29 Ağustos 2012 Çarşamba

"Secretary" Type it again Lee !..

   Acıklı bir aşk hikayesidir anlatılan.(bu konseptte harfin üstü çizilemediğinden mecburen altını çizdim)
  Kardeşinin düğünü arefesinde bir klinikten taburcu olan hanımkızımız mazoşist eğilimlerini yöneltebileceği sadist bir patronun yanında işe başlar ve olaylar gelişir.
   Şimdi böyle yazınca genel olarak seksi sömüren ve belaltı vuran bir 104 dakika bekliyor insan, ayrıca sadist Ceymz Spedıır nasıl olur ?, Megi'nin neresi mazoşist ? diye soru işaretleriyle de cebelleşiyor velhasıl neşe doluyor insan.
   Abazan beklentileri karşılamayan (şükür ki) son derece erotik (nedir en erotik organımız ? hani tükettiğimiz okşizenin (egzos, ekzos, egzaus, eksos, egsoz  (üstelik bunlar "t"siz versiyonlar)vs.vb.)  neredeyse yarısını emen, pembe (gözler önüne serildiğinde beyaz hani), canım şu en sağlam kemiklerimizin koruduğu, hah işte ona hitab eden bir erotizm, onun sapına değil (soğansı yapıya))(vallahi de çarşafa dolandım, bu cümle bitmez) bir kordelayla karşı karşıyayız. Nedense hep pornografiye konu olan bu tutkuların böylesine itici olmayan bir tarzda sunulması başlı başına bir başarıdır bence. Burada yönetmen Stiivın Şeynberg'i tebrik ediyor, gözlerinden öpüyorum.
   Ceymz Speydır sadist patrona pek uymamış mesela bir Kevın Speysii olsa şükela olurmuş ama asıl Megi Gilenhool mazoşist kişiliği öyle iyi yansıtmış ki insan gerçek hayatında da böyle eğilimleri var mıdır diye şüpheye düşüyor. 
   Sadomazo eğilimleri çıkardığınızda pembe film olacak filmimiz, çok güçlü bu eğilimlerin varlığıyla son derece sıra dışı bir yapıya bürünüyor. İzlerken gülümsetiyor, düşündürüyor, (sonlara doğru biraz yavanlaşsa da) sonuna kadar izletiyor kendini. 
   Ne kadar meşrebi geniş de olsanız çocuklarınızla izlemeseniz daha rahat edersiniz diye düşünüyorum yine de.  (bu cümledeki ayrık "de"lerin biri fazladır, dilediğinizi atabilirsiniz)

28 Ağustos 2012 Salı

"This Must Be The Place" Rabırt Smit'e Güzelleme..

   Açık konuşayım ne Cure'e aşinayım ne de Robert Smith'e. Filmi izledikten sonra şöyle bir baktım ki birçok şarkısını zaten biliyormuşum. Bir kez daha keşfedilmeye değer.
   İtalyanların sağlam yönetmenlerinden Napolili Paolo Sorrentino'nun son filmini dudağımızda tebessümlerle seyrettik. Rood trip desen değil, gerilim değil, drama, komedi, standart soykırım propagandası değil. Kendi halinde son derece kişisel bir film. Havanızda değilseniz aşırı sıkıcı olabilir, havanızdaysanız iki saat sular seller gibi akar gider. Bir kere verilen meşazlar öyle iyi gizlenmiş ki lakayt bir bakışla kaybolur giderler. (misal : soloya nasıl nerede gireceğini bilmeyen balıketi yeniyetme gitariste Şayen'in verdiği tepki)
   Film tek başına da müzikleri, sekansları, renkleri, kurgusu ile izlenmeye değer belki. Paolo Bey birazcık da Ves Endırsın'ın naif tarzına benzer bir yapıda oluşturmuş filmini. "Ama bu yetmeeez !" diyen sinefiller için Şoon Pen var, Frensis Mekdormınt var. Daha ne olsun. Tek başına Şoon Pen bile bir sinefilin gözlerini buğulandıracak bir performans göstermektedir.  Şayen'i öyle bir canlandırmış ki Rabırt Smit bile hata bulamaz kanımca.
   Son bir şey daha ilave edeyim ki herşey tamam olsun : müzikler harika. Sahnelerin geçişi ile kurufasulye pilav uyumu yakalanmış adeta.
   Demek ki neymiş : "rujun kalıcı olması için altına pudra sürülmeliymiş"

