30 Aralık 2018 Pazar

"Eristik Diyalektik" Bugünlerde Okunmalı.

   Artur Şopenauer, Immanuel Kant'ın en sevgili öğrencisi. Niçe ile birlikte (şimdi kim yazacak bu müellifin yazması zor ismini?), Richard Wagner, Ludwig Wittgenstein, Erwin Schrödinger, Albert Einstein, Sigmund Freud, Otto Rank, Carl Gustav Jung, Leo Tolstoy, Thomas Mann, ve Jorge Luis Borges'e ilham olmuş biri. Genel olarak insana dair tespitleri, gözlemleri pek kötümser (haksız mı ama! (zatıalilerine gönülden katılıyorum)). Aşağıdaki canlandırmasına da bakınca "sizden bir b.k olmaz, dağılın!" der gibi baktığını görebiliyoruz. Kendileri hakkında pek derin okuma yapmadım ama bugünlerde bu eserinin üzerine eğilmekte fayda var. 
   Yazarımız 1860'da ölmüş, bu kitabının ne zaman yazıldığını öğrenemedim. Ölmeden önce yazdığı düşünülürse (kesin doğru çıkarımlar yapabiliyorum bugünlerde), kitabımız yüzelli yaşından fazla. Ancak ciddi ciddi tüm siyaset akademilerinde okutulduğunu düşünüyorum. Şimdi 1800'lerin sonuna doğru bir bakalım. Kitle yayınları yok. Propaganda (henüz) ciddi ciddi üzerine eğilinmemiş bir olgu. İşte bu ahvalde münevverlerin fikirlerini ispata ve iknaya dair tek enstrümanı var. Kitap yazmak yahut retorik. 
   Retorik nedir ? Dikkat ! malumatfuruşluğumu konuşturuyorum. Efendim : ortaçağ eğitiminin trivium bacağındaki üç ana dersten biridir. Konuşarak insanları etkilemek yani hitabet ve belagat demektir. Bunun yanısıra quadrivium da alayım derseniz gramer ve diyalektiğe ilaveten aritmetik, geometri, astronomi ile müzik eğitimi de almanız gerektir.
   Kitabımıza dönelim. Bay Artur; "gerçekten haklı olup olmadığınızın bir önemi yok, tartışmada haklı çıkmak istiyorsanız bunları yapacaksınız" deyip 38 adet tartışma hilesini; hem tarihsel atıflarla (Sokrat, Platon, Aristo eristik diyalektiği didik didik etmiş zamanında) hem de örneklerle açıklıyor. Okudukça haşyete kapıldım. Bunların çoğunu hemen hemen tüm siyasetçiler yapıyor. Sadece siyasetçilerin değil hukuk konusunda çalışanların da başucu kitabı olması gerek. Çünkü gerçeğin ve doğrunun nasıl gölgelenebileceği hakkında çok başarılı taktikleri (özellikle de işi doğruyu ve haklıyı bulmak olan) hukuk insanlarının bilmesi gerek. 
   Doğruyu ve haklıyı bulmak için hep vicdanımı dinledim/dinliyorum ancak vicdanımın doğruyu söylediğini nereden bilebilirim. Vicdanım, bugüne kadar yaşadıklarım, öğrendiklerim ve okuduklarımla şekillendi. Haliyle subjektif. Bu da demektir ki vicdanım gerçekten doğruyu ve haklıyı saptamakta yetersiz. O zaman başkalarının doğru ve haklı tarifleri ile mi hareket edeceğim. Ne yapacağım bilmiyorum. Neyse ki bu tür yargıları verecek konumda olmuyorum çoğu zaman. Ben bir garip mavi yakalıyım (iyi ki de öyleyim). Yoksa bu konulara derinlikli eğilip, vicdan azapları içinde kavrulup giderdim.
   Ancak; insanları etkileme derdinde biri olsam bu kitabı uzun uzun çalışırdım. Eğer başarılı olursam da pek iyi bir insan olmazdım. Nedir : olduğum yerden memnunum. Neyse pek kişisel meselelere daldım. Canınızı sıkmayayım sevgili kâri. Bıçak gibi bu kitabı (ekmek de keser, insan da) isterseniz okuyun. Eristik Diyalektiği kullanmasanız da (umarım öyle yaparsınız) tanırsınız.

