27 Şubat 2019 Çarşamba

"Everybody Knows" Yine Farhadi, Yine Dert!

   Farhadi filmleri şaşırtmıyor artık. Ne göreceğimizi az çok biliyoruz. İnsanlar, ilişkiler, yalanlar ve daha neler... Coğrafya değişse de, kast çok bilinmedik isimlerden oluşsa da, ilk dakikalardan itibaren sinefili izlediğine çeken bir iş. 
   Arjantin'den İspanya'ya düğün ziyaretine gelen Laura'nın kızı kaçırılır, olaylar gelişir. Yönetmenimiz İranlı ama didiklediği kavramlar evrensel. Başrolü Bardem/Kruz ve Darin'e (pek de severim) vermeyip tanınmamış oyunculara verse de sonuç değişmiyor. Son anlara kadar yükselen bir tansiyon, düğümün çözüm noktasında pattadanak yazıların çıkması, film bitince içimizden yükselen sorular.
   2s13d'lık süresine karşın izlerken sıkmayan, beklenen frekansı veren bir kordela. Kafa boşaltmak, izleyip rahatlamak için değil film bittikten sonra geyik çevirecek bir tayfa ile mavra çevirmek için izlenebilecek filmdir. Yakın durunuz.

26 Şubat 2019 Salı

"Batıniler - İblis Behmen" Filibeli Ahmet Hilmi'den Güzel Bir Roman Ancak Osmanlıca.

   Filibeli Ahmed Hilmi'nin Amak-ı Hayal'ini okuyunca deruni hazlara dalmış idim. Bu hazları sürdürmek adına araştırdığımda gördüm ki kendisinin başka bir romanı da var. Üstelik romanın baş kişileri Hasan Sabbah, Nizamülmülk ve Ömer Hayyam! Buyrunuz bakalım. Yıllar önce Emin Maluf'un "Semerkant"ını okuyunca saikalar çıkaran zihnimiz yanlış yere mi zıpzıplamış? Meğer bizden biri 1910'da aynı kişileri aynı romanda kullanmış. Maluf, bu fikri intihal mi etti acaba? Bu düşüncelerle hemen kitabı edindim (nasıl da hayallerim vardı).
   Kitabı yayına hazırlayan Bayan Elif Çelik'in tanıtım yazısını da okudum (evet birtakım ideolojik düşünceler içeren bir yazıydı (İslam'ın doğulusuna da batılısına da karşıyız. En güzel İslam bizim İslam)). Yazının dili pek günlük bir dile benzemiyordu. Bunlar önemli değil, neticede önümüzde bir metin var, okur oraya odaklanacak.
   İlk sayfadan itibaren büyük bir hayalkırıklığıyla gördüm ki: kitabın yayına hazırlanması adına yapılan tek şey, arap harflerinin yerine latin harflerinin konulması olmuş. 1910'da yayımlanan metin, latin harfleriyle bir kez daha basılmış. Kitabın tümü aşağıdaki gibi paragraflardan oluşuyor. Kimi sayfalarda metinden çok numaralandırılmış kelime açıklamaları var. Fakir, kimi zaman eski neşir karıştırmayı sevdiğinden tozlanmış kelimelerle arası iyidir. Müsteşrik, dîl, mübeccel gibi kullanılmayan ama kullanılması hoş kelimelerin anlamlarına aşinadır. Buna rağmen başladığım romanda bilemediğim kelimeleri geçerek yaptığım okumalar hiç bir anlamlı sonuca ulaşmadı. Tümevarım yöntemiyle ilerlediğimde ise metnin anafikrini kaçırdığımı anladım. Açıklamaları okumaya kalkıştığımda bir sayfayı normal okuma hızımın beşte birinde tamamlayabildim. Arada Ahmed Hilmi'nin "İnsan garip varlık vesselam!" deyişleri falan akla Amak-ı Hayal'i getirse de, ilk bölümü ikmal edemeden pes ettim. 
   Bu konuda sebatına güvenen okurlar varsa ve bana adreslerini bildirirlerse, elimdeki kitabı ödemeli kargo ile bila ücret kendilerine gönderebilirim.
   Diyeceğim odur ki : Amak-ı Hayal'i okuyup da bunun peşine düşen kâri, dikkatli olsun. Okumak eziyete dönüşebiliyor...
"Eslâf-ı kiramın teracim-i ahvali hakkıyla tedkik edilir, nazar-ı tedkik, amak-ı hadisat ve ahvale infaz olunursa din-i mübin-i İslam'daki azadegi tefekkür ve hürriyet-i efkar ve kalama tahsin-han olmamak elden gelmez" 

