29 Ocak 2017 Pazar

"Olanlar Oldu" Çıtayı Düşürelim.

   Eyvah Eyvah'tan sonra çıtayı düşürün, yoksa hayal kırıklığına uğrarsınız. Ben düşürdüm çıtayı, hiç hayal kırıklığına uğramadım.
   Gülmek ihtiyaç. Sinema da (bu zamanda ve zeminde) riskli iş. Destek şart. Alıp biletimizi meşrebimize uygun komedi filmlerine gidiyorum. Cıvıtmadan, argo ve bel altı espri ucuzluğuna kaçmadan güldürmeyi hedefleyen filmleri kaçırmıyorum.
   Ata Demirer'in diğer işleri bazen iyi (Eyvah Eyvah) bazen fazla iyi değil (Niyazi Gül Dörtnala). "Olanlar Oldu" ikisinin arasında bana göre. Diğer filmlerde omurgada komedi varken burada bir aşk hikayesi var, arada gülümsediğiniz de oluyor.
   Filmi pek sevdim. Tabii ki bu subjektif bir değerlendirme. Filmin geçtiği yerleri, yaşam tarzını, diyalogları hep önceki yaşantımla karşılaştırdım (fakir Foça'dan Ankara'ya hicret etmiş bir insan (ne işin var bozkırda arakolpa ? (gaile derdi azizim))). Özlemişim saksılı bahçelerde müskirat yudumlamayı, berrak sularda dalmayı, yüzmeyi. Nebliyim izlerken "ahh o günler" diye iç geçirdiğim çok oldu.
   Nesnel değerlendirmeyle ise vasat üstü güzel bir aşk hikayesi, hafta sonu kafa boşaltmaya ve hayhuydan uzaklaşmaya birebir.

24 Ocak 2017 Salı

"İhtiyar Kemancı" Nihat Genç Aynı !

   "Her Temas İz Bırakır"dan sonra sardık "İhtiyar Kemancı"ya. Benzerlikler ilgi çekici. Misal : Ankara.
   Bir yazar doludizgin yazabilir mi ? Hüzünde de, neşede de pik yapabilir mi ? 
   Evet.
   Nihat Genç yapıyor. Yazarların dipsomanı bence. Karamsar bir ruh halinde yazıyorsa, üzülüyorsunuz, bitiyorsunuz. Eğer iyimserse, içinizde kelebekler uçuşuyor, güneş pırıl pırıl parlıyor. 
   İlk okuduğumda, yazarla arama mesafe koyamadığımdan kitapları çok etkilemişti beni. Aradan yıllar geçince NG kitaplarını araya ısıcam koyarak okumayı öğrendim. Yine de aradan geçen 12 yıla rağmen (kitap 2002 basımı) kimi satırlarda etkileniyor bünye. Bu kitapta da, değişik tatlar alacağınız farklı öyküler var. 
   Araya mesafe koymak kaydıyla kayıtsız kalmamanızı öneririm.

"Şair ve Patron" Zaman Geçse de Kimi Şeyler Aynı.