29 Aralık 2018 Cumartesi

"Son Soru" Asimov'dan Pek Etkileyici.

 
   Dün gece uyumadan zihni bir rahatlatmak amacıyla Bayan Asimov'un sevgili oğlunun bir öykücüğünü okuyayım da mışıl mışıl uyuyayım derken tam tersi oldu sabah ezanlarına kadar kukumav kuşları misali düşündüm durdum (Yüce Rabbim ben niye tezimi bilimkurgu üzerine hazırlamaya çalışıyorum?).
   İş bu öykü 1956 yılında "Science Fiction Quarterly" dergisinde yayımlanmış. Entropi, insanın doğası, nereye gidiyoruz gibi konuları işleyen. 5-10-20 bin yıllık aralarla kurgulanmış bir öykü (uzun da değil, tam uyumadan önce okunacak hacimde (ama siz sakın uyumadan okumayın (Sakın!)). Tam "nereye varacak bu iş?" derken Bay Asimov topu öyle bir doksana çakmış ki, gel de kukumav kuşu olma. İşte bu kukumavlık serdeki gizli mazoşisti uyandırıyor ve hoşuma gidiyor olacak ki, böyle zihin buran satırları okumayı seviyorum. 
   Sorgulayan kukumav kuşlarına öneririm.

26 Aralık 2018 Çarşamba

"Amak-ı Hayal" Filibeli Ahmed Hilmi'den Okunası...

   "Bu kitabı, hakikat aşkıyla yanan, akılla kavranamacak konuları merak eden insanların zevkle okuyacağı kanaatindeyim." diyor önsözde Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi. Aşağıya fotografisini iliştirdiğim ŞFAH, hakikaten çok nev-i şahsına münhasır bir zat. Hem İttihat ve Terakki ile hem de Abdülhamit'le ters düşebilmiş. Mekteb-i Sultani mezunu, hem Fizan'a hem Bursa'ya sürülmüş. Çıkardığı dergi bir buçuk ayda beş kez kapatılmış. Şemali de pek latif (kol düğmeleri, pos bıyıklar falan). 
   Kitabımızda yazılan, 23 fantastik hikaye. Fakir, Sis Yayınlarının neşrini okudu. 192 Sayfa çabucak bitiyor. Bu bağlamda roman olmaktan ziyade meseller silsilesi olarak da değerlendirilebilir. Kendi adıma; vahdet-i vücud düşüncesinden ziyade panteizme kafayı yorduğumdan, meselleri kendi bakış açıma göre yorumladım. Ancak her türlü açıdan, değerlendirilmesi pek şetaretli satırlardır. Aynalı Baba'nın hem mevlevi, hem alevi/bektaşi kültürüne yakınlığı, pek sıklıkla içtiği kahvelerden sonra algılarının yükselmesini (ne var o kahvenin içinde?), karşılaştığı her soruna güzel bir çözümle yaklaşmasını pek sevdim. 
   İçinde Sokrat, Eflatun, Aristo olduğu kadar, Hürmüz ve Ehrimen de var (ki cenkleri pek okumalara sezadır (Aşk'ın galebe çalması, fakiri kendinden geçirmiştir)). Osmanlı eyaletlerinde olduğu kadar Simurg'un üstünde yıldızlararası rotalarda da dolanıyor, (az biraz  da eski lugâte hakimsek) nazım okuru hazla gülümsetiyor. 
   Gulguleli zamanlarda okunursa zihne ciladır. Hararetle öneririm.

25 Aralık 2018 Salı

"The House That Jack Built" Trier'in Son Filmi.

