26 Aralık 2017 Salı

"The Killing of a Sacred Deer" Alkollü Kalp Ameliyatı Yapmak Tehlikelidir !

   Kalp cerrahı Steven, içkiliyken yaptığı bir ameliyatta Martin'in babasını öldürünce, adaletin sağlanması için ailesinden birini öldürmek zorunda kalır.
   İlk sahnelerden başlayarak "hımm Lantimos filmi izliyoruz galiba" dedirten filmdir. Soluk pastel renkler, accaip bir müzik (ses) kullanımı, Kolinferıl (Lobster'dan beri), balıkgözü merceklerin cömert kullanımı, kamera açılarının olay örgüsüne göre yükselmeleri, alçalmaları, orta üst sınıf eleştirisi, mitolojik öyküler, felaket steril aksanlar (lobsterda da vardı), cilası dökülen sosyal kişiliklerin hayatta kalma çabaları için nasıl pespaye eylemleri seçmeleri (olmadı bu !), metaforlar, metaforlar...
   Kyodontas'a trafik kazası muamelesi yapmış, Lobster'ı distopya niyetine izlemiştim. İlk kez bu kadar rahat bir Lantimos filmi izledim. Üstelik son ana kadar dikkatim düşmedi. Lefke'nin bir özel üniversitesinin sinema salonunda bir avuç (12 kişi) sinefil izledik. Kimse cıvıklık yapmadı, yarım bırakmadı. Şimdi internette "Iphigeneia" karakterini arayıp, başına neler gelmiş onu bulacağım (okul müdürü bu konuda sıkı spoiler (ne işim olur spoylerle) bozuntu verdi zira). Lantimos sinemasını sevdiyseniz seversiniz. Yoksa canınız sıkılabilir. 

17 Aralık 2017 Pazar

"Star Wars : The Last Jedi" Güzel Bilimkurgu (da) Bir Star Wars Değil !

   Öncelikle uyarımı yapayım : film hakkında ağır ipucu içerir, şayet izlemediyseniz ve yaşınız 45'in üzerindeyse beğenecek ancak fazla da sevmeyeceksiniz (ya da ben öyle umuyorum), yaşınız 45'in altındaysa hem sevecek hem beğeneceksinizdir. Neyse sadede gelelim. 
   Çarşamba'dan beri gitmeye halleniyorum, hem meşguliyetler engel oldu hem de salonlar dolu. Bugün gidebildik (Büyülüfener'de ilk kez otopark dolmuş (nasıl da mes'udum Nihat/Nihal !)). Salon yine doluydu. İzleyici kitlesi de pek kibardı (kimse patlamış mısır yemedi, cep telefonunu ovuşturmadı). 
   İki buçuk saat. Ama izlerken sıkmıyor. Üç boyut efektleri göze sokulacak kadar abartılmamış. Müzikler (hep bildiğiniz kalabalık orkestra müzikleri) aynı. Kostümler, efektler, sanat yönetimi, oyunculuklar gayet iyi. Senaryo, kurgu aksamıyor. Klasik starvors filmlerinde olduğu gibi ikili bir akış var (sonlara doğru birleşiyor). Eskilerden luk ve leya var (filmde luk gidiyor, gerçek hayatta leya (artık yenilerle devam edecekler herhalde)) çuvbakka, artiditu ve tripiyoyu insan donunda olmadıklarından saymıyorum. 
   Neticede güzel bir bilimkurgu. Ama fakirin ilk gördüğü starvors değil. O zamanki paradigmada, bünyede travmatik etkiler yaratan bilimkurgu değil. Herhalde bir geçiş döneminin ortasında kalmış ve geçişi yaratan etki starvors olmuştu. Oysa şimdi Atılgan bile kuntastik efektler, bombastik görsellerle verildiğinden; yeni çevrilen starvorsların tek kozu : kemik fanlar (onlar da az buz değiller ama). Bir de hikaye neticede iyi ile kötünün savaşı. Her türlü gider. Ama kötü adam olarak ergen gibi trip atıp miğferi duvarlara çalıp kıran (çakma severussneyp görünümünde) bir genç irisi seçmek ne kadar akıllıcadır Sebastiyan ! (balata kızdı !). Neyse : fanları gidecektir, genç nesilden (holivutun umudu onlar) belki yeni fanlar çıkar (zayıf ihtimal). Sinefil için ne diyeyim bilemedim. Bildiğiniz gibi ister gidin isterseniz gitmeyin (başım ağrımaz bari)...