"Yedinci Gün" Uzun İhsan Efendi'nin son Marifetnamesi

   Beş yıl aradan sonra nihayet İOA'ın "Yedinci Gün"üne müşerref olduk. İnsan bir kitaba başlarken "keşke hiç bitmese" der mi ? Der.
   Ne zamandır bekliyordum, yayın zamanı öne çekilince internet siparişini falan boşverip raflara uzanmak daha kolay geldi. (Ek Bilgi : Oturaklı kitapçılar bile peşin alımlarda internet siparişine denk bir tenzilat yapıyor) Alır almaz diğer okumaların önüne koyup daha apartman boşluğunda okumaya başladım. Hesapta kendi kendime prensip kararları almıştım. "İyice anlamadan diğer bölüme geçmek yok, gerekirse aynı bölüm ikinciye okunacak, yok efendim yanımda lugat, karşımda gugıl aracı duracak" vs.vs. Boşmuş, kardişim.  Dün akşam başladım, bugün saat ikide bitti. Bir de yedire yedire okuduk... Nedir : büyük konuşmamak gerekiyormuş. Bu kadar gulgule yeter, gelelim kitaba.
   Daha ilk sayfalarda Sultan Abdülhamit'in okumalara seza bir sinek avıyla açılan eserimiz, başlıca üç bölümden mürekkeptir. Önceki eserlerinde Hiçkok misali arada görünen "uzun boylu, çekik gözlü, geniş elmacık kemikli İhsan Efendi" bu yapıtında utangaçlığını atıyor ve başrollerden birini alıyor. Uzun İhsan Sait Efendi hem protogonist hem antogonist (hem esas oğlan, hem kötü adam) özelliklerini taşımakta.
   İlk bölüm "Baba", Abdülhamit döneminin bugünü hatırlatan atmosferinde başlıyor, renkli karakterler, dağdağalı tasvirler, ince bir mizahın cıvıldayarak dolaştığı satırlarla sayfalar çabucak ilerliyor. 
   İkinci bölüm "Oğul"; pek kısaca Uzun İhsan Sait'in bir nevi alter egosu (yoksa mega egosu mu demek doğrudur ?) Ali İhsan'ın pek de iç açıcı olmayan öyküsünü ve Rus cephesini çok sert tasvirler ve acımasız bir satirizmle (lakin bu satirizim bile dudaklarımızı kıvırtamamaktadır zira vaziyet pek acıklıdır) kısacık anlatıyor.
   Üçüncü bölüm "Hayalet" ise, tam olarak anlanması için (tabiyki bence) en az üç okuma gerektiren ve öncekiler kadar mütesebbim olmayan derinlikli bir bölümdür. Başlangıç; pek evlere şenlik bir İOA üslubunda insanlık tarihi özeti ile açılır sonrasında olaylar gelişir. Bu gelişmeler; genç Cumhuriyetin ilk yıllarında tezahür etmektedir. Bu gelişmeler bir çok kesime inceden (veya aşikarane kalından) eleştiriler yöneltmektedir. Bu eleştirel tespitleri idrak için mebzul miktarda münevveri birikim ve kafi miktarda IQ sahibi olmak gerektir. (bu meyanda "Hocaefendinin Sandukası" adlı eserin yaratıcısı Emre Kongar'a selam olsun ! Giftos Karpantiye ha !.. Ha ha haaa...) Şu aralar İdris Amil Zula'nın sadece Emil Zola'ya mı yoksa başka bir ünlü Kasımpaşalıya mı gönderme yaptığını düşünüyorum. 
   Yazarın tüm kitaba yedirerek yaydığı tespitler son bölümde pik yapmakta ve her meyve veren ağacı taşlayan malumatfuruş kitleye de son satırlarda "Yazdırırken muhterisleri de düşündü ve bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi." golünü de doksandan çakmaktadır. Büyüksün usta !.
   Bir günlük bu okumadan aklımda kalan en güzel eleştiri (aslında hal-i pür melalimizin de izahı sayılabilecek yerinde bir tespit) : "bizde Ayasofya cemaat buldu ama Filosofya cemaat bulamadı" olmuştur.
   İOA müptelaları için söylenebilecek yeni bir şeyim yok ama ilk defa okuyacaklar bununla başlamasalar iyi olur. Önce "Puslu Kıtalar Atlası"ndan başlayıp beyni ısıtmak, direkt haşlanmamasına yol açacak ve usaresini muhafazasını sağlayacaktır. Beyin; önce "Amat", "Efrasiyap'ın Hikayeleri", "Kitab-Ül Hiyel" ile haşlanacak, "Suskunlar" ile yumurtaya bulanıp kızartılacak ve üzerine limon maydanoz niyetine "Yedinci Gün" okununca lezzetinden yenilmeyecek bir kıvama ulaşacaktır.
   Haydi afiyet olsun !...