   Düz bir film yazısı olmayacak, zira (zira!) film düz değil.
   Nimfomanyak'tan sonra beş yıl kadar dinlenen spekülatif yönetmenimiz Bay Trier, kendi oluşturduğu Dogma95 kurallarını tepikleyip, kendisi kadar spekülatif bu filmi çekmiş. 8.7 milyon avroya maledilen işimiz hakikaten de ekonomik olmuş. Çekimler mümkün olduğunda küçük kadrajlarda, hareketli kameralarla, minimal dekor ve tarihsel atmosfer oluşturma çabalarıyla çekilmiş. En önemli gider kalemi, oyunculara verilen paralardır herhalde. Oyunculukta (ki bence en gözardı edilmiş kuntastik aktörlerden biridir) Metdilın, coştukça coşmuş. En başlarda zuhur eden Umatörmın da döktürüyor (kısacık sürede kafasına kriko (jack) ile vurma isteği uyandırdı (bir de amma yaşlanmış)). Brunoganz, bildiğiniz gibi (katıldığı son Kan ödül töreninde Nazi rejimi hakkındaki kelamları nedeniyle protesto edilen LVT'in Hitler'i en şükela şekilde canlandıran Ganz'a, önemli bir rol atfetmesi de hakikaten cinliktir).
   Jack adında zeki bir seri katilin hikayesidir. Beş bölümden oluşan filmimiz, yazılmakla anlatılacak gibi değil. İncelemeniz, çalışmanız gerek. O kadar fazla metafor var ki, ancak ikinci izlemeyle bazılarını (bazılarını diyorum ha!) sezebilmeniz mümkün. Ancak verilen temel fikri : "kötülük eden cehenneme gider" şeklinde çıkarıp, daha da izlemeyebilirsiniz. Ayrıca bir seri katilin hayatında muhtemelen daha fazla şiddet vardır zannediyorum. Testere serisinden daha az şiddet vardı diyebilirim. Film akarken mantık silsilesi falan aramayın doğrudan içgüdülerinize hitap ediyor. İzlerken en fazla güldüğüm LVT filmidir ayrıca (kırmızı minibüsün ardına bağlı naylonlara sarılı ceset ve bıraktığı kırmızı iz (yahu bu ABD'de hiç mi polis yok)). Toplumsal eleştiri de var, konuyla ilgili çiğ çekimlerden oluşan eski (diğer LVT filmlerinde olduğu gibi) , Glenn Gould'un akıllara zarar piyano egzersizleri de. 
   Son sahnelerdeki cennet tasviri de fakirin gönül tellerini pek bir titretmiştir : "çocukluğunuzdaki iyi anlar cennetinizdir". Cek'in bu cennete bakarken gözlerinde beliriveren hüzün gerçekçidir. Bir de sonlara doğru Dante'nin cehennemine gidiyoruz sanırken 1822'de yuucindelakroa'nın yaptığı "Dante'nin Kayığı" tablosunun (neredeyse) birebir canlandırılması vardır ki ağırçekim, görmelere sezadır (aşağıya bakınız). Daha fazla izlesem daha fazla benzerlik, ipucu yakalayabilirim (Verge Virgilius mu ? Cekin kırmızı kapşonlusu nedir ?) ama ruhum izlemelere dayanamaz. 
   İkibuçuk saatlik bu filmi, kafa boşaltmak, eğlenmek, hoş vakit geçirmek için izleyemezsiniz. Düşünsel ve sinemasal bir deneyim yaşamak isterseniz size gelir, yoksa tazesinden bir "A Simple Favor" vereyim abilerime, ablalarıma !

"The Sisters Brothers" Fransız Gözüyle Sığır Çobanı Hikayesi.