"Öteki Taraf"

Ülker de Tobleron'un yerlisini yapmış ama orijinali (tıklayın lütfen) daha çok hoşuma gidiyor.

13 Aralık 2017 Çarşamba

"Maide'nin Altın Günü" Orta Sınıf Eleştirisi !

   Senaryo Serkan Altuniğne'nin miş (Bobo'nun hatırına gittik). Ezgi Mola'ya da bir sempatimiz var zaten. Böyle olunca önyargılı oturuluyor filmin başına.
   Konuda pek (hiç !) bir şey yok. Arka arkaya skeçler izlermiş gibi oluyor insan. Maide tiplemesi sayın Mola'nın yaşına göre biraz sakil duruyor. Ergen iyi ama (suçüstü yakalandığında lafları gevelemesi falan oldukça komik). Nebliyim, sinemada gülebilenlere hitap eder. 
   Hakkında yazılanları biraz okudum. Yerici eleştirilere katılmıyorum. R.İ. tarzı mizaha yakın durmasına karşın o filmlerden farklıdır. Çocukla izleyenleri de gördük. Hiç de rahatsız olmadılar. Güvercinim (durum komedisini sever o !) bir çok sahnede güldü (fakir gülemiyor, fıtratı böyle !). 
   Velhasıl; çıkınca hemen unutulacak, izlenirken gülümsenebilecek hafta arası gidilebilecek bir kordeladır.

9 Aralık 2017 Cumartesi

"Mother" Metaforun Dibi.


   Filmi güvercinimle izledik. Biliyorum o düz film sever (metaforla hiç işi olmaz), ben biraz daha altlara bakarım. Evin yolunun falan olmadığını görünce inceden kıllandım ("hımm Aranofsky vurmuş metaforun dibine !"). Bir saatin sonunda metafor yorumlamayı falan boşladım (başlarım böyle aşkın ızdırabına !), düz izlemeye koyuldum. Dedim "bir uykuya dalayım, sabaha taşlar yerine oturur.". Uyudum, uyandım. Yok oturmadı taşlar. Sonra afişe bir bakmamla  (ortodoks kiliselerindeki (ama hafif bakımsız olanlarda) Meryem Heykelleri) ani bir aydınlanma yaşadım . 
    Bu nasıl bir "taşların yerine oturması durumudur". Tanrı, Gaia, Meryem, Adem, Havva, İsa (kanıyla, etiyle, çarmıha gerilişiyle), Habil, Kabil, kaburga kemiği, taşlaşan kalp, İncil, dinler, çevrenin içine edilmesi, karbonlaşmış (ya da karbonu açığa çıkmış diyelim) gövdeden çıkan cevher, dogmatik kalabalıklar, ilahi döngü vs.vs. bir sürü olgu; filmdeki yerlerine şıkır şıkır oturdu (bir tek sarı sıvı ile klozette kaybolan ürkünç şeyi çözemedim).
   Bu aydınlanmadan sonra filmi bir kez daha izleyeceğim. Eminim çok daha farklı şeyler çağrıştıracak. Sinefile uyarı : bu bir film değil bir deney. 
   Haliyle öyle değerlendirilmesi gerekiyor. Şu sefil sinema beğenimle : işin içinde çok yoğun bir emeğin olduğunu idrak ettim (renk, ses, müzik, filtre, çekim, kadraj, kast, senaryo vs.). İleride kült olabilir. Salonlarda ıslıklanabilir. Her türlü.
   Kafayı boşaltmak için uzak durulması, füzyon mutfağını sevenler için (ki onlar yeni şeyler denemekten korkmayanlardır) yakın durulması gereken filmdir. 

8 Aralık 2017 Cuma

"Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu" Fakir İçin En Zor Murakami !