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Sakız Adasına Gideceklere Öneriler


  • Seyahat tarihimiz Ağustos 2012 olup, fiyatlar buna göre değerlendirilmelidir.
  • Çeşme'den Ertürk Lines ve Ege-Birlik feribotları günde iki kez sefer yapıyor. Bilet fiyatları, gidiş-dönüş 20 avro (Ege-Birlik'te ilk 20 bilete indirim var gidiş-dönüş 16 avro) Sefer saatleri öyle düzenlenmiş ki günübirlik gidip gelebilirsiniz.
  • Çeşme limanındaki gümrükte yurtdışı çıkış harcı yatırılabiliyor, Sakız'daki gümrükte vize alınabiliyor. Yunanistan yeşil pasaport haricindeki gezginlere vize uygulamasını hala sürdürüyor.
  • Çeşme gümrükte Setur duty free mağazası gayet teferruatlı (yalnız dönüşte hayli kalabalık oluyor, yurdum insanı biraz ucuz içki, parfüm, çikolata alacağım diye uzun kuyruklara hayli tahammüllü olayor)
  • Feribotlar gayet ferah, kapalı salonlar klimalı, tuvaletler temiz. Pek de önemli değil, bir saate varmadan karşı yakadasınız.
  • Limanda biraz iptidai bir gümrük binasında kontrolleri yaptırdıktan sonra nihayet dışarıdasınız. Çıkınca sola doğru bir on dakika yürüyünce Sakızın en büyük şehri Chios'un tam merkezindesiniz.
  • Europcar'dan bir günlük küçük araba kirası 45 avro. Depoyu dolu verip dolu alıyorlar. Bir günlük kiralamada 100 km. mesafe sınırlaması var (sonraki her km. için 0.3 avro alıyorlar). Bir günden fazla kiralamalarda sınırsız km. hakkınız var. Düşük sezonda kiralamaların günlük 25 avroya kadar fiyatların düştüğü oluyormuş. Biz yarı yarıya azalan depomuzu 20 avroya doldurduk. Benzin ucuz değil, pahalı da değil.
  • Biz merkezde Filoxenia otelde kaldık. Üç kişilik balkonlu, klimalı, duşu, tuvaleti, minibarı, büfesinde bedava çay ve kahvesi olan eski bir rum evi, tavanlar 4 mt., yataklar rahat, merkezin tam ortasında, balkondan çarşı ve deniz (kısıtlı) görünüyor. Geceliği (yüksek sezonda) 35 avro. Bilemem, benim için makul fiyat..
Meraklısına Filoxenia'nın Yeri










  • İlk yemeğimizi sahilde "elenika kuzine" gibi ismi olan bir yerde yedik. Süleyman diye kırık bir vatandaş, idare eder Türkçesiyle servise ve yemek seçmeye yardımcı oluyor. Sahibinin adı Dimitri (İlk gördüğüm Sadri Alışık bıyıklı genç de odur) Fiyatları içerideki lokanta/restoranlara nazaran biraz pahalı. Yalnız ahtapot yemeye gidilir. Oradaki gibi ahtapot ben hayatta yemedim. (Çok ahtapot yemiş bir insanımdır)(üstelik çoğunu kendim yakalamıştım). Denizi yiyor gibi oluyor insan. Bu kadar mı suyu içinde kalır, dışı çıtır olur. Vantuzları bile yumuşacıktı. Porsiyonu 9.5 avro.
  • Esnafın çoğu Türkçe biliyor, mönülerde, ilanlarda hep Türkçe var, zorluk çekilmiyor.
  • Yollar çoğunlukla dar olsa da (küçük araba kiralamakta fayda var) bozuk değil.
  • Adanın Batı tarafına bakan Avgonimo diye bir kasabada gün batımını izleyin. Taş içinde kalmış meydana değil de, denizi ve güneşi gören bir iki güzel işletme var. Meşrebinize göre uzo, frappa (buzlu neskafe) içebilirsiniz. Frappa 3 avro, küçük uzo (15'lik) 10 avro.


