31 Temmuz 2018 Salı

Üç Film Birarada : "Okja", "Going in Style" ve "Mission Impossible-Fallout"

Bu aralar okumalar rahatlamışken (Emrah Serbes polisiyesi okuyorum anca) bünye kendini her akşam bir filme verdi işte sonuç : 
Going in Style
   Vedat Özdemiroğlu'nun Uykusuz'daki yazısına uyup izledim. Sonuna kadar holivut. Üç usta oyuncu, tırt bir senaryo, çoluk çocukla izlenir, mutlu sonu da var. Daha ne olsun.
   Filmden tek aklımda kalan : evet sonuna kadar holivut diyoruz ama senaryonun dibinde yatan mesaj pek enteresan : kapitalizm dürüst insanları sömürürken banka soymak mazur görülebilir...

Mission Impossible Fallout
   Görevimiz Tehlikenin artık sıkacak suyu kalmadı. Senaryoyu nasıl yapsak da üç saate  yakın (2s27d) sündürsek diye ellerinden geleni yapıyorlar. Olmazsa olmaz bolca (haklarını yemeyelim bihakkın çekiyorlar) aksiyon , her bölümde zuhur edip sonradan ortadan kaybolan orta düzey oyuncular (encılabesıt, henrikavil vs.), olaya kendinizi kaptırmazsanız saçmalığın sınırlarında gezinen bir senaryo, ezberindeki 50 farklı jest ve mimiği seçerek oynayan (adam 56 yaşına geldi nasıl hopluyor zıplıyor öyle!) bir Tomkruyz, ha Saymınpegi seviyoruz Pegg'e laf yok (filmdeki adı da Benji (ne o öyle evcil hayvan ismi gibi)). Velhasıl böyle bir film. Sonlara doğru tansiyon yükseliyor yükseliyor (elbette ki çift kanallı ilerliyor final (itiraf edeyim benim bile tansiyonum 2 dizyem artmıştır)) ve elbette ki CIA'nin etkisiz kaldığı yerlerde etkili IMF'ye "siz olmazsanız dünya patlar!" temennalarıyla final. 
   Yerseniz...
Okja
   Köpekle gergedan kırması (filmde domuz diyorlar ama domuzla alakası yok) bir canlının Koreli bir adolesanla olan ilişkisi, yiyecek sanayiini nasıl etkiler ? Yönetmen süpersonik bir şahsiyet (Madeo'yu, Memories of Murder ve Snowpiercer'i çekmiş (daha ne çeksin?)), oyuncuları hep sevdiklerimden seçmişler (Tildasivintın, Poldeno), konu ilk bakışta hayvan insan dostluğu çerçevesinde gelişse de gıda sanayiinin çok şükela bir eleştirisi var. Peki ben niye haz alamıyorum Netflix filmlerinden ? Bilmiyorum, bilemiyorum. Filmin netflix olduğundan bitene kadar haberim yoktu. 2 saatlik filmde her öge gayet de güzel kullanılmıştı ama tuzsuz karnıyarık gibiydi. Belki düz sinefil sever ama ben siparişle yapılan filmleri pek sevemiyorum (sanki sipariş olmadan yapılan film varmış gibi (var ama az (hepsini bulacağız sevgili sinefil. Yavaş yavaş...))).

26 Temmuz 2018 Perşembe

"Korku" Stefan Zweig'dan Zamansız Bir Novella.