   Kaynakçayı ve çizelgeleri çıkarın hepi topu 70 sayfa olan risalemiz, sanat ve iktidar ilişkileri konusunda kafa yoran herkes tarafından okunması farz olan bir yapıttır.
   Langadank girdik mevzuya yine (olmuyor Arakolpa !).
   Şeyh-ül Müverrihin Halil İnalcık; öyle yorum falan yapmadan (her aklı başında tarihçinin yaptığı gibi) Osmanlı İmparatorluğundaki sanat ve iktidar ilişkisini güzelce incelemiş. 
   "Ma'rifet iltifata tabi'dir
    Müşterisiz meta zayi'dir"
    diye başlıyor kitabımız. Ardından Max Weber'in patrimonyal devlet yapısını temele oturtuyor başlıyor yazmaya. Başlıklar "Patrimonyal Devlet ve Sanat", "Osmanlı Saray Kültürünün Gelişmesi ve Osmanlı Divan Şu'arası", "Patron ve Klasik Şiirde Sanat Anlayışı", "Şu'ara Tezkirelerinde Şair ve Patron", "Fuzuli ve Patronaj", "İn'am Defterlerinde H. 909-917 Yıllarında Bağış Alan Şairlerin Menşei ve Mesleği" diye gidiyor. 
   Altı üstü çizilecek yerler var. Ancak uyarırım : "Rûm zurefası"* denildiğinde aklınıza Yunanlı bir zürafa geliyorsa sakın ola ki okumaya hallenmeyin. Bırakın bunu, başka kitaplara yönelin, fi olur, pi olur. Onlar olmazsa çi olur. Aradan geçsin bir 20-30 yıl sonra başlayın. 
   Kitap, iki türlü okunabilir. Konu olan dönemi anlamak ve günümüzü anlamak adına. Düz okursanız, (ki yazar burada sadece bunu hedeflemiş gibi görünüyor) dönem hakkında net ve sarih bir görüşünüz olur. Ama bugünü anlayabilmek gibi bir amacınız varsa, düşünceli günler sizi bekliyor. 
   Biraz düşününce günümüzde sanatın patronu kim diye merak ediyor meraklı bünye. Günümüzde kuralları kim koyuyor önce onu bir açıklığa kavuşturalım. 
   "Money talks, bullshit walks" der bir kapitalist atalar sözü. Günümüzde her yerde geçerli. Sanat nasıl paraya tahvil edilebiliyor ? Benim için sanat : (erişim kolaylığına göre) edebiyat, sinema ve müzik ve diğerleri. Bunları üretenler nasıl para kazanıyorlar ? Ürettiklerini satarak (bu bağlamda patronun aradan kalktığını söyleyebiliriz). Sonra ne oluyor, "müzik endüstrisi", "edebiyat endüstrisi" gibi oksimoron kavramlar hayatımıza giriyor. Müziğe ve edebiyata endüstri ne kadar eğreti duruyor ! Neyse bu başka bir fasıl.
   Haliyle sanatçı da en çok satacak şekilde üretiyor (o da ne yapsın ! gaile). Toplumun beğenisi sanatçının tercihini şekillendiriyor. İskenderpalalar, kişiselgelişimyazarları, mehmetözler, karaibrahimgiller, çakpalahniuklar deyip burada kimseleri hakir görmek istemem ama çoksatanların büyük bir kısmı gerçek kâri için çöptür. Yazarın boy boy fotoğraflarının (pek de artistik) yayımlandığı röportajlar da ayıptır ("Senin balın olsun, arı Bağdat'tan gelir"). Allaam yazdıkça yazasın geliyor (ama kim okur bunları arakolpa (yazma sen)). 
   Neyse kitapta aklımda kalan bir iki şeyi aşağıya alıyorum. Fazlasını merak edenler alıp okur.
  • İşret meclisleri hakikaten pek acaipmiş.
  • Sanatın patron ikbaline tabi olması (eğer patron sanattan anlıyorsa) aslında pek de kötü bir şey değilmiş (Bkz.Nihat Doğan, Muazzez Ersoy)
  • Neyse daha yazmayayım da fincancı katırlarını ürkütmeyelim.
* Anadolu seçkini

14 Ocak 2017 Cumartesi

"Her Temas İz Bırakır" Ankara'da Polisiye mi Olurmuş Diyenlere.

   300 sayfa bile değil (299 sayfa).
   Polisiyeyi seviyorum (ama Ahmet Ümit biraz yavan geliyor). Beş yıldır (hasbelkader) Ankara'da yaşıyorum (brokoli yemek gibi (limon sık, zeytinyağı gezdir tadı yine kötü ama faydalı)). Ankara'da geçen polisiyeyi ıskalamışım. 
   Bay Serbes'e sarınca "okuyalım bakalım" deyip oturduk başına, iki günde bitti (iş günü ama sadece yatmadan önce). 
   Beklenen frekans gerçekleşti. Değişik bir olay örgüsü, herşeyi kendi yazmayan yazar (okurun muhayyilesini çalıştırması gerektir yani), bildik mekanlar, aşina karakterler, acı bir üslup (hayat da öyle değil mi ?). Arkasından bir de Nihat Genç'in "İhtiyar Kemancı"sına sardık, hoşgeldin depresyon !