  • Güzelce zıkkımlandıktan sonra denize doğru inin, denizi görünce sola değil de sağa sapın, akıllara zarar bir koy göreceksiniz. Güneşin biraz daha erken battığı bu koyda denize girmenizi şiddetle tavsiye ederim. Suyu az tuzlu, müthiş berrak, sıcaklığı harika, güneş battıktan sonra ıssız, tek eksisi arıları (aynı Fethiye'deki "Gemiler Koyu")


  • Adanın Güneybatısında ortaçağ kalelerini hatırlatan mimarisiyle ünlü bir Mesta kasabası var. Mimariye meraklıysanız gidebilirsiniz. Daracık sokaklar, baştan aşağı siyahlar giymiş ihtiyar kadınlar, esrarengiz karanlık sokaklar (günortasında), nebliyim ilginç.

  • Adanın Güneyinde Pirgi diye bir kasaba da görmelere seza. Artık nasıl bir santrfüj etkisiyle yapılmış bilemem ama kasabanın neredeyse tamamı kübik bir Venedik usulü  dış yüzey süslemesine kurban gitmiş. Bankalar bile bundan nasibini almış. Balkonlarda kurutulan çeri domatesler de ilginçtir tabiyki.
  • Pirginin altında Mavra Volia denen plaja gidiniz derim. Tüm plaj küçükten büyüğe doğru değişen tamamen siyah çakıltaşlarından oluşuyor. Çabucak derinleşen bir yapıya sahip, berrak suları var. Yürürken çıkarttığınız sesler çok kuntastik. Küçük çakıltaşlarında "plingitrikkel, plinkkit" gibi sesler çıkarken, büyüklerinde "dlonngtrokkol, langadannk" gibi sesler çıkıyor. Bazıları; bu taşların üstüne yatınca yarı SPA olunuyor deseler de ben denemedim bilmiyorum. Yalnız güneşli bir günde gittik, nisbeten kalabalıktı, ne bir çocuk ağlaması vardı, ne yerlerde bir izmarit, ne "boolucaksın yavrııım" ünlenmeleri. Tek bir soyunma kabini ve tek bir duş problemsiz çalışmaktaydı. İnsanlar feci ekonomik krize rağmen (herşeyin güllük gülistanlık olduğu güzel ülkeme nazaran) neşe içindeydi. İşte bu da beni çok hüzünlendirdi.
  • Pirgi Mesta yollarında altlarına mermer tozu dökülmüş bodur ağaçlar sakız ağaçlarıdır. Bunlardan bol bol göreceksiniz. Birinin yakınlarında durun ağacın gövdesinden sızan sakızı temaşa edin. Sakın ellemeyin felaket yapışkan, hiç bir şeyden çıkmıyor. Bunun yerine mermer tozunun üzerine düşüp azıcık kurumuşlarını almayı deneyin. Sakız kokusunu ilk tazeliğinde içinize çekin, hijyen takıntınız yoksa benim gibi bütün gün ağzınızda da çiğneyebilirsiniz.
  • Tavernalarda balık pahalı. Barbun ve fangrinin kilosuna 50 avro çektiler, biz sardalyada kaldık tabiyki. Sardalya bile iyi ızgara edilmemiş ve kuruydu. Üzerine de gereksiz yere zeytinyağı döküyorlar ki bana over turistik bir atraksiyon gibi geldi. Uzosu yaramaz, yerel şaraplarda aşırı bir reçine kullanımı var. Alışkın olmayanın hiç hoşuna gitmez.
  • Genel olarak mutfağı Midilli'ye göre pek zayıf. Keyif alınacak değil, karın doyurulacak sofralar kurulabilir.
  • Sakız macunlarının küçükleri 1, büyükleri 2 avro. (en güzel hediyelik)
  • Mastikshop denilen bir dükkanda (Chios'ta sahilde) sakızdan yapılan envai çeşit mamül bulunabiliyor. Bir nevi güllü değil de sakızlı Isparta otogarı.
  • Düztabanlıktan mıdır nedir biz dönünce yanmaya başladı, sonradan öğrendik sakız ağaçlarının yarısı, arıların %60'ı yanmış. Vallahi yunan munan, bizim de içimiz yandı. Neticede komşumuz yanıyor. 
  • İki günlük bir konaklamayla adanın ıcığını cıcığını çıkarabilirsiniz. Ama günübirlik tur da iktifa etmeyebilir.
  • Haydi iyi seyahatler....