22 Şubat 2019 Cuma

"Alita" Rodriguez'den Hayalkırıklığı.

  Yıl olmuş 2500 küsur. Büyük düşüşten sonra havada bir şehir kalakalmış. İnsanlığın süprüntüleri de o kentin altında "efendileri"ne hizmet ederek, bir gün oraya çıkabilme hayali kuruyor (bence yanlış yapıyorlar, "demir şehir" brezilya favelaları gibi gayet renkli bir yer, çevrede sayfiye de var, insanlar neden kuş yuvası gibi bir yerde yaşamak isterler ki?). Bir nedenle yukarıdan aşağıya sürülmüş bir cyberdoktor (kristofvoltz) çöplükte beyni hala sağlam bir cyborg bulur. Olaylar gelişir.
   Fragmanlar çok etkileyici, yönetmen bey daha önce "Sin City"leri çekmiş (çizgiroman filmlemesinde iyi yani), kast vasatüstü (yalnız dün maharşelaali'yi dahi piyanist olarak izlemişken burada kötü adamı canlandırması olmadı pek (bu arada doktoru ali, vektörü bay voltz oynasaydı daha iyi olacakmış sanki)) deyip, aldık biletlerimizi kurulduk koltuğumuza.
   Son yıllarda yaşadığım en aydınlık çekilmiş üç boyutlu filmdi (nebliyim başkalarında renkler falan bir kararıyor, bunda yok). Ama sadece o kadar. Ne senaryonun akıllara sığmayacak hatalarla dolu olması, ne bilimkurgu türüne yeni bir şey katmaması, ne karakterlerin karikatürize olması (neydi o edvırtnortın'ın son bakışları, beyaz kostümleri öyle!), filmin izlenebilme sınırının alta çekilmesi için hiç kan akmadan ikiye bölünen insanlar, kopan uzuvlar falan (adeta bir dizniy filmi!), ne de iyi bir oyun konsolunda oyun oynuyormuşçasına çekilen aksiyon sahneleri; fakiri gümüş perdeye çekemedi. 
   Diyeceğim odur ki : ana akım/beylik/zaman ezmelik/sonu olmayıp iyi gişe yaparsa çekilecek ikincisi için kılçık atan bir film izlemek istiyorsanız izleyebilirsiniz. Ama iyi bilimkurgu, iyi film arıyorsanız yaklaşmayın.
   Son diyeceğim önemli : ilk kez burada, gişeye oynayan bir filmde başrolü sanal bir karaktere vermişler. İlk beş on dakikadan sonra fazla da göze batmıyor. Fincan tabağı gözlerine rağmen, bilinç bir süre sonra başrolü yadırgamadan konuya odaklanıyor. Bu çok ürkütücü. Bir süre sonra (yavaştan yapmaya başladılar zaten!) filmlerde insana pek gerek kalmayacak galiba. Kapris yok, yüksek ücret yok, istediği gibi sahne verememek yok : oh yönetmen/yapımcının canına minnet. Artık bilmiyorum, sinema nereye evriliyor ? Ömrümüz vefa ederse neler göreceğiz kim bilir. Yalnız aklımdan geçen tek bir şey var. Fakir, S.King'in "Kule" serisinin iflah olmaz müptelası (beş yılda bir açar okurum). Slinger rolünün de bir aktör için yazıldığını tahmin ediyorum (yönetmenliği de pek iyi olan bu bey artık çok kocadığından bu rolün hakkını veremez). Bunun aşırı gerçekçi bir canlandırma filmi yapılsa (artık beş bölüm mü olur bilmem) karaborsadan bilet alır giderim (o derece!). 
   Haydi süpersonik haftasonlarınız olsun...