   Kanadalı Petrikdövit (buraya koyduğum bağlantı da iyidir haa! (açılmaz kapıları açar)) romanı yazmış, fakirin en süpersonik hapishane filmlerinden Un Prophete'i çeken Jakodya ise yönetmiş. Kaçırmadım, izledim (memlekette ne zaman gösterime girer bilemem, bendeniz malum kaynaklardan izledim (neticede Jakodya'nın parama ihtiyacı yok)).
   Şu son bir ay güzel kuntelwestern (bu türü de ben bulmuş olayım) yaptı ama. Bastırskragsın Bozlaklarından sonra şimdi de Kızkardeş Erkekkardeşler... 
   Filmimiz acaip bir film. Bir kere kast süpersonik. Ceykgilenhol, Cekinfiiniks, (pek az görünse de (ki kült aktörlerimdendir)) Ratcırhauver vee (iddia ediyorum ileride daha fazla kıymeti bilinecek) Cansiiriiliy. Çekimler çok özenli. Müzik kullanımı çizgi üstü. Senaryo, kurgu, akış hepsi bittamam. Bir tek süresi biraz uzun (2s1d). Bunun haricinde sığır çobanı filmlerinden (western de diyorlar) oldukça farklı bir iş. 
   Önceleri aksiyon temelli diyebileceğiniz film, sonlara doğru bu temeli bir tarafa bırakıp uzun süreçli yaşananlara dönüşüyor. Hatta bir sahnede aksiyon tamamen seslerle veriliyor, sonlara doğru ise kısa kısa uzaktan çekimlerle aksiyon doğrudan pas geçiliyor. Böyle gidilerek yaşananlara daha fazla ilgi çekiliyor. Ama yaşananlar bana pek de ilginç, düşünülesi gelmedi. 
   Bu açıdan: eğer kotanızda tek sığır çobanı filmi varsa Kohen Kardeşlerinkini tercih edin. Ama öyle bir sınırlamanız yoksa bunu da izleyebilirsiniz. Şüphesiz ki ilkinden daha az sorular soracak ama aynı şekilde güzel vakit geçirebileceksinizdir.

24 Aralık 2018 Pazartesi

"Resmi Geçit" Şebnem İşigüzel'den Bir Dönemin Siyasi Dedikoduları...

   "Paşalar tavan arasında toplanmış" diye başlayan 636 sayfalık hacimli bir romandır. 12 Eylül 1980'den biraz önce başlayıp uzunca bir dönemi (ne acaip günlerdi!) siyasi baş aktörleri eksene alarak anlatmış Bayan İşigüzel. Ali Çoban, Cevdet Kara, Süleyman Tel, Hüseyin Feyzullah, Şahika Ateş gibi adları, bir iki cümle okuyunca yerine oturtuyorsunuz. Karakterler (elbette o dönemi yaşayan talihsizler için) şıpınişi gözünüzde canlanıyor. Florya köşkünün emektarı Mustafa (Kirkor) ve talihsiz taksi şoförü gibi kimi önemli karakterler ise anonim. Anonim derken yanlış anlaşılmasın, vardır böyle insanlar (ve niceleri). İşte tüm bu karakterler, dönemin ruhuna yedirilerek uzunca anlatılmış. 
   Dil pek akıcı, kurgu zaman zaman yıllar sonrasına atlasa da okur hemencecik akışı yakalayabiliyor. Aşırı bir karikatürize etme çalışması var. O kişiliklerin memlekete ettikleri düşünüldüğünde kimi zaman içimin yağları eridi. Ama şöyle bir eleştirim olacak : sayın yazarın konu ettiği kişilikler, iktidardan düşmüş, birçoğu artık hayatta değil, yapılacak eleştirilere cevap verecek halde değiller. Zaten bu kitabı da okumayacaklarını sanıyorum. Kitap Eylül 2008'de yayımlanmış. Adı geçen kişilerden sadece Pensilvanya mukimi ağlak hoca, (etkisini yitirmekle birlikte) hâlen aktif. Onun da muktedirlerle yolu zaten çoktan ayrıldı. 
   Şimdi düşünüyorum da: "güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar" saikinden hareketle, zamanında güç zehirlenmesi yaşamış ve artık gücü kaybetmiş kişilikler hakkında böylesine acımasız satırlar yazıp eleştirmek hakikaten kolay. Zor olansa: elan yaşananlar hakkında cesurca kalem oynatabilmek. Bu zamanlama sarfınazar edildiğinde yazarın güzel bir iş yaptığını söyleyebilecekken, düşmüşe acımasızca vurmuş olduğunu idrak ediyoruz. Düşene (haksız da olsa) vurmak, ne derece ahlaki tartışılır. Bu roman 1980'lerin sonunda yazılmış olsa, hilâfsızca alkışlayacak, tavsiye edecek olan fakir, 2018'de okuyunca yazara pek de hak vermiyor. 
   Bundan hareketle, bir yirmi yıl sonra bugüne dair yaşananları buna benzer bir romanda ele alacağını umduğumuz yazar; o zaman da bugün hissettiklerimi hissettirecek "neden bir yirmi yıl önce yazmadın?" diye (en azından benim tarafından (çok da umurunda olur sanki!)) ayıplanacaktır. Velhasıl, yirmi yıl önce okusam çok beğeneceğim bir iş, sonuna kadar yutkunarak okuduğum bir eziyete dönüştü. 