   Son yıllarda Bayan Zweig'in sevgili oğlu Stefan'ın kitaplarına yükselen bir ilgi var. Pek mutlu oluyorum. Yıllar önce okuma illetine tutulduğum ilk yıllarda yalayıp yutmuştum "Amok Koşucusu"nu, "Satranç"ı. Aradan çok zaman geçti. Yükselen ilgiyi de merak ettiğimden "du bakalım okumadıklarımdan okuyayım" dedim ve "Korku"yu elime aldım. 
  80 Sayfa, bir gecede bitirilebilecek bir kesafeti var (uykunuz varsa 2.geceye de sarkabilir). Üstad yine yazıldığı dönemin özelliklerini yansıtmakla birlikte hep bizimle yaşayacak duygulardan korkuyu omurgaya çakmış. 
   İrene, 8 yıldır Fritz ile evli. Fritz zengin bir avukat. İrene rahat batması saikiyle kendine bir aşık yapar. Olaylar gelişir.
   Hiç bir fiziksel tasvirin geçmediği roman, anlatıcı İrene'in gözünden ilerler, bu bağlamda korkunun çeşitli yüzleriyle tanışırız. Kimi zaman öforik (ne işim olur öforikle) hoptirinam, çoğu kez paranoid hallerini görürüz başkahramanın. 
   Nedir : arkaplan değişse de duygular değişmemekte, hayat hikayesini hatırladıkça hakkında üzüldüğüm (bakın aşağıdaki fotoğrafta nasıl da muhterem bir zat duruyor) Stefan Bey bu duyguları (kankası Freud Bey'in psikanalize yaptığı katkıların da yardımıyla olsa gerek (evet biliyorum cümle parantezlerden ötürü hiç olmadı!)) okura dolandırmadan, sündürmeden gayet akıcı bir şekilde aktarmaktadır. 
   Sadece buna değil, Zweig'ın bulabildiğiniz tüm kitaplarına itina göstermek gerektir. 

25 Temmuz 2018 Çarşamba

"Bilim ve Ütopya" Nasıl Heyecanlıyım Bilemezsiniz!

   "Bilim ve Ütopya", her ay yayımlanan (Ağustos'da 290. sayıya ulaşacak (ki dergicilikte (hele ki bilimi eksen alan dergicilikte) az şey değildir (bak yine helecandan (aşırı heyecan) parantez rekoru kırdım)) bir dergi (reklam geliri yok denecek kadar az). 13.Yüzyıldan sonra bilim bayrağını elinden kaptıran ve daha sonra koşarak uzaklaşan memleket evladının, tekrar bilime yönelmesi konusunda istikrarlı bir çaba sürdürüyor.  
   Bilimkurguya meylim nedeniyle bu ay bu derginin kapak konusu olan bilimkurguya dair bir yazı hazırladım. Genel Yayın Yönetmeni Emrah Maraşo ve ardındaki fedakar ekip yazdıklarımı profesyonel bir yaklaşımla (ama asla burunlarından kıl aldırmaz bir havada değil)  inceledi, düzeltmeler, kısaltmalar (aslı daha uzun) önerdi. Ortaklaşa bir şeyler yaptık. Bu akşam yazının, dergide basılacak hali geldi, son tashihleri yaptık. Yazının üzerinde adımı gördüğümde içime sanki ılık portakal şurubu akar gibi oldum. 
   Tez danışmanım Doç.Dr.İnan Kalaycıoğulları olmasa hiç ortaya çıkmayacak (bu konuda beni ateşleyen, yönlendiren en önemli unsur olması hasebiyle) bu yazıyı hazırlarken, mutad okumalarımı ihmal ettim, filmlerimi (eğer çok uykum yoksa uykudan çalarak ve pek seyrek) izleyebildim, güvercinimle akşam guruldamalarımızı aksattım (buradan sevdiceğime kocaman bir teşekkür), yazı yazmanın ne kadar zor bir şey olduğunu anladım (yazarları hoş görünüz) velhasıl ilginç bir deneyim yaşadım. 
   Biliyorum ki bu satırlar günde ancak 20-30 kişi tarafından okunuyor. Müdavimler ise ancak bir avuç (olsun, umutsuzluğa düşmek yok!). Yine de birileri okuyor bu satırları. Ağustos'da kıyın paranıza (çok da bir şey değil) bayilerden "Bilim ve Ütopya"yı isteyin (burada resmen ilan ediyorum, IBAN gönderdiğinizde dergi parasını (bütçem elverdiğince) nakit dağarcığı zayıf okurlara göndereceğim). Hem sıkıldığınızda okuyacak ilginç bir şeyler bulursunuz hem de fakiri sevindirirsiniz.
   Böylece bu akşam yazmam gereken Stefan Zweig'in "Korku"sunu da niye yazamadığımı öğrenmiş bulunuyorsunuz.
   Edebiyat ve bilime (ikisi bir arada olunca bilimkurgu oluyor) yakın duralım, biri vicdanımızı şekillendirir diğeri hayalgücümüzü pekiştirir (hayalgücü ölürse hep olduğumuz yerde sayarız) ve yarına hazır olmamızı sağlar!

