26 Aralık 2017 Salı

"The Killing of a Sacred Deer" Alkollü Kalp Ameliyatı Yapmak Tehlikelidir !

   Kalp cerrahı Steven, içkiliyken yaptığı bir ameliyatta Martin'in babasını öldürünce, adaletin sağlanması için ailesinden birini öldürmek zorunda kalır.
   İlk sahnelerden başlayarak "hımm Lantimos filmi izliyoruz galiba" dedirten filmdir. Soluk pastel renkler, accaip bir müzik (ses) kullanımı, Kolinferıl (Lobster'dan beri), balıkgözü merceklerin cömert kullanımı, kamera açılarının olay örgüsüne göre yükselmeleri, alçalmaları, orta üst sınıf eleştirisi, mitolojik öyküler, felaket steril aksanlar (lobsterda da vardı), cilası dökülen sosyal kişiliklerin hayatta kalma çabaları için nasıl pespaye eylemleri seçmeleri (olmadı bu !), metaforlar, metaforlar...
   Kyodontas'a trafik kazası muamelesi yapmış, Lobster'ı distopya niyetine izlemiştim. İlk kez bu kadar rahat bir Lantimos filmi izledim. Üstelik son ana kadar dikkatim düşmedi. Lefke'nin bir özel üniversitesinin sinema salonunda bir avuç (12 kişi) sinefil izledik. Kimse cıvıklık yapmadı, yarım bırakmadı. Şimdi internette "Iphigeneia" karakterini arayıp, başına neler gelmiş onu bulacağım (okul müdürü bu konuda sıkı spoiler (ne işim olur spoylerle) bozuntu verdi zira). Lantimos sinemasını sevdiyseniz seversiniz. Yoksa canınız sıkılabilir. 

17 Aralık 2017 Pazar

"Star Wars : The Last Jedi" Güzel Bilimkurgu (da) Bir Star Wars Değil !

   Öncelikle uyarımı yapayım : film hakkında ağır ipucu içerir, şayet izlemediyseniz ve yaşınız 45'in üzerindeyse beğenecek ancak fazla da sevmeyeceksiniz (ya da ben öyle umuyorum), yaşınız 45'in altındaysa hem sevecek hem beğeneceksinizdir. Neyse sadede gelelim. 
   Çarşamba'dan beri gitmeye halleniyorum, hem meşguliyetler engel oldu hem de salonlar dolu. Bugün gidebildik (Büyülüfener'de ilk kez otopark dolmuş (nasıl da mes'udum Nihat/Nihal !)). Salon yine doluydu. İzleyici kitlesi de pek kibardı (kimse patlamış mısır yemedi, cep telefonunu ovuşturmadı). 
   İki buçuk saat. Ama izlerken sıkmıyor. Üç boyut efektleri göze sokulacak kadar abartılmamış. Müzikler (hep bildiğiniz kalabalık orkestra müzikleri) aynı. Kostümler, efektler, sanat yönetimi, oyunculuklar gayet iyi. Senaryo, kurgu aksamıyor. Klasik starvors filmlerinde olduğu gibi ikili bir akış var (sonlara doğru birleşiyor). Eskilerden luk ve leya var (filmde luk gidiyor, gerçek hayatta leya (artık yenilerle devam edecekler herhalde)) çuvbakka, artiditu ve tripiyoyu insan donunda olmadıklarından saymıyorum. 
   Neticede güzel bir bilimkurgu. Ama fakirin ilk gördüğü starvors değil. O zamanki paradigmada, bünyede travmatik etkiler yaratan bilimkurgu değil. Herhalde bir geçiş döneminin ortasında kalmış ve geçişi yaratan etki starvors olmuştu. Oysa şimdi Atılgan bile kuntastik efektler, bombastik görsellerle verildiğinden; yeni çevrilen starvorsların tek kozu : kemik fanlar (onlar da az buz değiller ama). Bir de hikaye neticede iyi ile kötünün savaşı. Her türlü gider. Ama kötü adam olarak ergen gibi trip atıp miğferi duvarlara çalıp kıran (çakma severussneyp görünümünde) bir genç irisi seçmek ne kadar akıllıcadır Sebastiyan ! (balata kızdı !). Neyse : fanları gidecektir, genç nesilden (holivutun umudu onlar) belki yeni fanlar çıkar (zayıf ihtimal). Sinefil için ne diyeyim bilemedim. Bildiğiniz gibi ister gidin isterseniz gitmeyin (başım ağrımaz bari)...