20 Aralık 2018 Perşembe

"The Guilty" Suç Kavramına Bakış.

   Danimarka'dan sıradışı bir film. Filmin başlarında bilemediğimiz nedenlerden, tenzili rütbe olmuş bir polis memuru, görevlendirildiği alarm çağrı merkezinde yarıda kesilen bir çağrı alır. Duruma göre vaziyet alır. İşler gelişir.
   Son bir ay, güzel tek mekân filmleri yaptı yalnız (Bkz.The Place). Filmimiz tek mekan, iki odada ve gerçek zaman akışıyla ilerliyor. Sekanslar var, planlar var ama bir zaman atlaması yaşamıyoruz. 85 dakikalık olay yaklaşık olarak 85 dakikada verilmiş. Filmin bir hikayesi, bir akışı var. Buna kapılıp büyük resmi kaçırmamız olası (bende öyle oldu). Zahiri hikaye, önündeki görsellik engellerini (en büyük engel : adamakıllı tek oyuncu ile tek mekanda olması elbette!) aşıp izleyiciyi yakalıyor (hiç bir yerde uyuklamadım, dikkatim düşmedi). Ne yalan söyleyeyim ben de hikayeye yakalanıp, şimendifer müptelası sütaş inekleri gibi izledim. Ne zaman ki yazılar çıktı, fakiri aldı bir düşünce. Yattım, kalktım : filmi daha iyi değerlendirir gibi oldum (hep böyle olur bana (fazla zeki olmadığımdan zaar!)). 
   Büyük çerçevede; suç denen kavramın etrafında etraflıca döndüğümüzü anladım. Evet, sinematik ögeler çok ustalıkla yerleştirilmiş. Müzik, diyaloglar, kadrajlar, ışık (tek mekanda ışık kullanımı nasıl olurmuş ? diyenler için, "karanlıktaki kırmızı ışık faktörüne dikkat" diyorum), kurgu, yakın çekimler, sessiz ve hareketsiz sekanslar (ki pek etkileyici onlar) oyunculuk; velhasıl her bir öge sinemanın hakkı verilerek yapılmış. Bu açıdan zanaat, düşünce açısından ise sanat olarak nitelendirebiliriz, başımız ağrımaz. Yabancı filmde oskar amcaya aday olması şaşırtıcı değil yani. 
   Az paraya iyi film nasıl olur ? diye merak edenler ve hukukçular ve Fiyodor Mihaloviç sevenler (ne az kaldı onlardan!) ve suç/suçlulukla hayatının bir döneminde hemhal olmuşlar ve sinefiller yakın dursunlar...

10 Aralık 2018 Pazartesi

"Mortal Engines" Steampunk Sevenler Buyursun.