11 Ocak 2017 Çarşamba

"Çalgı Çengi İkimiz" Olmuyoooor, olmuyooor ! (devamı "sensiz olmuyor" gibiymişçesine okunacak)

   Memleketimin evlere şenlik halinden bir parça uzaklaşmak için, biletimizi aldık, oturduk beyazperdenin karşısına.
   Malum ikilinin öncesi işleri fakirin ilgisini çekmişti. Kendilerine özgü bir sinema dili (işler güçler), yerelin ajitasyona kapılmadan izleyiciye aktarılması (düğün dernek (diğer serinin isminin de "çalı çırpı" türü bir şey olacağından korkarım)) ümit veriyordu. Ama üzgünüm, bu beklentimi karşılamadı. 
   Hayır, oyunculuklar iyi, espriler de fena değil. Ancak iyi bir senaryoya yaslanmayınca hepsi beyhude. Ne diyeyim : önceki işleri izlemediyseniz belki katlanılabilir ancak beklentiyle giderseniz hayal kırıklığına uğrarsınız.
   Buna mukabil : güzel ve yalnız ülkemde film çekmek ciddi risk, filmimiz de ucuz trüklere (aşırı argo, belden aşağı göndermeler vs.) girmeden çekilmiş. Holivut filmlerine para kazandıracağınıza memleketimin işlerine bir şans verin.

10 Ocak 2017 Salı

"Bay Uzay Gemisi" PKD'nin Fantastik Dünyası

   PKD, acaip adam. 
   Bay Uzay Gemisi, biri hariç 9 aylık dönemde yazılmış 25 öyküyü içeriyor. Kimileri fakire yavan gelse de, çoğunluğu beyin gıcıklayan, azınlığı ise beyin tokatlayan cinsten öyküler. Günümüz bilimkurgusundan farklı olarak dönemin kimi siyasal sosyal çıkarımlarını kolaylıkla çıkarabiliyorsunuz (soğuk savaş vs.). 
   Yarım asır önce (neredeyse) yazılmış olmalarına karşın kısacık öykülerden bile holivut güzel filmler kotarabiliyor (bkz.Blade Runner, Minority Report, Total Recall). Bu filmler, özgün fikirlere yaslandığından iyi filmler. 
   Öyleyse ne yapıyoruz ? PKD'nin öykülerine (birazcık da günümüze uyarlanabilir mi ? diye soraraktan (soraraktan ?)) bir kez daha göz atıyoruz. Hiç bir şey olmazsa, güzel vakit geçireceğiniz kesin.
HAMİŞ : Yazmasam olmaz. Kitabın pek şükela bir önsözü var. Hem PKD hem de Roger Zelazny ayrı ayrı yazmışlar (Zelazny'nin ki daha güzel). Bilimkurguyu sevenler, kitabı okumasalar da bu önsözleri okumaları farzdır.

9 Ocak 2017 Pazartesi

"Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi" Böyle Roman Okumadım !