22 Temmuz 2018 Pazar

"Zeplin" Karin Tidbeck'ten Weird-Fiction.


   13 Öykü, 160 sayfa. Başlarda "Hımm steampunk'a yakın duruyor." (Beatrice) dediysem de. İlerleyen öykülerde İskandinav melankolisi ("svarmod" (ezalı ruh hali)) gitgide okuyucuyu sarıyor. Canlanan-kimliklenen bitkilerden, boyutlararası telefon konuşmalarına, Py:ret'lerden, Norveç böğürtlen reçeline hepsi birbirinden garip öyküler dizisi. 
   İskandinav kurgu edebiyatıyla ilgili ilk okumam. Kurgu derken bilim kurgudan bahsetmiyorum. İşin içinde bilim değil daha başka şeyler var. Halk mitolojisi, batıl inançlar, felsefi sorunlar, bolca anatomi ve garip bir kurgu. Her öykü pattadanak bitiyor. İtiraf edeyim bir çok öykünün sonunda fakiri bir düşünce aldı. Ama son sayfayı bitirdiğimde içimde bir rahatlık, bir huzur zuhur etmedi. Bilakis, yazarın başarıyla aktardığı İskandinav melankolisine, svarmoda gark olmuş durumdaydım. Ursula K.Le Guin'in bilimkurgu müptelalarına önerdiği, (satırlarda bir ışık görmüş demek ki!) Bayan Tidbeck'in bir de romanı varmış (Amatka (kapağa bakınca distopya görünüyor)). Gördüğü uluslararası ilgiye bakılırsa, yakında bizde de yayımlanır. 
   Kendi adıma fazla bir haz almadım ama romanda işler değişir mi? Kimse bilemez! Bekleyip göriciiz matmazel.

21 Temmuz 2018 Cumartesi

"Lucky" Hayatın Anlamı !