"Öteki Taraf"

Ülker de Tobleron'un yerlisini yapmış ama orijinali (tıklayın lütfen) daha çok hoşuma gidiyor.

13 Aralık 2017 Çarşamba

"Maide'nin Altın Günü" Orta Sınıf Eleştirisi !

   Senaryo Serkan Altuniğne'nin miş (Bobo'nun hatırına gittik). Ezgi Mola'ya da bir sempatimiz var zaten. Böyle olunca önyargılı oturuluyor filmin başına.
   Konuda pek (hiç !) bir şey yok. Arka arkaya skeçler izlermiş gibi oluyor insan. Maide tiplemesi sayın Mola'nın yaşına göre biraz sakil duruyor. Ergen iyi ama (suçüstü yakalandığında lafları gevelemesi falan oldukça komik). Nebliyim, sinemada gülebilenlere hitap eder. 
   Hakkında yazılanları biraz okudum. Yerici eleştirilere katılmıyorum. R.İ. tarzı mizaha yakın durmasına karşın o filmlerden farklıdır. Çocukla izleyenleri de gördük. Hiç de rahatsız olmadılar. Güvercinim (durum komedisini sever o !) bir çok sahnede güldü (fakir gülemiyor, fıtratı böyle !). 
   Velhasıl; çıkınca hemen unutulacak, izlenirken gülümsenebilecek hafta arası gidilebilecek bir kordeladır.

9 Aralık 2017 Cumartesi

"Mother" Metaforun Dibi.


   Filmi güvercinimle izledik. Biliyorum o düz film sever (metaforla hiç işi olmaz), ben biraz daha altlara bakarım. Evin yolunun falan olmadığını görünce inceden kıllandım ("hımm Aranofsky vurmuş metaforun dibine !"). Bir saatin sonunda metafor yorumlamayı falan boşladım (başlarım böyle aşkın ızdırabına !), düz izlemeye koyuldum. Dedim "bir uykuya dalayım, sabaha taşlar yerine oturur.". Uyudum, uyandım. Yok oturmadı taşlar. Sonra afişe bir bakmamla  (ortodoks kiliselerindeki (ama hafif bakımsız olanlarda) Meryem Heykelleri) ani bir aydınlanma yaşadım . 
    Bu nasıl bir "taşların yerine oturması durumudur". Tanrı, Gaia, Meryem, Adem, Havva, İsa (kanıyla, etiyle, çarmıha gerilişiyle), Habil, Kabil, kaburga kemiği, taşlaşan kalp, İncil, dinler, çevrenin içine edilmesi, karbonlaşmış (ya da karbonu açığa çıkmış diyelim) gövdeden çıkan cevher, dogmatik kalabalıklar, ilahi döngü vs.vs. bir sürü olgu; filmdeki yerlerine şıkır şıkır oturdu (bir tek sarı sıvı ile klozette kaybolan ürkünç şeyi çözemedim).
   Bu aydınlanmadan sonra filmi bir kez daha izleyeceğim. Eminim çok daha farklı şeyler çağrıştıracak. Sinefile uyarı : bu bir film değil bir deney. 
   Haliyle öyle değerlendirilmesi gerekiyor. Şu sefil sinema beğenimle : işin içinde çok yoğun bir emeğin olduğunu idrak ettim (renk, ses, müzik, filtre, çekim, kadraj, kast, senaryo vs.). İleride kült olabilir. Salonlarda ıslıklanabilir. Her türlü.
   Kafayı boşaltmak için uzak durulması, füzyon mutfağını sevenler için (ki onlar yeni şeyler denemekten korkmayanlardır) yakın durulması gereken filmdir. 

8 Aralık 2017 Cuma

"Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu" Fakir İçin En Zor Murakami !