   Okumadım derken, hakikaten daha önce böylesini okumadım.
   Doç.Ülkü Birinci, bir konferans verirken başlayan ve tam 492 sayfa sonunda yine aynı yerde (bir kaç saat sonrasında) biten romanımız :  şimdi nasıl yazsam bilemiyorum. Hani çocuksunuz ve koşuyorsunuz (enerji nükleer) Mısır Çarşısından girip Kapalıçarşıya kadar ona bura çarpa çarpa koşuyorsunuz ve Beyazıt'ta çınaraltına çıkıp (ki menzil de geçtiğiniz rota kadar dağdağalıdır !) duruyorsunuz. İşte böyle bir roman.
   300 yıl, çok geniş bir coğrafya, felaket geniş bir etnik yelpaze (Gürcüsünden, Manavına (var böyle bir etnisite ! (yaşadım biliyorum)), Ermenisinden, Lazına), 250 civarında ana karakter, hiç nefes almamacasına (bölüm yok), hiç konuşmamacasına (diyalog yok (sayılır)) durdurak bilmeden yazılmış, yazılmış.
   İlk sayfalarda "du bakalım ilk bölümde bitiririm" dedim, ilk oturmada 90 sayfayı geçince, şöyle bir baktım bölüm mölüm yok. Fasıla da yok. Amok koşucusu gibi akıyor kitap. Hani bir ağacın gövdesinden başlarsınız incelemeye, ana dallar ayrılır, onlar küçüklerine ayrılır, onlar küçüklerine ayrılır. İşte öyle. Başlangıçtaki algı şokunu atlatınca (zaten hemen sarıyor), rastgele yerleştirilmiş olan olaylar silsilesinin hiç de rastgele olmadığını anlıyorsunuz. Neticede karşınızda bir ağaç var.
   Nedir : Bayan Tunç, hiç aklınıza gelmeyecek yerlerden, okuduğunuz ve yaşadıklarıyla bir yerden size dokunan karakterlerini garip bir şekilde bağlıyor. Ortaların sonunda büyük resmi görür gibi oluyorsunuz. Ardarda, biteviye gelen silsilede; bir düzen olduğunu fark ediyorsunuz. "Kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz" diyorsunuz (her ne kadar altı katı kadar olsa da). 
   Sayın Tunç'un "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek"ini ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum. Hatırladığım : bir solukta bittiği. 
   Bu da aynı. Bitirene kadar rahat bir nefes alamadım. Dedikodu gibi başlayıp, bir deliler evinin çerçevesinde memleket tarihini aktarıyor. Her sayfasından (sadece memleketime özgü (kimi yabancı da aynı hissi duyar belki, yabancı olmadığımdan bilemiyorum)) humor (ne işim olur humorla) latife akan bu esere yakın durunuz. Sevdiklerinize hediye bile ediniz. Kitap okumaya hallenen ergenlere öneriniz. Okurken de ara veriyorsanız, tekrar başladığınızda birkaç sayfa geriden başlayacağınızı, bittikten sonra ise bir kez daha okumanız gerektiğini idrak edeceğinizi unutmayınız (çünkü o da başka tat verir).

8 Ocak 2017 Pazar

"Assassin's Creed" Filmle Oyun Oynamak.

    Son yıllarda film sanayiinin sık sık başvurduğu bir trük var. Senaryosuz, omurgasız; salt oyunculara ve efektlere dayanan filmler yapmak. 
   İşte nefis bir örnek. 
   Zamanında fakirin de gereksiz bir heyecanla oynadığı popüler bir bilgisayar oyununu almışlar, senaryo için fazla da bir emek sarfedilmemiş, sıkı oyuncular bulunmuş (Fasbender, Kotiyar, Ceremiayrıns ve en üzüldüğüm Brendıngliisın), kuntastik efektler yapılmış, dekorlarda kostümlerde hiç paradan kaçınılmamış (sanat yönetimine diyecek bir şey yok) vee neredeyse iki saatlik (1s55d) çok gösterişli ve içi kof bir film çıkmış. 
   İki saatimi harcamaya değer miydi ? Kesinlikle hayır ! Ama filme gitmemin kişisel bir nedeni vardı : size belki kuntastik gelebilir ama (bana kesinlikle geliyor) Kıbrıs'taki sinemalarda bira içmek serbest. Fuayeden biralarımızı aldık, kurulduk koltuğumuza. Pelikulamız da kafa yormayacak ama göz yoracak bir kesafette olduğundan, özellikle ikinci yarı pek şükela bir şekilde filmimizi hiç de sıkılmadan izledik. Yazılar çıktığında pırıl pırıldık. 
   Diyeceğim o ki : Kıbrıs'a giderseniz biralı sinema keyfini ıskalamayın. Yoksa izlenecek film değil.