   Holivut kalıplarına uymayan bir Holivut filmidir. Öyle seyirciyi başına mıhlayacak bir senaryosu yok. Yavaş akıyor, rutine bağlı. Aksiyon, drama, heyecan, CGI, patlama, korkutma, aşk gibi holivut klişeleri kullanılmamış. Ya neden gecenin bir yarısı bu satırları yazdırıyor. Kuvvetli film de ondan...
   90'lı yaşlarının baharında Laki. Hiç evlenmemiş, hiç çocuğu yok, hayatta kalakaldığı küçük kasabada rutininin çevresindeki (hiç biriyle yakın değil) insanlarla mesafeli bir bağı var. Bulmaca halletmekten (bu da ne güzel fiildir : bulmaca halletmek), öğrenmekten ve ilginç bir tibet jimnastiği yapmaktan vazgeçmemiş. Nihilist, anarşist ve kanımca ateist. Süt ve sigarayla besleniyor. Yaş kemale erince (90 küsur) ve ani bir bayılma yaşayınca ölümle karşılaşacağı düşüncesi korku vermeye başlıyor. Bu minvalde ilerliyor film. 
   Heridiinstentın kendini oynuyor (2.Dünya Savaşına bir LST'de katılması vs.). Kaplumbağasını kaybeden kankası Howard rolünde Deyvidlinç'i (amma kilo almış) ilk bakışta tanıyamayabilirsiniz (dikkatli bakınız (ikisinin rabıtası "Twin Peaks"e uzanıyor)). Dikkat ederseniz : kaplumbağa ölümsüzlüğü, Howard da ölümsüzlük peşinde koşan insanı simgeliyor.
   Kabul etmek gerek, fazla ilgi çekici değil. Ancak filmde öyle güzel metaforlar var ki dikkatli sinefil  bunları kaçırmayacaktır. Bazılarını yazıyorum, çoğunu da bulmayı size bırakıyorum. Üzerinde düşünecekseniz (ölüm, dirim, anlam gibi şeylere kafa yoruyorsanız daha iyi düşünürsünüz) kaçırmayın. Zamanı ezmek istiyorsanız uzak durun.
  • Laki, her zaman geldiği kahvede her zamanki sandalyesinin gençler tarafından "işgal" edildiğini görür. Sanki hayat ona "yerini başkalarına bırakma vaktin geldi" demektedir.
  • Ölümü hissettiği baygınlığın sonrasında bile kilisenin önünden hızlı adımlarla ilerlemesi
  • Önünden her geçtiğinde "Cunts" (...cıklar) diye çemkirdiği yer... (sonunda çözüyorsunuz)
  • Barda sigara yakmak üzerine başladığı tartışmayı şükela bir şekilde sonlandırması (ki bu sahne tiryakiye sigara yaktırır (sonundaki önerisi de hayata yaklaşımda bombastik bir çözümdür)). Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki ?
  • Son sahnelerde (bkz.üstteki lamba) Laki, hayatın sırrına vakıf olur, o uzaklaşırken Howard'ın kaybolan tospağasını (kablumbağa o!) görürüz (haydi ! biraz daha düşüneceğiz).
  • Milletin yılanını, kertenkelesini beslemek için aldığı canlı cırcırböceklerinin satın alıp salıvermesi.
  • Ömrünün en acı anının yanlışlıkla bir alaycı kuşu öldürmesi olduğu.
  • Kafede yaşıtı ve aynı savaşta bulunmuş bir yabancıyla yaptığı konuşma.
  • Bardaki adamın çıktığı kırmızı ışıklı bir dar sokağın sonundaki "EXIT" yazan giriş.
  • Kahve makinesinin ayarlarını değiştirmesi
  • Daha yazacağım ama uykum geldi, bitirmem gereken bir kitap da önümde yatıp duruyor, iyisi mi kitap okurken uykuya dalıvereyim.
  • Tüm mesleki stratejisini bir dakikada yerle yeksan ettiği (zavallı) avukatın bakışlarındaki çaresizlik (- o senaryoda senin yerin yok ki ? sen ölmüş olacaksın !)

16 Temmuz 2018 Pazartesi

"The Insult" Geçmiş Peşimizi Bırakmaz...

 Lübnanlı Hristiyan Toni, Filistinli mülteci Yaser'in üstüne balkonunu yıkarken dışarıya çıkan su gideri nedeniyle su dökülmesine neden olur. Yaser gideri tamir edince, Tony gideri kırar. Yaser Tony'e "şerefsiz" der. Böylesine basit bir sokak atışmasının, ülkenin geneline yayılan sokak hareketlerine dönüşmesi çok zaman almayacaktır. .
   İki saate yakın sürenin sonlarına doğru biraz sarksa da ilgimiz hiç düşmeyerek, her açılımda daha da artan bir merakla izlediğim, bir çok ödülü olan (ödül falan hikaye), arşivime attığım filmdir.
   Lübnan, ortadoğunun mikro merkezi. Her dinden, mezhepten insan var. Savaşın, çatışmanın olmadığı bir zamanı hatırlamıyorum. Ne zaman okumaya, anlamaya kalksam hep duvarlara tosladım. Bu iki saatlik film, anlayamadığım birçok şeyi aydınlattı. İletişim, geçmişin bugünümüze etkileri, mahalle baskısı ve daha bir çok şey hakkında düşündürdü. 
   Velhasıl;
  • ortadoğuyu anlamak isteyenler
  • mültecilik konusu merak edenler
  • hukuk öğrencileri
  • geçmişin ayağımıza takılan ağır prangalarına kafa yoranlar
  • insan ilişkileri konusunda takıntılılar
  • sinefiller
yakın durunuz. İzleyince pişman olmayacaksınız.



15 Temmuz 2018 Pazar

"Paslı Anahtar" Sefaradların İzinde.