    Önceden söyleyeyim : filmimiz pek iyi değil. Piıtırceksın kaşesini görüp de "iyi yönetmen" diye bir zehaba kapılmayın. Bay Ceksın sadece prodüktörlerden biri. Yoksa yönetmen beyin ilk uzun metrajlı filmi bu. Fena da olmayan bir bilimkurgu romanı dörtlemesinden, 2s8d'lık bir film ancak böyle oluyor demek ki. Filipriivz 2001'de başlamış Mortal Engines dörtlemesini yazmaya, 2006'da bitirmiş. Klasik distopya. Romanları okumadım, haliyle sinema uyarlamasının nasıl olduğunu söylemek bana düşmez.
   Günümüzden en az bin yıl sonrası. Yeryüzü mahvolmuş, kaynaklar tükenmiştir. Kentler kaynakları sömürmek için mobilize olmuş, güçlünün acizi yediği bir düzen zuhur etmiştir. İşte bu ahval içinde bir takım gençlerin yolu kesişir. 
   Gençli bilimkurgu distopyalardan ikrâh geldi son yıllarda (divörcıntlar, meyzranırlar ve daha neler). Bunun da onlardan kalır yanı yok. Bolca CGI kullanılarak, pek de mantıklı olmayan bir senaryoya yedirilmiş, akılfersa sahneler bolca. Diyeceğim : mantık falan arıyorsanız hiç yaklaşmayın. 
   Ancak (- Kıssada "Ancak" diye başlayan cümleden başlayabilirsiniz. demişti çok okuyan bir dostum), fakir gibi steampunkın hastaysanız uzak duramazsınız. Transistörsüz, dijitalsiz, ledsiz, floresansız (floresansız da bilimkurgu mu olurmuş!) bir görselliğe teşneyseniz izleyebilirsiniz. Kendi adıma; hem bir jet türbini taşıyıp, hem de bulutların üstünde güvertesinde sohbete sigaraya çıkılabilen hava araçlarına hastayım (fizik kanunlarına aykırı ama olsun ben seviyorum). Burada bunlardan pek çok var. Buharlı yürüyen kentler. Dijital olmayan (bildiğiniz optik) dürbünler. Enerjiyi nereden aldığı belli olmayan (ve çok enerjisi olan) Stalker Shrike. Daha neler neler...Bu arada yürüyen, ormanları hatır hatır yok eden kentlerin amansız batı  kapitalizmini, hep saldırılan duvar arkası halkın ise Çinlileri ve Hintlileri simgelediğini, aslında bütün senaryonun koca bir metafor silsilesi olduğunu da düşünebilirsiniz (aman boşverin metaforu kutaforu! dümdüz izleyin en iyisi). 
   Sonlarda yapılan hava savaşında "Ahanda ! ölüm yıldızını yok eden luksıkayvolkır" dediğim oldu. CGI da olsa yürüyen kentleri pek bir keyifle temaşa ettim. Sonunu ilk on dakikadan sonra şıpınişi bildim (senaryo hiç şaşırtmıyor).   Ama filmden çıktığımda "niye geldim ben buraya?" demedim. Steampunk seviyorsanız değerlendirebilirsiniz ama distopya ve bilimkurgu müptelasıysanız pek de hoşlanmazsınız. Siz bilirsiniz yani!

7 Aralık 2018 Cuma

"Kıyamete Bir Milyar Yıl" Strugatski Biraderlerden...

 
   Dimitri Malyanov, önemli bir astrofizikçi. Çalışmasının sonuna gelmiş (aslında bitirmiş de toparlayacak). Tam noktayı koyacakken başına olmaz işler gelir. Bir de ne görelim! Arkadaşları olan önemli biliminsanlarının da (tam onlar da önemli işlerini sonlandıracaklarken) başına olmaz işler gelmektedir. Bir araya gelirler, durumu anlamaya çalışırlar, çeşitli varsayımlar geliştirirler ve kitap biter.
   Peşinen söyleyelim : kitabımızda alışkın olduğumuz "Strugatski uzaylıları" yok. Kitabı bilimkurguya dahil bile etmeyebilirsiniz. Daha ziyade fonda bilimin kuvvetli bir şekilde yer aldığı yarı felsefik bir novella (152 sayfacık). Felsefe deyince aklınıza sakın sıkıcı metinler gelmesin, bilakis olay örgüsü gayet akıcı ve kitap da hızlı ilerliyor ancak dokunduğu felsefi göndermeler var. 
   Yalnız okurken (bir çok Rus eserinde olduğu gibi) isimlerin zihnimde şekillenmesinde ciddi güçlüklerle karşılaştım. Sonra bir baktım ki İthaki ne yapmış ? Kitabın başına Rusçada isimlerin nasıl kullanıldığına dair bir kılavuz koymuş. Okuyunca işler hem bu kitap hem de genel olarak Rusçada işler kolaylaştı. Kapak şükela, çeviri özenli, bazen okuduğunuz satırları nereye oturtacağınızı bilemiyorsunuz ama bu çevirmenin değil yazarın tercihi gibi geldi. Bilmem artık siz ne düşünürsünüz ?
   Bir "Uzayda Piknik" değil ama değişik bir renk, bir koku, bir tat!