Kısa Kısa Filmler...

Border/Grans
   Yönetmen İranlı, olayın geçtiği yer İsveç. Sinopsis çok ilgi çekici. Bir sürü ödülü var. Takibimizden kaçmadı tabiy ki, oturduk başına.
   Kromozonlarından muzdarip Tina'mız, görünüşü her ne kadar itici olsa da sahip olduğu diğer farklı özellikleri nedeniyle (korkunun, suçluluğun, öfkenin kokusunu alabilmesi gibi) tam da en uygun yerde çalışmaktadır (gümrük memuru). Derken karşısına aynı görünüşte bir karşı cinsi gelir, olaylar gelişir.
   Bombastik bir sosyolojik yergi olabilecek filmimizin son yarım saatten sonra fantastiğe evrilmesine çok teessüf ediyorum. Öğrenilmiş sosyal roller, cinsiyete göre biçimlenen davranışlar, önyargılar, kötü/iyi kavramları gibi üzerinde didiklenecek çok geniş bir sahaya soya fasulyesi ekmek gibi bir şey yapmış sayın Abbasi. Her şey çıkar (et, süt, protein) ama tatsız tuzsuz olur. Filmimiz de öyle. Yalnız : şurası çok önemli cinsellikle ilgili sahneler oldukça rahatsız edici (bu rahatsızlıktan kasıt alenilik ve çıplaklık değil oldukça kavramsaldır), çoluk çocukla zinhar izlenmez.
   Hakkını yemeyelim, ben böyle özenli bir sinema diline son zamanlarda pek rastlamıyorum. Odağı hep hareketli lensler, açık hava çekimleri, izleyiciye aktarılan duygular, müziğin kullanımı ve bazı sahneleri defalarca izlemek zorunda kaldğım saç ve makyaj uygulamaları (bunda oskarı almazsa yuh olsun!). Yine de sağlam senaryo olmayınca hepsi boş... 
   İki saatinizi güzel bir sinematografi ama içi boş bir hikaye ile ziyan etmeyin. Güzel bir yürüyüş yapın (havalar da ısınıyor) daha iyi...   

Green Book/Yeşil Kitap

  "Irkçılıkla ilgili daha ne çekilebilir ki?" diye düşünürken dün gece izlediğim "Yeşil Kitap"; bu düşüncelerimde haksız olduğumu ortaya çıkardı. Genellemelerden kaçınmak gerek.
   Çok beylik bir senaryo, (aristokrat zenci ile lümpen italyanın birbirlerine katkıları) şımşıkırdak bir şekilde işlenmiş.
   Hiç canınız sıkılmaz. Çok zevk alırsınız. Hem vigomortensen hem maherşalaali süpersonik oynamış (ama mortensen başka). Festival filmi olmak için fazla akıcı, ana akım filmi olmak için fazla beylik. Ne diyim, mesela Mahmut mu diyim ?  İşte öyle bir film. İzleyin ama...

20 Şubat 2019 Çarşamba

"Ölüm ve İçsel Doğamızın Yok Edilemezliği ile Olan İlişkisi" Schopenhauer'dan Ölüm İncelemesi.