   Seviyorum Murakami okumayı. Bir noktadan sonra (fakir için genellikle ilk sayfa) hikaye sizi içine çekiyor. Hani yazarını bilmeyip başlasam bir noktadan sonra (fakir için genellikle ilk bölümün başları) "Haa bunu Murakami yazmış !" diyebilirim kolaylıkla. Çok olmazsa olmazları var. Müzikler, markalar, yemek tarifleri, gündelik rutinler kör gözüm parmağına yazılıyor. Protagonistler, antagonistler pek bir egosantrik ! (ya da "iyi adamlar, kötü adamlar pek bir şekil !" diyeyim de kolay anlaşılsın). 
   Yemin ediyorum hazmı en zor gelen (özellikle son 200 sayfa) Murakami romanım oldu. İki kanallı başlayan kitabımız en son noktaya gelinceye kadar yavaş yavaş kesişmeye gidiyor. Bir yerde "haa tamam kesişecek" diyorsunuz, da oraya gelinceye kadar beyniniz tokat üstüne tokat yiyiyor. 
   Hakkını yemeyelim : düz okunursa bildiğiniz maykhemmır, diktreysi, reymındçendlır, franzkafka, stiivınking, vesendırsın, filipkadik (ka ayrı okunur), corçorvıl aşuresi yemiş gibi olursunuz ama metafora ve tefekküre meyyalseniz, uyutmaz allahın cezası (uyutmadı ondan biliyorum) ! Bilimkurgu desen değil, fantazya değil, dram, korku, gerilim, metafizik değil. Nerelere yerleştireceğimi bilemedim. Ama içimden söz verdim : geniş zamanlarda (iş yaşantısının uykularımı kaçırmadığı, okulda yapılacak sunumların içimi daraltmadığı, ağ güncesinde yazılacak filmler/kitapların birikmediği, evlerin taşınmadığı, kolilerin açılmadığı, trafiğin çıldırtmadığı zamanlarda (kısaca : huzurevinde salyaları başkaları silerken diyelim)) tekrar okumaya söz verdim (uzun da 516 s. nasıl yapacağım bilmem ama yapacağım). 
   Bilimkurguya, distopyaya, paralel evrenlere, pespembe kıyafetli tombul kızlara, çılgın biliminsanlarına ilgi duyuyorsanız ve elbette Murakami okumayı seviyorsanız, yakın durun. Ama (özellikle uyumaya yakın) çok da yakın durmayın !


"Aile Arasında" Yoksa, yoksa !...

    İlk 3 günde 504 bin kişi izlemiş. Dün akşam (hiç sevmem gitmeyi ama bedava bileti de heba edecek kadar müsrif değilim) bir AVM sinemasında görelim dedik. İki salonda oynuyordu, ikisinde de yer yoktu. Son 30 yıldır hiç salonda yer olmamasından dolayı filmi izleyememişliğim yoktur. Çok sevindim. Hem haftaarası, hem aynı sinemada iki salonun her seansının dolu olması (22.30 seansında ön yerler boştu ama. Yalan yazmış olmayayım !) fakirin gözlerini buğulandırdı. Ne yaptık ? Hemmen sadece sinema olarak hizmet veren Büyülüfener'e yaylandık (artık çok az kişi var sadece sinema olan sinemalara giden). Orası bile doluya yakındı. Nasıl mütehassis oldum bilemezsiniz !
   Yaşamlarının ilk yarısı aile kurmada pek başarılı olmayan iki insanın tesadüfler sonucu sürüklendiği durumların ele alındığı senaryo pek öyle kuvvetli değil. Eleştirecek olursanız dünya kadar eksik açık bulursunuz. 
   Lâkin güzel ülkemin komedya sinemasının son yıllarda geldiği noktayı şöyle bir oturup düşünecek olursak (incelikli olmayan, hırta yakın (var böyle bir tarz), argonun (ama bayağı argonun) havalandırdığı,hödüklüğün yüceltildiği), pelikulamızın ciddi bir misyonu olduğunu idrak ederiz. Parantez içindeki tarzda filmler, iyi gişe yapınca, yapımcılar da gişe peşinde insanlar olduğundan; son on yıldır böyle bir mizahın içindeyiz (olmaz olsun böyle mizah !). Onlar da biliyorlar yaptıklarının matah bir şey olmadığını (bahane hazır ama : "halk bunu istiyor").   İşte bu noktada : oyunculukların iyi (Mükerrem'de Devrim Yakut, Behiye'de Ayta Sözeri (ki aklıma hep Ferdi Özbeğen'i getirdi (zaten onun şarkılarını da söyledi (ne güzeldir "Dilek Taşı", "Büklüm Büklüm"))'ye alkış (başrolleri saymıyorum, gayet iyiler onlar da), (Allaam ne uzun parantez silsilesi olmuş !) prodüksiyonun derli toplu, üstünde düşünülmüş ince göndermelerin (Gülse Birsel'in o son sahnede yaptığı mikrofonlu tiratta fakirin deli fikri ("-O avizeci dükkanını bile batırdı, nasıl emniyet müdür olsun" diye çemkirirken) uzun boylu asabi bir şahsiyete takıldı, belki de Murat Bey'in eşinin de aklı o şahsiyete takılmış ve üstüne avize düşürmüştür. Bilemem !) yapıldığı filmimizi takdir etmemek olmaz. 
   Trans bireylere de toplumca reva görülen yerlerin dışında roller yazıldığı, karakterlerin (buzlanmadan, mozaiklenmeden, cıvıtmadan, eğlenerek, gülerek, şarkılar söyleyerek, rahatça) rakılarını yudumladığı, duygusallığın (duygu sömürüsü yapmayarak) dozunda verildiği, şarkı listesinin (işim olmaz playlistle) kulağa iyi geldiği, sinemada kolayca gülüveren sinefili güzelce güldürecek (nasıl özeniyorum onlara !) filmimiz iyi gişe yaparsa bir kapıyı aralar mı ? (ama öyle olursa, olsun lütfen !) Bilmiyoruz, göreceğiz.
   Ertem Eğilmez filmlerini sevenleri filmimize davet ediyorum. Torrentmiş, internetten izlemekmiş; yapmayın bunları. Alacağınız bilet : bu memleketin izleyici kitlesine yapılmış bir iyiliktir çünkü.