"Fahrenheit 451" Okur, bunu okur...


   451 Fahrenayt kağıdın tutuştuğu ısıdır. Bu bilindiğinde kitabın adı bilinmezden manidara yönelecektir. (Tıpkı on yıl önce "Silivri" dendiğinde aklımıza yoğurdun şimdi ise gugukun  (harf hatası yok "GUGUK") geldiği gibi).
   Bilimkurgu sevebilirsiniz, sevmeyebilirsiniz ama bu satırları okuyorsanız okumaya meyilli bir ademoğlu/havvakızısınızdır belli.

   Belli siz, geceleri kolay uyuyamayanlardansınız. 

   Belli siz, artık aptal kutusuna, gazetelere sinirlenemeden göz atamayanlardansınız. 

   Bu "Belli li" cümleler uzar gider, kitaba gelelim biz...

   İlk 80'li yılların sonunda okumuştum Rey Bredböri'nin bu hikayeciğini. Nasıl da çarpmıştı beni.

  Anlatılanın distopya olduğunu idrakim, sonraki yıllarda olmuştu ama hep bu tür yapıtlara meyyal olmuştum (örn. "1984", "V for Vendetta") (gay fovks ve corc orvıl'a selam olsun). Baskan yayınlarının bilimkurgu serisinde yayınlanmıştı. Taksim-Sarıyer (41A) hattında bitmişti o seriler. Bilimkurgu iyiydi, güzeldi, hayalgücünü dürtüklüyordu, imgelemi fişekliyordu ama bu kitap tam bilimkurgu sayılmazdı. Bugünlerde iyice sayılmıyor (malum : adeta mahkumlar kadar tutuklu kalan tutuklulara sorulan sorular bazen "bu kitabı niye yazdın ?", "bu haberi niye yaptın ?" şeklinde olabiliyor (Bkz.distopya)). (hah başladık parantez içinde parantezlere (açıldın arakolpa!)).

   Meçhul bir gelecekte itfaiyecilerin kitapları yaktıkları bir dünyadayız. İnsanoğlunun tüketime yönelik tüm ihtiyaçları karşılanmış, sadece tüketime yönelik bir yaşam eksene oturtulmuştur. Televizyon artık köşede değil evin tüm duvarlarında ve duvar boyutlarındadır. Hız, eğlence, tüketim; toplumun tümüyle yöneldiği yegane kavramlardır. Yine de intihar son derece sıradan bir eylem haline gelmiştir.    Ayrı..

   Guy Montag, teamülün aksine mola veren, bir soru soran ve soruların arkasını getiren bir itfaiyecidir. Bir kitap okur, hayatı değişir, olaylar gelişir.

   Baskan Yayınlarının edisyonu iyiydi güzeldi ama İthaki Yayınları Zerrin ve Korkut Kayalıoğlu'nun özenli çevirileriyle çok daha iyisini yapmış ortaya bir bilimkurgu hikayesinden ziyade derinlikli bir novella çıkarmış. 

   Okuyorsanız, okuyunuz, okutturunuz, bitirince de kara kara düşününüz efendim...

İLGİLİ NOT : Bu konu "ödüllü bulmacam"daki 6.sorunun da cevabıdır aslında.

İLGİSİZ NOT : Önceki yorumlarımda edebi düztabanlığımdan bahis geçtiydi. Bakınız bunu okuduktan sonra da Rey Bredböri Amcabeyimiz 5 Haziran'da kalıbı dinlendirmeye almış. Sevmediğiniz biri varsa ona bir kitap yazdırıp bana gönderin. Bir okuyayım...

"Yükseklik Korkusu" "Mr.Vertigo" Bay Auster'den Uçma Dersleri..


   Evet !.. Bay Oostır okununca bağımlılık yapıyormuş. İkincisi de bu oldu.

   Yazarımız bize aslında bir mucizeyi günlük hayata o kadar yedirerek anlatıyor ki. Biz mazlum okuyucular bunu adeta gerçekmişçesine idrak edip mucizeye ayrıntı muamelesi yapıp öyküye odaklanıyoruz. 