 Garip saç traşlı ama zihninden kıvılcımlar çıkan yazarımız; dörtkolluya binerek yapılan yolculuğu uzun zaman önce tamamlamasından mütevellit (iyice tekaüde bağladım (dörtkollu ne ? : (tabut tabut!))) telif ücreti gibi bir sorun olmuyor (bu da dehşet girift bir girizgah cümlesi oldu!) ve Bay Şopenhauer'in kitapları pek ucuza bulunuyor.
   Eristik Diyalektik pek bir ilgimi çekince, hazretin diğer yazdıklarına şöyle bir bakalım istedim ve en merak ettiğim konulardan biri olan, ölüm hakkında yazdıklarını okudum.
   Risalemizinin (64 sayfacık çünkü (ama ne yoğun 64 sayfadır o öyle!)) başlığı uzun. Ama "Ölüm ve İçgüdü İlişkisi" gibi hatırlanırsa daha kolay anlaşılır. Hayatın sona ermesi (aynı başlangıcından önceki süreç gibi) muğlak bir kavram. Yaşam dediğimiz sürecin ne öncesi ne de sonrası hakkında hiç bir pozitif kanıta sahip değiliz. Bunun hakkında dinler çok çeşitli şeyler söylüyorlar ama bilimsel açıdan yaklaşıldığında rasyonel aklın inanabileceği hiç bir bilgi yok (bilgimiz yok, fikrimiz var!). Hal böyleyken bu konuda yazacaklarımız ancak bu hayat ve boyutta gözlemleyebildiğimiz, yaşadığımız tecrübelerden faydalanarak yazılıyor. 
   Örnekleyelim : fil vardır. Diyelim Avustralya'da yaşıyordur. Bizler filin varlığını (her nasılsa) biliyoruz. Ama hiç görmemişiz. Yalnızca filin var olduğunu biliyor ve hakkında çıkarımlar yapıyoruz. Dikkat ederseniz sıklıkla görülen bir hayvan değil, oldukça farklı yapıda bir örneği örneklemeye çalıştım. Fil hakkında herkesin bir fikri var. Çeşitli tarifler yapılıyor ama fil görülmemiş. Fili sadece hayatının sonunda Avustralya'ya gidenler biliyor ama geri dönüp anlatma şansları yok (o kayık seyahatin sonunda yakılıyor). Kaçımızın aklına o devasa büyüklük, tüysüz vücut, o kocaman dişler, hortum falan gelir. 
   Ölüm de böyle. Tıpkı doğmadan önceki süreçte olduğu gibi : tam bir bilinmezlik ve bilinçsizlik hali. Neyse, sündürmeyelim...
   Artur Bey, konu hakkında çok didaktik yazmış. Nedir: kendisi fil hakkında hiç bir bilgiye sahip değildir. Böyle olunca yaşananlardan yola çıkarak ölümü yazmış. Yaşam hakkında iyi bir gözlemci olunduğunda, yaşamın karşıtı hakkında da yazılabilir aslında. En azından bu yaşamda karşımıza çıkanların ölümde olmayacağını düşünebiliriz. Bayan Şopenhauer'in sevgili oğlunun risalesinden çıkardığım ana sonuç : "her ne kadar ölüm, bir canlıya yapılacak en büyük kötülük, en ağır ceza olarak görülse de; tıpkı yaşamın öncesinde olduğu gibi mutlak bilinçsizlik ve yokoluş olacağını varsayarsak, yaşamın da pamuklara sarılarak geçmediğini idrak eder ve bilgi ile yaşamı değerlendirebilirsek ölümden korkacak bir şey yoktur." kısacası "bilgi ile ölüm korkunuzu yenebilirsiniz ama içgüdüsel ölüm korkusunu zaptetmek zordur."
   Benim aklımda kalanlar bunlar oldu. Elbette aşağıdaki asık suratlı ihtiyarın yazdıkları bunlarla bitmiyor. Daha neler var. Okumak gerek...

18 Şubat 2019 Pazartesi

"Bilim Kurguları" Bilimkurgu Sevenler Sevmeyeceklerdir!