3 Aralık 2017 Pazar

"Pokot", "Spoor" yahut "İz"

   Polonya, Almanya, Çekya, Slovakya, İsveçya (sonuncusu olmadı !) ortak yapımı. Polonya'da geçiyor. Uzun (2s8d). Bu yıl Altın Ayı almış (az buz ödül değildir). Başka ödüller de var (hepsi Avrupa'dan). 
   Polonya'nın kırsalında bir yolun sonunda (mecazi değil) emekliliğini yaşayan Bayan Duseyko'nun köpekleri kaybolur, olaylar gelişir.
   İlk sahneden itibaren özenli bir çekim, renk, müzik, kadraj kullanımı var. Karakterler güzelce yedirilmiş. Oyunculuklar çizgi üstü (Bayan Duseyko'ya alkış ! (evinde televizyon olmayan, akılsız telefon kullanan, müzik ve kitabın hayatından eksik olmadığı, köpekli, yarıhippi, vejetaryen, dogmalara karşı sesini çıkarmaktan korkmayan, üreten (adeta pelerinsiz bir süperkahraman), hafif çatlak bir karaktere kan can vermiş)). Böcekbilimci Boros da gayet iyiydi (gerçi Roman Kemani rolü için biçilmiş kaftan gibi bir görünümü var, ama olsun) Dronlar çok ustalıkla kullanılmış (havadan çekimler şükela). Polonya'nın doğası (canlı filtrelerin de yardımıyla) sinefilin gözüne gözüne sokulmuş. Senaryonun ekseni sağlam (kötülere karşı iyiler). Biraz yavaş aksa da aceleniz yoksa (modern zamanlarda azınlıktasınız demektir) güzelce izlersiniz, canınız sıkılmaz. 
   Tek eleştirim : sanki Bayan Duseyko'nun mevcudiyeti ve mücadelesi filmi tek başına götüremeyecekmişçesine (oldu mu bu fiil ? oldu oldu) bazı yan karakterlerin öykülerinin gereksizce detaylandırılması olabilir. Nebliyim yankomşu Matoga'nın annesinin kendini asması, Dizio'nun Berlin günleri anlatılmasa da olurmuş gibime geldi. Neyse. 
   Çakallığın, mafyalığın, kötülüğün, adamsendeciliğin, dogma baronlarının, din tacirlerinin (filmde bunlar sadece avcılar olarak veriliyor) ve benzerlerinin çokça türediği modern zamanlarda, bunlara karşı elinden geleni ardına koymayan cesur bir teyzenin yaptıkları (ha kanuni midir ? vicdana sığar mı ? tartışılır) ilginizi çekerse kaçırmayınız. Benim hoşuma gitti. 

13 Kasım 2017 Pazartesi

"The Villainess" Nasıl Bir Kamera Bu !