   30'lu yılların Amerikası, ilginç karakterler, felaket aşırı özgüven sorunu yaşayan bir kopil, egzantrik bir "mentor", raşitik bir zenci yeniyetme, bir kızılderili dadı ile başlayan hikaye arada günün popüler figürlerini de işleyerek (KKK:kukluksklan, alkapon, beyrut (babe ruth), büyük kriz vs.) akıp gidiyor. Kitap iki bölümden oluşuyor, bölümler birbirinden farklı, ben birincisini daha kolay okudum, ikincisi biraz daha zor aktı. Birinci bölüm boying 747, ikinci bölüm Mister No'nun pırpırındaymışçasına geçti gitti. Ama dikkat buyurunuz verdiğim örneklerin hepsi de hızlı makinelerdedir. Kitap da her türlü hızla okunup bitiveriyor. Verilen pek fazla meşaz tespit edemedim. Lakin ikinci okumada öyküyü bildiğimden subliminal meşazları daha kolay algılayabilirim gibi geliyor. Her halükarda yolculukta, güneşlenirken, tatilde, öğle arasında, film arasında okunabilecek bir eserdir. 

"The Hunger" Kibar Vampiriz Biz...

   Taa 1983'lerden kalan "Açlık"ı yeniden izlediğimde, ilk izlediğim kadar etkilenmedim doğrusu. İlk izlediğimde 80'li yılların sonunda VHS kasetlerde, oldukça kırpılmış bir haldeydi. Canım Ketrin Donöv'ü temaşa etmek istedi. "Du bakalım hangi filmini göreyim" artık "Gündüz Güzeli" mi olur, "8 Kadın" mı olur derken karşıma "Açlık" çıktı. Bayan Ketrin'e ilave gencecik bir Suuzın Serendın, kool mu kool bir Deyvid Bovi de vardır ki tadından yenmez. 
   Şimdi bir ilave bilgi girmezsem karnım ağrır. Filmi seyrettikten iki ay sonra falan filmin yönetmeni Toni Skat intihar etti.  Kitaplar ve filmler konusunda ciddi bir düztabanlığım olduğundan şüpheleniyorum. "Koleksiyoncu"yu uzun bir aradan sonra tekrar okuduğumda Con Fovls ölmüştü, "Koleksiyoncu"yu bırakıp "Şibumi"ye başladım Trevanian mahlasıyla mülakkap Rodney William Whitaker hakkın rahmetine kavuştu.   Bilmiyorum artık...

   Filmimiz 80'li yıllarda çekilmiş bir video klip tarzında ilerlemektedir (afişi de bunu basbas bağırmaktadır). İlginç olan şudur ki gerek Miriyım karakterini canlandıran Bayan Donöv gerekse Bay Deyvid Bovi kibar vampirleri beyazperdeye aktarmaktadırlar.  Öyle ki : bu vampirler kurbanlarının kanını emmek için dişlerini değil boyunlarında taşıdıkları zarif kolyelerin içinden çıkan pantantif bisturileri kullanmaktadır. Filmimizin konusu felaket telmaşadır. Görüntüler; nasıl diyim : hani Boni Taylır'ın "Total Eclipse of the Hearth" video klibi var ya aynı onun gibidir. Oyunculuklar eğreti, kostümler eh işte, müzikler kulak tırmalayıcıdır. 
   Lakin fakirde "fetiş" denilen bir kavram da olduğundan bu b.ktan filmi on yılda bir seyretmektedir.  
   Fetiş şudur efendim. Bayan Ketrin Donöv, herhangi bir şekilde beyaz fon önünde iki saat kıpırtısız dursa ben seyrederim. Bay Bovinin bir ceket giyme sahnesini on kere izlerim. Hümeyra; "daha dün annemizin kollarında yatarken" singılı yapsa gider  alırım. İşte böyle hastalıklı bir durum...
   Dudaklarından kan damlayan bir Ketrin Donöv,
   Bayan Donöv'le ahlaka mugayir bir tensel yakınlaşmaya giren gencecik bir Suuzın Serendın,
   Birkaç saat içinde aniden yaşlanan ve ölen bir vampiri canlandıran Bay Deyvid Bovi'yi görmek isterseniz ve boşa geçirilecek birbuçuk saatiniz varsa izleyebilirsiniz.
   Elbette ki kızanlara önerilmez... (kızanlar derken kızancıklar yani)

Zaruri Antrakt....

   Elimde olmayan nedenlerden ötürü uzunca bir süredir ağ günceme gereken özeni gösteremedim. Bu sürede okudum ve izledim, yazılacaklar birikti. İzlediğim filmlere, okuduğum kitaplara bakıp derin bir iç geçiriyorum ve yeniden başlıyorum. Vira bismillah !...