   Gerard't Hooft teorik fizik profesörü, Nobel'i var (boş adam değil!). Belli ki bilimkurguyu da seviyor. 18 bölüm, 150 sayfalık bir kitap yazarak bilimkurgu sevenleri kızdırmayı göze almış ve bilimsel altyapısının da verdiği birikimle "neler olur, neler olamaz" minvalinde sıralamış.
   Her bölüm kendi içinde çok güzel bilgiler içeriyor. Kendi adıma bilgisayar işlemcilerinin yapılmasında teorik fiziğin nasıl kullanıldığını çok güzel anladım. 
   Kitap ilginç bir şekilde ilerliyor. Başlarda Prof.Hooft galaksimizin dışına çıkmamızın hem teorik hem fiziksel olarak nasıl imkansız olduğunu bir güzel açıklıyor. "Bakın şu budur, şu da budur. İşte tam bu yüzden binlerce yıl galaksinin dışına çıkılması imkansızdır!" diyor ve bilimkurgu sevenler ciddi hayalkırıklığına uğruyorlar. Daha sonra "birtakım asteroitlere plastik ipler bağlayıp savurarak yörüngelerini değiştirerek, gezegenlerin rotalarını değiştirsek, böylece iklimlendirerek dünyalaştırmalarını hızlandırsak, önceden gönderdiğimiz neumannbotlar (akıllı robot versiyonları) da ön hazırlıkları yapsak, başka gezegenlerde kalıcı olsak" babından, kendi bakış açısından çok rasyonel olmakla beraber zihni zorlayacak gelecek tahminlerinde bulunuyor. Neyse! Bu elbette sadece bir iki bölümde var. Bunun haricinde, etrafında olup bitenlerle ilgilenen okuru cezbedecek bir çok ganidir. Nanoteknoloji, genler, idiokrasi, çevre ve diğer şeyler...
   Okurken çok zevk aldım, kısa sürede bitti. Ama galaksilerarası yolculuk hayallerimi baltaladığı için yazarın pek kötü bir fotoğrafını koydum aşağıya (bu da benim naif intikamım). Bilime yakın durup, bilimkurguyla ilgileniyorsanız kaçırmayınız.

16 Şubat 2019 Cumartesi

"Denizde Bir Devekuşu" Önemli Kitap!