"The Place" Başarılı Tek Mekan Filmi.

 Film başlar. Hep aynı kafede, hep aynı yerde oturan (aslında başka yere kıpırdamayan) adam; birtakım insanlarla konuşur. Film biter, yazılar çıkar. Aynı mekanın iç ve dış çekimlerinden başka bir yer görmeyiz. 
   Cenovalı Paolo, yine tek mekanda geçen "Mükemmel Yabancı"dan sonra yine tek mekanda geçen, yine izleyiciyi düşündüren (ve hatta bir öncekinden de daha fazla) değişik bir işe imza atmış. Bu kez; karakterleri daha iyi oluşturabilmek adına fleşbekler (ne işim olur fleşbekle) geriye dönüşler yapma kolaylığına kaçmadan, izleyiciyi film ilerledikçe daha da yoğunlaşmaya zorlaşan (zirâ (zirâ!) bir noktadan sonra hikayeler çakışıyor) ve sonu oldukça açık, düşünen sinefile sorular sorduran, sorgulatan bir film çekmiş. 
   Açık söyleyeyim : "izleyeyim de şöyle zamanımı güzelce bir ezeyim", "kafam boşalsın" şeklinde düşünceleriniz varsa uzak durun (aman!). Ama dikkatinizi yoğunlaştırarak, insanlarla empati (ne işim olur empatiyle) digerkâmlık yapayım, tespit geliştireyim diye birtakım yüksek ruh halleri içindeyseniz, çok iyi gider (yanına şöyle şık bir şiraz olursa (bordodan daha kalibreli) daha iyi gider).

P.S. : Gelenlerden biri adamımıza sorar "-nasıl bir canavarsın sen ?". Adamın yanıtı pek şıktır : "-canavar değilim. Canavarları besleyenim.". Neticede düşündürüyor insanı (izlediğim gece düşünmekten uyuyamadım).

5 Aralık 2018 Çarşamba

"Ve Sonra Hiç Kalmadı!" Bilimkurgusal Sivil İtaatsizlik.

 
   Metis'in bilimkurgu serisinin ilk kitabı olmasına karşın yıllardır sarfınazar ettiğim, en nihayet geçen hafta bir solukta okuduğum kitaptır.
   Bay Rasıl öyle pek bilimkurgu babalarından değil. Bu konuda kalem oynatan kalemi kuvvetli (muhayyilesi geniş ve space-opera yazmayan) yazar pek olmadığından çeşitli ödüller almış. Üslubu zarif, görünüşü de öyle (bkz.aşağıdaki fotografisi). 
   Metis, bilimkurgu serisinin basımına ilk bu kitapla başlamış. Nedenini okuyunca daha iyi idrak ediyor insan. Evet, kitap bir bilimkurgu olarak nitelendirilebilir! Ama bunun ötesinde ilginç bir yönü (hemi de pek ilginç) var.
   İnsanlık, başka yıldızlara yayılalı çok olmuştur. Merkezi yönetim, yüzyıllardır haber almadıkları gezegenlerdeki insanlar ne yapıyor acaba ? deyip. Uzun zamandır ayrı oldukları türlerine hem "patron biziz!" mesajı vermek, hem nemadan paylarına düşeni almak için ziyaretler planlar. Mukimleri tarafından Gand olarak adlandırılan bir gezegene gider devasa merkezyönetim uzay gemisi. Ancak, işler umulan gibi ilerlemez.
   Uzaya yerleşim, kolonileşme var. Ancak kitabımızın bilimkurguyla rabıtası ancak bu kadar. Bundan sonrası ise insanoğlu denen biçare varlığın kendi kendine zorluk olsun diye yarattığı kurumsal kimlikler, dinler, kurallar ve devlet denilen oluşuma karşı inceden (nasıl inceden arakolpa! düpedüz borazanla) bir alay içeriyor. Okur, özgürlüğün aslında basit bir "-olmaz!"la, beyaz örtülerle giyinen, ufak tefek, sıska, komik gözlükleri olan esmer bir adamın öğretileriyle gerçekleşebileceğini okuyor. 
   Bu açıdan novellanın (hepi topu 100 sayfa) bilimkurgu değil de insanlığın yaptıklarına karşı bir satir olarak değerlendirilebileceği gibi bir ütopya da olabileceğini düşünüyor. Amma da çalıştım kitabı kategorilendirmek için! Hiç değmez... Nasıl adlandırıyorsanız öyle. Ama güzel... Güncel basımı yok ama arayınca bulunuyor. 
   Kaçırmayın.