   Girona'dan başlıyor (orası da neresi diyenler için işte de bağlantısı (hemi de fakir yazmış!)), Selanik, Kavala, Edirne, İstanbul, Dimetoka devam ediyor. Tarihe meraklı kâri, şıpınişi bu rotanın Sefaradların izlediği yol olduğunu çözecektir. Tarihe meraklı olmayanlar ise 232 sayfalık novellamızın satırlarını okuyacaktır.
   Yukarıda da yazdığım rotayı takip eden bir insanlar, öyküler silsilesi. Bu topluluğu hep komplo teorileriyle, ezoterik satırlarla tanıdık (Efendi:Beyaz Türklerin Büyük Sırrı türü Soner Yalçın kitapları gibi). Kendileri ise pek sessiz kaldı. Bu kez tarihe onların gözünden bakıyoruz. Oldukça eski bir tarih ve Struma faciası/varlık vergisi gibi pek bilemediğimiz (bilmek mi istemediğimiz) bolca kara sayfa var. Tüm bu tarihsel süreç, Girona'dan başlayıp çok farklı coğrafyalara savrulan ve antika kutuların içinde, dönecekleri günün umudunu saklayan paslı bir anahtar saklayan insan hikayelerini de içeriyor. 
   Atilla Amca ve Filiz Teyzemizin (nur içinde yatsınlar) oğulları Uluç Özüyener'in ilk kitabını kişisel nedenlerle alıp okumuştum (içinde bizler vardık).Bu kez edebi meraktan alıp okudum. İyi de yapmışım. Ladino, konverso, varlık vergisindeki "G"ler ve "D"ler gibi bilemeyeceğiniz muhtemel kavramları tanır, sefaradların öyküsüne aşina olursunuz. Tarih ve romana meraklı kârilerin kayıtsız kalmamaları gerekir...

"Tuncay Terzihanesi" Tersine Anafor...

 
   Sunay Akın kitapları tersine bir anafor gibi. Hani anafor yanında yakınındaki herşeyi içine çeker de tek kanaldan dibe gönderir. Bay Akın'ın kitapları bir başlangıç noktası buluyor ve ters bir anafor gibi neredeyse her yöne savruluyor. Ancak bunu yaparken içine herşeyi değil okurun ilgisini çekecek bir araba dolusu bilgiyi katıyor. 
   Bu kez kitabımızın çıkış noktası, Tuncay Terzihanesinin 50. yılı. Bay Akın, fakir gibi bir terzinin oğluymuş. Haliyle çocukluğunda o dükkanda yaşadıklarıyla benim anılarım çokça örtüşüyor (o dev makaslar, ağır terzi ütüsü, kalıplar, patronlar (bunu ancak terzi terminolojisini bilenler bilir), ölçü çizen ince sabunlar, prova kabini, etek ölçüsü almaya yarayan pudra püskürten steampunk alet (ismini bilmiyorum) ve daha niceleri. İlk yazının sonlarında "kılıncı iğne, kalkanı yüksük" satırlarını okuduğumda gözlerim doldu. Çocukluğuma gittim, Babacığımı hatırladım. Böyle olunca, kitabı da sıklıkla okumak üzere kitaplığımın göz hizasındaki raflarından birine kaldırdım. 
   Sadece terzi dükkanı kısmı ile ilgili yazı değil "Kitapsızlığın Sızısı" da sıklıkla okunabilecek bir bölüm. "Kitap bir pencere aralığına konulduğunda, odadan içeriye temiz hava girmesini sağlar. İnsan için de aynı işlevi yerine getirir. Okunduğunda, insan beyninin havalanmasına, oksijen kazanımıyla düşüncelerin yenilenmesine neden olur!..." diyor yazar. Bölüm böylece gidiyor. Kitap kurtları değil de (onlar zaten biliyor) kitap düşmanlarının okuması dileğiyle...
   204 sayfalık kitap, yolculukta, şezlongda, otobüs beklerken, metroda (metrobüste mümkün değil tabiy ki (neticede "havasız insan aracı")), cep telefonun ovalanacağı her yerde okunabilir. Üstelik ondan daha faydalı bilgiler verdiği kesin. Misal : atlıkarıncayı bildiniz mi? Neden böyle garip bir ismi var onu biliyor musunuz peki ? İşte bu ve bunun gibi nice (malumatfuruşluğunuzu taçlandıracak) ilginç bilgilere, işbu neşriyat sayesinde ulaşabilirsiniz. Fiyatı makul, boyutu makul. Okumamak için hiç bir neden yok. O halde ne duruyoruz? Haydi iyi okumalar...