   Önceden belirteyim : bu kitabın hiç bir edebi ve akademik değeri yoktur. 172 sayfa boyunca kronolojik bir sırayla yazarın başından geçenleri (adeta bir günlük okurmuşçasına) okuyoruz. Ancak kitap çok önemli bir kitaptır.
   İsmail Oruç'un güncesini uzun zamandır takip ediyorum. Hayatına emeklilikten sonra verdiği yön, (birazcık benim de gitmek olduğu istikamet olması hasebiyle) çok ilgi çekici. Bay Oruç, bu günceyi okuduğunu tahmin ettiğim insanlar gibi biri. Yıllar boyu masa başı işlerde çalıştıktan sonra yaş ilerleyince, beden de küçük küçük arızalar vermeye başlayınca, ekonomik olarak azıcık rahatlayınca, emeklilik hak edilince; zihin muhasebeye başlıyor. "Ne kadar zamanım var? şimdiye kadar nasıl yaşadım? bundan sonra nasıl yaşayacağım?" türü sorular, uykuları kaçırıyor. 
   Bay Oruç, işte tam da bu aşamadayken önemli bir karar verip, denizle hemhal olmaya karar veriyor. Ama nasıl olacak bu işler? Emekli olunca gelir yarı yarıya düşüyor. Deniz zengini sever diye bir deyimimiz var. Küçük bir kayık almaya kalksanız bile bütçeyi zorlar. İş almakla bitmiyor, bakımı, kışlaması, bağlama yeri. Bunlar hep sorun.
   İsmail Bey, yılmıyor. Önce 2.5 metrelik bir kayık yapıyor (evet! kendi elleriyle). Sonra da Devekuşu maceraları başlıyor. Yıllarca karada başını kuma gömerek yaşadığı düşüncesiyle ilk yelkenli teknesinin (ve daha sonra ikincisinin) adını Devekuşu koyuyor. Devekuşu-1'i de kendi imal ediyor. Bu arada bütçesi elverdiğince yelken eğitimleri alıyor (ki kitabı okudukça eğitimlerin insanı ancak bir yere getirdiğini (ilk adımı atmaya sağladığını) asıl önemli olanın denizde yaşanan tecrübeler olduğunu belirtiyor. Yetmiyor, her yelkencinin "o küçük tekneyle bu seyir olmaz" diyeceği rotaları yapmaya başlıyor. 
   İşte bu kitap; rotası değiştirilen bir hayatın kısa özeti. Kabul etmek gerekir ki yazarımızın öyle edebi bir anlatım kaygısı yok. "Aslan burnu'nu geçerken teknemin bordasına vuran azgın dalgalar, üzerime serpintiler yağdırıyor; bu arada yerle göğün birbirine girdiği kurşuni hava ümidimi kırıyordu. Buradan nasıl kurtulacaktım?" gibi teatral cümleler yerine son derece yalın bir anlatım var. Devekuşu-1'in İzmir ve Marmara seyirleri çok güzel anlatılmış. Her amatör denizci bu kitaptan yararlanarak kendi rotasını çizebilir. Kendi adıma "içine su katılınca beyazlayan sıvı" betimlemesine bittim doğrusu. Kitapla ilgili tek eleştirim : şu anda yazarın aşina olduğu (doğrusu yıllardır kullandığı) denizcilik terminolojisine dair bir küçük sözlüğün, kitabın sonuna yerleştirilmesinin faydalı olacağı.
   Aşağıdaki bağlantıya tıklayınca izleyebileceğiniz küçük röportajı izleyinceye kadar Sayın Oruç'un ortopedik engelini hiç bilmiyordum. Ne ağ güncesinde ne de başka mecralarda hiç bahsedilmemiş. Önemli olmadığını düşünmüş olsa gerek ancak tekneyle tek başına yapılan boğaz geçişleri, fırtınalı havalar ve yelkenlinin tek başına abranması düşünüldüğünde oldukça zor olduğunu kabul etmek gerek. Kıvrılmayan bir diz, elliyi aşkın yaş ve emekli geliriyle bu işleri başarmak mangal gibi yürek gerektirir. 
    İsmail Oruç, amatör denizciliğe gönül vermiş ve bunun yaygınlaşması için elinden gelenin fazlasını yapan bir insan. Kendi adıma: Devekuşu-2 ile yaptığı Göcek seyrinin çeşitli bacaklarında limanlayacağı yerlerdeki amatör denizcileri, bir sonraki limana kadar (bila ücret) seyre davet ettiğini biliyorum. Yazarla birlikte inanıyorum ki : bakışlarımızı ve hayatımızı biraz daha denize çevirsek, memleket daha yaşanılır bir hale gelir. 
   Kitap önemli kitap. Alıp okumak ve devamını beklemek hatta en iyisi kitapta önerilenleri hayata geçirmek gerek.
   Teşekkürler İsmail Oruç...

11 Şubat 2019 Pazartesi

"The Favourite" Lanthimos'un En Son Filmi.