1 Aralık 2018 Cumartesi

"Hedefim Sensin" Bildiğiniz Gibi !

   Ata Demirer'in filmlerinin formülü belli (Berlin Kaplanı'nı tenzih ediyoruz hemencecik). Şiveli bir karakter, deniz kıyısı bir yer, başa gelen olmadık işler, illa ki araya serpiştirilen bir aşk, cıvıl cıvıl renkler, sonlara doğru yükselen tansiyon, sonunda (Asteriks'te de macera sonlarında olurdu şenlik ateşi çevresinde sağlam bir kutlama) açık havada bir cemiyet (cemiyet!), yazılarda cümbüşlü bir şarkı. 
   Bu filmimiz de önceki işlerden farklı değil (bir iki değişiklik harici, kadro bile aynı, Erkan Can ve İlker Aksum sırıtmamış). Çiğköfteci Zekeriya'nın başına türlü işler gelir, olaylar gelişir. Sinefile herhangi bir şekilde hitap etmez çünkü sinefil sinemaya sanat olarak yaklaşır. Burada ise sanat değil iyi bir zanaat var. Filmden çıkınca sizi düşündüren, değiştiren bir şey sözkonusu değil. Sadece iki saat boyunca güzel zaman geçiriyorsunuz. 
   Kasım ayının sonu, Ankara. Daha fazla betimlemeye gerek yok. Grinin çeşitli tonları, insanlar somurtukciddimutsuz, işkence gibi ince ince yağan yağmur, oynayan kaldırım taşları arasından ayakkabılarınızı ıslatan soğuk sular... Daha ne diyeyim. Zihnin, rahatlamaya, hayatın başka zamanları yerleri de olduğunu hatırlamaya ihtiyacı var. 
   Bu minvalde ilk akşam gittik. İyi ki de gitmişik. Salon pek kalabalık değildi ama istisnasız herkes bir çok yerde kahkaha attı (ben sinemada kahkaha atamıyorum (aşırı gelişmiş bir süperegom var)). Hemen hemen her yerini bildiğim (yıllar geçtikçe turistik yerler ne de güzelleşmiş) Gökçeada'nın güneşli görüntüleri, kafa karıştırmayan bir hikaye (ne subliminal, ne aşikar hiç bir mesaj algılamadan, frontal lobları çalıştırmadan, omurilikten izleyerek şıkır şıkır akıyor film), kulağa aşina bir aksan (bir tek sayın Vuslateri'nin aksanı tam oturmamış), benzeri önceki işlerden bir tık daha fazla küfür kullanımı (düşen seyirciyi yükseltmek amacıyla kullanılmamış ama, gerçek hayatta ne kadar varsa o kadar!) velhasıl bir önceki gün yaptığınız, bugünse tadı tam yerine oturan pastırmalı kurufasulye yemek gibi lezzetli bir iş. 
   Hayat daraltıyorsa, görülesi...