   Konu beylik. Bir nevi Kore "Nikita"sı. Kanundışı bir kadın, kanun tarafından kanunsuzca kullanılır. Açılış sekansında (ki acaip bir çekimdir) hanımkızımız, "Oldboy"daki gibi bir koridorda (saymadım ama 50 (elli (ELLİ)) üstü) adamı berhava eder, konu gelişir.
   Senaryonun fazla girift olmasından dolayı başarısız denilebilir. Karakterlerde birtakım geri dönüşlerle aydınlatma çabasına girilmesine karşın, hiçbiri yeteri kadar derinleşemiyor. Öyle gelinlikle snipershot (ne işim olur snipershotla) keskin nişancı atışı gibi sahnelerde Nikita öykünmeleri çok bariz görülüyor. Uzun da (2s9d). Kimi yerlerde esnetse de sinefili ekrana bağlayan çok farklı bir yönü var. 
   Buraya kadar normal olan yazımız bundan sonra değişik bir mecrada akacaktır.
   Arkadaş, 50 yaşını geçtim (Bkz.Ercüment Menemen) böyle bir kamera kullanımı görmedim. Bu nasıl bir kameradır ? Hayır CGI izlenimi falan da görmedim. Kamera kâh (Hardcore Henry'de olduğu gibi) kişi gözünden aksettiriyor, kâh dış göz oluyor, geçmeyecek yerlerden geçiyor, taklalar atıyor, aynı sekansta aracın içine giriyor, dışına çıkıyor, havadan çekim yapıyor, araçların altına giriyor (bunların hepsi tek sekansta oluyor). Açılış ve kapanış sahneleri doruk olmak üzere çoğacaip bir kamera var. 
   Akşam akşam destrodoyu tatmin amaçlı oturduğum filmin böyle bir tecrübe yaşatması da hayatın cilvelerinden birisi.
   Diyeceğim odur ki : sinemanın mutfak kısmını merak ediyorsanız ama senaryodan pek fazla bir şey beklemiyorsanız mutlaka izleyiniz. Afallayacaksınız...

12 Kasım 2017 Pazar

"Yol Ayrımı" Kör Gözüne Tolstoy !

   Aşırı kapitalist, duygulardan/vicdandan/merhametten azade bir işadamı geçirdiği kazadan sonra sevgi kelebeği olur, ailesi karşı çıkar. İki buçuk saat bunu izleriz. 
   Kendi adıma en daraltan Yavuz Turgul filmi idi diyebilirim rahatlıkla. Evet, oyunculuklar, çekimler, kostümler, dekorlar, filtreler (ki tüm bunlarda bir dizi havası var) çizginin üstü ama ne bileyim filmin çoğu tiyatro havasında geçmesine karşın hiç bir şey çağrıştırmadı bende. Oysa Nuri Bilge Ceylan'ın (NBC) "Kış Uykusu"nda (hiç adı anılmamasına karşın) ciddi bir Çehov hissiyatı uyanmıştı (öyle de kuntellektüelimdir). Bu işte ise (kör gözüm parmağına) bir Yurttaş Kane'in "rosebud"u, Vittorio De Sica'nın "Bisiklet Hırsızları"; "al bak ne sanatsal referanslar" diyerek işlenmişse de hiç bir edebi, sinematik duygu çağrıştırmıyor. Bazı yerlerde adı sanıyla Tolstoy'dan bahsedilmesine rağmen (ki bu diyalog da kadük kalmıştır) filmin tümünde Tolstoy'u çağrıştıracak en küçük bir an yoktur. 
    Şener Şen, karakterdeki dönüşümü gayet güzel aktarmış, Rutkay Aziz (amma kilo almış) her zamanki gibi farklı bir renk katmış. Mahçup adlı köpeğimizin araba çarpmasından sonraki durumu pek araba çarpmışa benzememesine karşın (bakışları bizi bizden almıştır. Başka), Mazhar'ın hayatını değiştiren kaza bir iki renk ve duman efektiyle geçiştirilmesine karşın, solla ilgili referansların çok yüzeysel olmasına karşın, açılış sahnesi ve sondaki sahnelerin aynı olması ile Kore sinemasına pek de şık olmayan bir selam çakılmasına karşın, Firdevs'in (annenin) Mazhar'dan (oğlundan) sadece iki yaş büyük olmasına ve adeta bir Betül Mardin karikatürü çizmesine karşın, yağmur çekimlerinde (ha ! Anjelika Akbar'ın o sahnede yaptığı müziklerin hakkı yenemez !) bir reklam filmi görselliği yakalanmasına karşın, sonunun (hani izleyiciye pas atılır ya bazılarında) aşırı açık uçlu olmasına karşın (Aaa sıkıldım "karşın"lı maddeler yazmaktan, yani daha çok var) ezecek iki buçuk saatiniz varsa gidebilirsiniz. Ben tekrar izler miyim ? Asla...


9 Kasım 2017 Perşembe

"Wind River" Hayret !