   Kraliçe Anne pek mutsuzdur. Hem hasta hem mutsuzdur (intihar kokteyli). Neyse ki Leydi Sera kendisini bu mutsuzluktan nev-i şahsına münhasır yöntemlerle çekip çıkarabilmektedir. Aniden bir hizmetçi zuhur eder : Ebigeyl. Ebigeyl de Leydi Sera'nın kalibresine yakın ve hatta daha da oyuncaklıdır. Kraliçenin gözdesi kim olacaktır ?
   Köpekdişleri ile başlayıp, Istakoz'la devam eden ve nihayet Kutsal Geyiğin Ölümü ile biten Lanthimos maceramızdaki son evre işte bu. Nereden bakarsanız pembe dizi senaryosu (iki kadının, bir diğeri üzerindeki güç mücadelesi). Yorgo Bey, ilk filminden bugüne hiç sektirmeden ana akım sinemaya adım adım yaklaşıyor. Yaklaştıkça sinematografik olarak gelişiyor, verdiği mesajlar ehlileşiyor (para uslandırır mı insanı?). 
   İki saate yakın süresi (1s59d), genellikle iç mekanlarda yapılan çekimleri, usta işi küçük sinema oyunları, (yönetmenin alamet-i farikası haline gelmeye başlayan) balıkgözü (geniş açı mı deniyor ona?) kadrajları, tavşanları (bak yine farika (Kutsal Geyik'te de vardı tavşanlar)), uzun süre bakınca halüsinojen etkisi yapan dekorları, bir acaip abartılı makyajları, iyi rol kesen üç başrolü (yalnız Olivyakolmın yevmiyeyi hakketmiş arkadaş!), dekor gibi duran erkek karakterleri (başat kadınların yanında dildo (Amanın! çoluk çocuk var) biblo gibi oturakalmışlar), bolca metaforları (-neredeyim? -cennette, bu da Tanrı!), başdöndüren goblenlerine (onlarda bile metafor var (doyamadın metafora Yorgo!)) karşın hiç ilgiyi düşürmeden kendini izlettirdi. 
   Kendi adıma, Kraliçe'nin huzurundaki garaip dansta (ama ne dans) gülmelerden kopayazdım. Başka yerler de gülümsetti. Merak b.kuna sonuna kadar izlerken "yav iyi kostümlü pembe dizi mi izliyorum ne?" diye düşünmeme karşın, film bittiğinde içimde kalan his nedense "hımm, değişik film olmuş" türünden bir şeylerdi. Elbette filmimiz bittiğinde, tarihi olayların filmle örtüşüp örtüşmediğini de araştırdım. Evet bazı şeyler örtüşüyor ama neticede belgesel film izlemiyoruz, senaryoya dokunan insanlar da tarihçi değiller.
   Bayan Lanthimos'un sevgili oğlunun (fakire göre elbette) en kuvvetli filmi değildir (tartışmasız Kyodontas'tır o!) ama zayıf film de değildir. Siz siz olun benim yaptığım gibi malum ortamlardan izlemeyin (ne yapalım bünye sinemalarda gösterilmesini beklemeyecek kadar sabırsız), ortada ciddi bir sanat yönetmenliği var. Gidin salonlarda görün...

8 Şubat 2019 Cuma

"Organize İşler-Sazan Sarmalı" Seferberlikte İzlenir...

   "Keşke birincisinden önce bunu çevirmiş olsaydılar" diyeceğiniz filmdir. Hafta arası geç bir seansta gitmeme karşın salonun yarısından fazlası doluydu. Sinemamız adına iyi bir şey, sevindik elbette. Filmin başından sonuna kadar da ilgimiz düşmeden izledik. Bazı yerlerde güldük, kimi yerlerde hüzünlendik (Erdal Tosun'un grafitisi ne güzel olmuş öyle!). 
   Şu ki : ne kadro ilki kadar şükela, ne de senaryo ilki kadar iddialı. Bay Tatlıtüy güzel bir canlandırma yapmış (o bitik takımelbiseler, tokalı ayakkabılar, portakal renkli mersedesin ön konsolundaki muhtelif sallabaş köpekler, fantastik saç modeli, göbek falan), Atademirerin kısacık beyin yakan muhabbeti de iyi, Yılmaz Beyin doktor tiplemesi de (tesadüf bu ya, iki gün önce aynı kalibrede bir doktora muayene olmuşluğum var). Ancaak : (bir cümlede "ancak" varsa öncesini okumayın!) 
  • ilk filmdeki zeka işi dolandırıcılık trüklerinden (ne işim olur trükle) inceliklerinden sadece bir tanesini görebiliyorsunuz. Başka da merak uyandıran bir dolandırıcılık hikayesi yok. Asım Noyan'a teessüf ederim.
  • Bay Noyan'ın komünal suçlu topluluğunun Goran Bregoviç filmlerini aratmayacak atmosferi biraz gerçekten uzak gibi sanki.
  • Dron çekimleri abartılmış mı ne ? (güzeller ama o ayrı)
  • Gözler süpermen ayarında yan oyuncular aradı ama beyhude.
  • böyle yazılacak çok şeyler var ama eleştirmek kolay, yapmak zor. Bu yüzden özenilerek çekilmiş, görüntüleri, renkleri, sesleri, müzikleri standartın üzerindeki filmimizi gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz.
Aşağıya da her iki filmin kastlarından bir bölümü yerleştiriyorum ki, mukayeseyi daha güzel yapabilelim (hizmette sınır yok!) 