"Ant-Man and the Wasp" Baba Kızın Hatırına!

   Bu güncede genellikle (70 IQ seviyesine göre yapılmış) süperkahraman filmlerini yazmamaya gayret ediyorum ama bu seferki hoşuma gittiği için iki satır bir şeyler karalayacağım.
   İlki de hoşuma gitmişti bu da. Esas adamın; fazla süpersonik olmadığı, kendiyle dalga geçebildiği, içinde biraz humoru olan cinslerini seviyorum (misal : Deadpool). Bu da öyle... Bir kere süperliği karınca olmasına dayanıyor. Karınca, candır. Hataları var, bunları kabul edip kendiyle dalgasını da geçiyor. Yeniyetmeliğe koşaradım giden tatlılar tatlısı bir kızı var. Süperkahramanlıkla birlikte kızıyla olan ilişkisini dengelemeye çalışıyor. Nebliyim haftasonu gideri olan bir film. 
   Eksikleri var mı ? Bir sürü... En zayıf yeri, bu tür filmlerin olmazsa olmazı adamakıllı bir villain. İki saate yakın süren pelikulamızda kötü karakter yok. Mağduriyetinin öcünü almaya kalkışan bir figür var. Bu da (eğer ergen gibi izliyorsanız) filmden düşmenize neden olur. Yok eğer fakir gibi sadece zamanı ezmeye niyetliyseniz, dert edilecek şey değil.


10 Temmuz 2018 Salı

"Bilim-Kurgu" Jack Baudou'dan Fransız Usulü Bilimkurgu.

 
   "Bir edebi tür olarak bilim-kurgu hakkında sahip olunan kanıları ve türü tanımlama girişimlerinin yetersizliği üzerine odaklanan bu kitap, bilim-kurguya edebiyat tarihinde hak ettiği yeri vermeyi amaçlayan bir kılavuz olarak okunmalıdır. Şimdiye dek tür hakkında ortaya konan basmakalıp yargıların geçersizliğini gösteren yazar, bilimkurgunun öncüllerinden türün 21.Yüzyıldaki akıbetine kadar bütünlüklü bir çerçeve sunuyor." yazıyor arka kapakta. Bitirince bu ifadelerin biraz iddialı olduğunu görüyorsunuz. 
   Lömon'da bilimkurgu makaleleri yazan Bay Bodö üç bölümlük bu risalede (risale demekte bir beis yok, kitap hem cep boyu hem 128 sayfacık) konuyu sadece Fransa'dan bakarak özetliyor. Genel çizgiler elbette evrensel (ama bu bilgilerin daha kallavilerine küresel ağdaki (internet mi ne ?) bilimkurgu ansiklopedisine bir göz atarak da ulaşılabilir) ama tespitlerle yorumlar genellikle Fransız kalınarak yazılmış (benzetme değil, coğrafi olarak). Açık konuşayım, bir çok maddede, yukarıda adı geçen ansiklopedideki maddelerin birebir aynısının yazıldığını gördüm. Bu açıdan gerekli malzemeyi internetten toplayıp, kendi yorumlarınızı bunların arasına serpiştirerek kendi kitabınızı yazabilirsiniz. Ya da dur bakalım, vakit bulunca bu işi fakir de yapabilir. Neticede bu konuda dilimizde yazılmış derli toplu bir kitap yok. Bilimkurgu da, okuru gittikçe büyüyen bir edebi tür. Neden olmasın ?
   Bilimkurgu okurlarına önermem. İleride benim kitabı okursunuz...

