım yok (tuvalete kendim gidebiliyorum))).  
    Bay Holmes'e selam olsun !
       Uhura olsun, Bay Sulu olsun (niye sadece o "Bay"dır hiç bilmem, Japondur zaar (zaar ?)), Sıkati olsun ve elbette Spak olsun aileden sayılırlar. Yeni çevrimde ise ben artistleri temaşa ettim. 
       Şikemperver sinefillere şöyle izah edeyim. Domino pizza'nın malzemesi boldur, dünyanın her yerinde standartı yakalamıştır (hindistan hariç. orada sırf vejeteryandır), bilmeyene lezzetlidir. Ama misal Palermo'da (eski Palermo'da) akşamları beşte çıkan pizza margarita (sadece hamur, peynir, domates sosudur haa) eşsizdir.  
       Nedir : Bay Ceyceyin filmi domino pizzadır, yerseniz...

    Uzay Yolu'na selam olsun !..