   Seviyorum Murakami okumayı. Bir noktadan sonra (fakir için genellikle ilk sayfa) hikaye sizi içine çekiyor. Hani yazarını bilmeyip başlasam bir noktadan sonra (fakir için genellikle ilk bölümün başları) "Haa bunu Murakami yazmış !" diyebilirim kolaylıkla. Çok olmazsa olmazları var. Müzikler, markalar, yemek tarifleri, gündelik rutinler kör gözüm parmağına yazılıyor. Protagonistler, antagonistler pek bir egosantrik ! (ya da "iyi adamlar, kötü adamlar pek bir şekil !" diyeyim de kolay anlaşılsın). 
   Yemin ediyorum hazmı en zor gelen (özellikle son 200 sayfa) Murakami romanım oldu. İki kanallı başlayan kitabımız en son noktaya gelinceye kadar yavaş yavaş kesişmeye gidiyor. Bir yerde "haa tamam kesişecek" diyorsunuz, da oraya gelinceye kadar beyniniz tokat üstüne tokat yiyiyor. 
   Hakkını yemeyelim : düz okunursa bildiğiniz maykhemmır, diktreysi, reymındçendlır, franzkafka, stiivınking, vesendırsın, filipkadik (ka ayrı okunur), corçorvıl aşuresi yemiş gibi olursunuz ama metafora ve tefekküre meyyalseniz, uyutmaz allahın cezası (uyutmadı ondan biliyorum) ! Bilimkurgu desen değil, fantazya değil, dram, korku, gerilim, metafizik değil. Nerelere yerleştireceğimi bilemedim. Ama içimden söz verdim : geniş zamanlarda (iş yaşantısının uykularımı kaçırmadığı, okulda yapılacak sunumların içimi daraltmadığı, ağ güncesinde yazılacak filmler/kitapların birikmediği, evlerin taşınmadığı, kolilerin açılmadığı, trafiğin çıldırtmadığı zamanlarda (kısaca : huzurevinde salyaları başkaları silerken diyelim)) tekrar okumaya söz verdim (uzun da 516 s. nasıl yapacağım bilmem ama yapacağım). 
   Bilimkurguya, distopyaya, paralel evrenlere, pespembe kıyafetli tombul kızlara, çılgın biliminsanlarına ilgi duyuyorsanız ve elbette Murakami okumayı seviyorsanız, yakın durun. Ama (özellikle uyumaya yakın) çok da yakın durmayın !


"Aile Arasında" Yoksa, yoksa !...

    İlk 3 günde 504 bin kişi izlemiş. Dün akşam (hiç sevmem gitmeyi ama bedava bileti de heba edecek kadar müsrif değilim) bir AVM sinemasında görelim dedik. İki salonda oynuyordu, ikisinde de yer yoktu. Son 30 yıldır hiç salonda yer olmamasından dolayı filmi izleyememişliğim yoktur. Çok sevindim. Hem haftaarası, hem aynı sinemada iki salonun her seansının dolu olması (22.30 seansında ön yerler boştu ama. Yalan yazmış olmayayım !) fakirin gözlerini buğulandırdı. Ne yaptık ? Hemmen sadece sinema olarak hizmet veren Büyülüfener'e yaylandık (artık çok az kişi var sadece sinema olan sinemalara giden). Orası bile doluya yakındı. Nasıl mütehassis oldum bilemezsiniz !
   Yaşamlarının ilk yarısı aile kurmada pek başarılı olmayan iki insanın tesadüfler sonucu sürüklendiği durumların ele alındığı senaryo pek öyle kuvvetli değil. Eleştirecek olursanız dünya kadar eksik açık bulursunuz. 
   Lâkin güzel ülkemin komedya sinemasının son yıllarda geldiği noktayı şöyle bir oturup düşünecek olursak (incelikli olmayan, hırta yakın (var böyle bir tarz), argonun (ama bayağı argonun) havalandırdığı,hödüklüğün yüceltildiği), pelikulamızın ciddi bir misyonu olduğunu idrak ederiz. Parantez içindeki tarzda filmler, iyi gişe yapınca, yapımcılar da gişe peşinde insanlar olduğundan; son on yıldır böyle bir mizahın içindeyiz (olmaz olsun böyle mizah !). Onlar da biliyorlar yaptıklarının matah bir şey olmadığını (bahane hazır ama : "halk bunu istiyor").   İşte bu noktada : oyunculukların iyi (Mükerrem'de Devrim Yakut, Behiye'de Ayta Sözeri (ki aklıma hep Ferdi Özbeğen'i getirdi (zaten onun şarkılarını da söyledi (ne güzeldir "Dilek Taşı", "Büklüm Büklüm"))'ye alkış (başrolleri saymıyorum, gayet iyiler onlar da), (Allaam ne uzun parantez silsilesi olmuş !) prodüksiyonun derli toplu, üstünde düşünülmüş ince göndermelerin (Gülse Birsel'in o son sahnede yaptığı mikrofonlu tiratta fakirin deli fikri ("-O avizeci dükkanını bile batırdı, nasıl emniyet müdür olsun" diye çemkirirken) uzun boylu asabi bir şahsiyete takıldı, belki de Murat Bey'in eşinin de aklı o şahsiyete takılmış ve üstüne avize düşürmüştür. Bilemem !) yapıldığı filmimizi takdir etmemek olmaz. 
   Trans bireylere de toplumca reva görülen yerlerin dışında roller yazıldığı, karakterlerin (buzlanmadan, mozaiklenmeden, cıvıtmadan, eğlenerek, gülerek, şarkılar söyleyerek, rahatça) rakılarını yudumladığı, duygusallığın (duygu sömürüsü yapmayarak) dozunda verildiği, şarkı listesinin (işim olmaz playlistle) kulağa iyi geldiği, sinemada kolayca gülüveren sinefili güzelce güldürecek (nasıl özeniyorum onlara !) filmimiz iyi gişe yaparsa bir kapıyı aralar mı ? (ama öyle olursa, olsun lütfen !) Bilmiyoruz, göreceğiz.
   Ertem Eğilmez filmlerini sevenleri filmimize davet ediyorum. Torrentmiş, internetten izlemekmiş; yapmayın bunları. Alacağınız bilet : bu memleketin izleyici kitlesine yapılmış bir iyiliktir çünkü.