9 Temmuz 2018 Pazartesi

"Gen Bencildir" Kayınbiraderi mi seveceğiz, Bacanağı mı ?

   Yıllar önce okumuş, çoğu yerde sıkılmış yine de bitirmiştim. Aradan yirmi yıla yakın zaman geçti "du bakalım paradigmamızda neler değişmiş" saikiyle bir kez daha okudum. Çok şey değişmiş. 
   350 küsur sayfa, genellikle biyoloji ile ilgili biraz teknik bir anlatım (yine de Bilal'e anlatır gibi anlatmış hoca, anlaşılıyor yani). Evrimi gen düzeyince inceliyor Bay Dawkins. Bu eksende, gerek toplumsal gerekse kişisel bazı saptamalara insan hayret ediyor (iyiden memura bağladım).
   Bir ebeveyn, çocukları uğruna nelere katlanır ? Kişisel ve toplumsal özverinin nedenleri nelerdir ? Akrabalık, "toprakçılık" (bu kavram askere gitmiş kâriler için gayet açıktır), nepotizm, yakınını kayırma, yeğenleri işe yerleştirme, halaoğluna ihale bağlama gibi davranışların kökeni. Hangi yakınımızı evrimsel biyoloji adına daha çok sevmeliyiz ? gibi bir çok sorulara cevaplar; sayfaların arasında öylece yatıyor. 
   Toplumsal özveri kısmında ise (genellikle maymun toplulukları üstünde gözlenmiş) grupların, enayi / hilekâr ve kincilerden oluşan üç eğilimin gerek gerçek gözlem gerekse bilgisayar simülasyonuyla çoğalma süreçlerinin incelendiği bölüm çok ilgimi çekti. Biraz cesaretli olan okur, durumu yaşadığı topluma uyarlayıp çok ilginç çıkarımlar yapabilir. 
   Şöyle örnekleyeyim : enayiler, toplumun iyiliği için üstlerine düşen her türlü iyiliği koşulsuz yapan bir grup. Hilekârlar ise faydalardan yararlanıp sorumluluklarını yerine getirmeyen grup. Kincilerse, topluma karşı her sorumluluğunu sadece kincilere ve enayilere karşı yerine getirip, hilekarlara iyilikte bulunmayan başka bir topluluk. İlginç değil mi ? 
   Nedir : bu örneklemelerin sonuçlarını ve yakınlarını hangi gen özelliğine göre koruyup kollayacağını merak eden, hayata daha farklı yönlerden bakmayı seven okurların kayıtsız kalamayacağı bir kitaptır. Eski baskıları (Tübitak) bulunamayan (neden acaba ?) ve kitapçılara sıklıkla sorulan kitabın yeni baskısı (Kuzey Yayınları sağolsun !) çıkmış, fiyatı da uygun. 
   Alıp okumalı, bilgilenmeli...

"Human" İzleyenler Pişman Olmaz !