4 Şubat 2019 Pazartesi

"Polar" Mikkelsen'in Hatırına.

   Açılış sahnesinde başrolümüz Mikkelsen'in kemikli kıçını gördüğümüz filmdir (hemi de prostat muayenesinde). Yönetmen de İsveçli bir kişi (genelde kısa filmler ve belgeseller çekmiş ama vardır kuzey filmlerinin o kendine özgü dokunuşu diyerek) oturduk filmimizin başına.
   Emekli bir tetikçi son işini hatır gönül kabul eder, olaylar gelişir. Kabul edelim : konumuz pek beylik. Zaten beylik bir iş olacağını peşinen kabullenerek izledim. Buna mukabil, filmimiz beylik sınırlarını aşarak over beylik (ve hatta karikatürize) bir iş olmuş. İzlerken sıkıldım mı, kat'a. Ama insan isveçli bir yönetmenin Mİkkelsen'i oynattığı bir işi izlemeye başlayınca, beklenti çıtası ister istemez yükseliyor.  Gerek başrolü, gerek yanrolleri ve (özellikle) gerekse kötü adamları bu kadar karikatürize ederek gore (ne işim olur gore ile) kan banyosu bir film çekmişler. Çok fazla şiddet ve çıplaklık içerdiğinden sabi sübyan ile asla yaklaşılmaz. 
   Bu arada bilmiyorum neden, Mads Mikkelsen'e karşı konulmaz bir sinematik beğenim var. Bu tip roller için kaslı, hoplayanzıplayan, tepikler atan bir fizyonomisi olmamasına karşın, paçalarından akan bir cool (ne işim olur cool'la) ağır abilik var. O bakışlar ve yüz ifadesi sanırım bunu yapan, bir de önce izlediğim filmlerden gelen bilinçaltı beğeni tabiy ki.
   Velhasıl, içinizde kımıl kımıl oynayan destrodoyu tatmin için izlenebilecek ancak asla ciddiye alınmayacak filmdir. 

"Yenilmez" Stanislaw Lem'den Ters Evrim, İletişim ve daha neler...

 
   Uzak gelecek. Keşif görevi için bir gezegene gönderilen Kondor'dan (Akbaba) haber alınamayınca durumu araştırmak için Yenilmez gönderilir (isimlerdeki ironiye dikkat!). Olaylar gelişir.
   Bilimkurgunun felsefi cambazı Stanislaw Bey hünerini konuşturuyor. Kimi zaman gülümseten (ilginçtir, okuyucuyu güldürmek için yapılan tek bir satır yazılmasa da gülümseme kendiliğinden oluşuyor), kimi zaman düşündüren (çokça oluyor bu), bazen de irkilten 227 sayfalık bir bilimkurgu kilit taşı yazmış. 
   Başlangıçta beylik bilimkurgu gibi ilerleyen romanımız (roketler, biliminsanları, meraklı gelişmeler, robotlar), ortalarından itibaren ters evrim, inorganik evrim, türlerin (üstelik tamamen farklı türlerin) iletişimi, paradigması gibi konulara sıçrayarak; sıradan bilimkurguyu aşan bir metin oluyor. Bu çerçevede bir kere daha (geniş zamanlarda) okunmayı hakkederek, arşivimdeki yerine kuruluyor.
   Bilimkurguyu sevenlere veya şeylere farklı yönlerden bakmaktan korkmayanlara hararetle önerilir.