3 Aralık 2017 Pazar

"Pokot", "Spoor" yahut "İz"

   Polonya, Almanya, Çekya, Slovakya, İsveçya (sonuncusu olmadı !) ortak yapımı. Polonya'da geçiyor. Uzun (2s8d). Bu yıl Altın Ayı almış (az buz ödül değildir). Başka ödüller de var (hepsi Avrupa'dan). 
   Polonya'nın kırsalında bir yolun sonunda (mecazi değil) emekliliğini yaşayan Bayan Duseyko'nun köpekleri kaybolur, olaylar gelişir.
   İlk sahneden itibaren özenli bir çekim, renk, müzik, kadraj kullanımı var. Karakterler güzelce yedirilmiş. Oyunculuklar çizgi üstü (Bayan Duseyko'ya alkış ! (evinde televizyon olmayan, akılsız telefon kullanan, müzik ve kitabın hayatından eksik olmadığı, köpekli, yarıhippi, vejetaryen, dogmalara karşı sesini çıkarmaktan korkmayan, üreten (adeta pelerinsiz bir süperkahraman), hafif çatlak bir karaktere kan can vermiş)). Böcekbilimci Boros da gayet iyiydi (gerçi Roman Kemani rolü için biçilmiş kaftan gibi bir görünümü var, ama olsun) Dronlar çok ustalıkla kullanılmış (havadan çekimler şükela). Polonya'nın doğası (canlı filtrelerin de yardımıyla) sinefilin gözüne gözüne sokulmuş. Senaryonun ekseni sağlam (kötülere karşı iyiler). Biraz yavaş aksa da aceleniz yoksa (modern zamanlarda azınlıktasınız demektir) güzelce izlersiniz, canınız sıkılmaz. 
   Tek eleştirim : sanki Bayan Duseyko'nun mevcudiyeti ve mücadelesi filmi tek başına götüremeyecekmişçesine (oldu mu bu fiil ? oldu oldu) bazı yan karakterlerin öykülerinin gereksizce detaylandırılması olabilir. Nebliyim yankomşu Matoga'nın annesinin kendini asması, Dizio'nun Berlin günleri anlatılmasa da olurmuş gibime geldi. Neyse. 
   Çakallığın, mafyalığın, kötülüğün, adamsendeciliğin, dogma baronlarının, din tacirlerinin (filmde bunlar sadece avcılar olarak veriliyor) ve benzerlerinin çokça türediği modern zamanlarda, bunlara karşı elinden geleni ardına koymayan cesur bir teyzenin yaptıkları (ha kanuni midir ? vicdana sığar mı ? tartışılır) ilginizi çekerse kaçırmayınız. Benim hoşuma gitti.