   3 saat 10 dakika (izlerken hiç sıkılmıyorsunuz) 
   Anlatıcı yok. Müzikler şahane (bu arada "Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler" adlı türküyü Gülay Hacer Doruk seslendirmiştir). Hintçe, Farsça ve yazmaya üşendiğim nice güzel dillerce seslendirilmiş nefis ezgiler.
   Bir bakıyorsunuz : müthiş doğa olayları, dalgalar, hortumlar, rüzgarlar, şelaleler, hülasa üzerinde hiç bir tasarrufumuzun olamadığı yeryüzü halleri. Arada bir toplu halde insanlar. Ama nasıl birarada olmak anlatılamaz. 
   Çin'de bir plaj yakın kadrajdan çekilmiş, uzaklaştıkça gözlerinize inanamıyorsunuz. Bir desimetrekare boş yer kalmamacasına cansimitlerine sarılmış binlerce Çinli. Suni dalga yaratan bir havuzda yanyana duruyorlar. Büyük bir stadyumda taraftarlar Meksika dalgası yapıyorlar, nasıl bir ahenk, nasıl bir sinerji. Olamaz böyle şey diyorsunuz.
   Tüm bu çekimlerin arasındaysa siyah fonun üzerinde insanlar. Dünyanın her yerinden insanlar. Savaş, intikam, aşk, mutluluk, cinsellik ve daha onlarca konu hakkında kendilerini hissettiklerini anlatıyorlar. Kimisi de sadece susuyor (susanların gözlerine baktığınızda çok şey ifade ettiğini görüyorsunuz). Bu anlamda susmalar da belgeselin ruhuna çok şey katıyor. İlk yarım saatten sonra "haaa !" diyorsunuz, "bunun bana söylemek istediği şey bu". Bu üç saat 10 dakikanın bir amacı var. Üzerinde yaşayakaldığımız bu küçük mavi kürede, sınırlar, diller, bayraklarla bölünmüş de olsak insanoğlunun temelde aynı şeyleri istediği, istemediği, özünde benzediğimiz. 
   Söylenenlere katılırsınız katılmazsınız (kendi hesabıma katılmadığım kimileri vardı (delinin biri "insan öldürürseniz, bunu hep yapmak istersiniz, içimden nasıl insan öldürmek geliyor bilemezsiniz" minvalinde birşeyler yumurtluyordu.)). Ama ortak duyguları şıpınişi anlayacağınızdan eminim. Konuşanların hiç bir titri (Jose Mujika'nın bile), sosyal statüsü, ismi verilmiyor. Sadece söyledikleriyle karşımızdalar. 
   Benim için çok verimli bir 3s10d oldu. Sizlere de hararetle öneririm.

3 Temmuz 2018 Salı

"Absolutely Anything" Bir Tutam Monty Python

   Montipiton'ların uçan sirkini bilenleriniz, hatırlayanlarınız var mı ? Hiç sanmam. 1970'li yıllarda İngiltere'de zuhur eden bombastik bir komedi ekibidir. Televizyon serisi olarak (aslında önceden radyo programydı) müziğe Beatles'ın yaptığı etkiyi sürrealist komedi olarak oldukça fazla kanala aktarmışlardı (olmadı bu cümle !).
   Bu güncede 1979'da çevrilen "Life of Brian"ın bir tanıtımı da yazılmıştır. Fırsat bulundukça diğer filmleri de yazılacaktır. Çekildiği devrin ötesinde bir mizah hunharca kullanılmıştır. Nedir : her şeyin devri geçer. Montipiton da istisna değildir. Zamanla ekip dağılmış, etkileri azalmıştır.
   Geçen gün bu filme rastladım. Memleketimde gösterime girmemiş. Malum ortamlardan bulup hemmen izledim. Ekibin kurucularından Tericons yönetmiş, diğerleri ise sesleriyle destek vermişler. Üstelik filmdeki köpeği seslendiren (ölmeden hemen önce) Robin Williams. 
   Uzaylılar (Sharon ! ve diğerleri) var, ingiliz aksanıyla "voot" diyen bir Keytbekınseyl var, Saymınpeg var. Kadro gayet sağlam. İyi müzikler ve montipiton tarzı komedi de var. Ancak günümüz izleyicisine hitap etmez. Aslında o dönemin izleyicisine de hitap etmez. Brusolmayti gibi birşeye benzemiş ama kendi tarzında. Misal : adamımız süper güçlerini ele geçirince ilk dileğini bisiklet kullanırken az daha ezildiği minibüs şoförüne "fuck you!" der. Şoför de bu minvalde ilerler. Montipiton usülü gülmeyi sevenler elbette güleceklerdir. Amerikalılar her zaman olduğu gibi gıcık ötesi sunulmuş, ingiliz polisinin üniformalarıyla dalgalar geçilmiş, filmin sonu ise bir güzel (Köpek Dennis'in aklı sayesinde insanlık kurtulmuştur) bağlanmış, filmimiz ise arşive atılmayacak bir Montipiton tortusu olarak izlenmiştir. 
   Paşa gönlünüz bilir, izleseniz de olur, izlemeseniz de...