   Hayret ! Holivut filmidir diye oturduk izlemeye. Şaşırttı fakiri.
   Kızılderili rezervasyonunun (sonradan gelenlerin tıktıkları ilkel, devlet hizmetinden azade, yarı özerk yerleşimlerinde) ücralarında cesedi bulunan bir kızcağızın ölümünü soruşturan efbiay ajanı ve yerel vahşi hayat korucusunun başına gelenleri anlatıyor filmimiz.
   Görüntüleri, müzikleri, oyunculukları, senaryosu velhasıl herşeyiyle derli toplu bir yapım. İzlerken (yavaş tempolu olmasına karşın) hiç ilgim düşmedi. Fargo'dan sonra ilk kez karla kanın buluştuğu güzel bir film izledim diyebilirim. Üstelik holivut klişelerine saplanmamış, efekte, gizeme boğulmamış. Daha ne olsun !
   Tavsiye ederim yani.

"Sağlıklı Yaşam Yalanları" Yaaa !

 
   Ben aradığımda yenisi yoktu, "Nadir Kitap"tan aldım. Şimdi arayanlar yenisini bulabilirler. İtiraf edeyim zar zor bitti. Hayır, içerik şükela, anlatım süper. Ama (bu "ama" büyük harfle okunabilir), kitabımız ilginç bir çeviri geçirmiş. Gugıltransleyt çevirse sanki daha iyi olurmuş. Çok kötü Stivınking çevirilerinden sonra yaşadığım ilk kötü (bu kadar kötü) deneyimdi. Kendimi içeriğe yoğunlaştırayım diyorum. Bir iki cümle ilerliyorum, yok olmuyor !
   Neyse öyle böyle, iki ayda (kitabın fakirde sürüklenme rekoru !) bitti. Kitaba gelelim : Yazar, doktor, yazar ve program yapımcısı. İngiltere Ulusal Sağlık Servisinde çalışıyor (memur yani). İşi gücü, medya ile uyuşuk zihinlere pompalanan sağlık yalanları. 
   15 Bölüm 373 sayfalık kitabında, dikkatini çeken konulara bir bir eğilip; yalanları, şişirmeleri, pompalamaları güzelce pataklıyor. Bu minvalde; mucizevi tedavilerin, moda gıdaların, kerameti kendinden menkul tıp otoritelerinin, alternatif tıbbın, homeopatinin ve yazmaya üşendiğim (bizlere pek aşina) pek çok tıp aldatmacalarının ipliğini pazara çıkarıyor. Okurun tek küşümleneceği şey; (başta bahsettiğim çeviri faciası dikkate alınmazsa) kitabımızın fazla yerel olması ve İngiltere'ye yoğunlaşmasıdır. Ama, mercek altına aldığı isimlerin yerine yerellerini koyarsanız işiniz kolaylaşır (hiç zorluk çekmeyeceksiniz). 
   Tıp denilen (artık bilim değil, endüstri olanıyla) olguyla ilgileniyorsanız, sağlığınıza düşkünseniz, gerçeklerin peşindeyseniz bulur okursunuz. Bitirince daha bilinçlenmiş, aydınlanmış olacağınız kesin !

7 Kasım 2017 Salı

"Mağara Arkadaşları" Ayfer Tunç'tan Öyküler.

 
   Ayfer Tunç, bu kez öyküleriyle. 
   Ayyıldız Apartmanı ile başladı (ne ile bittiğini hatırlamıyorum). Öyle fazla cesametli değil (192 sayfa). Uyumadan evvelki okumalara yerleştirdiğim kitap maalesef istediğimi veremedi (nedir isteğim : huzurlu bir uyku). Her öyküden sonra sorular, düşünceler (en az yarım saat cağ kebap gibi dönmeler). Kabul etmeliyim bir O'Henry, bir Sait Faik değil (hımm Sait Faik olmadı bak, onun öykülerinde de bir cağ kebap etkisi oluyor). 
   Velhasıl bir iki öykü dışında (neydi o yaşlılıkta (hem de iyice yaşlılıkta (son duraktan bir önceki durak)) ele geçen ve şahikada bitiveren öykü !) pek kendimi kaptıramadığım ve bitince ağzımda/zihnimde kekremsi bir tat bırakan eser olmuştur. Nasıl söyleyeyim : paslı bir kupadan su içmişim gibi. Güneşli, boş öğleden sonraları okusam daha farklı tatlar alırdım kesin ama gaileden düşünceden bunalan zihinlerin kaçıp saklanacağı bir kitap değildir. Bunu gözönünde bulundurarak temkinli yaklaşılmalıdır, ama muhakkak yaklaşılmalıdır.

5 Kasım 2017 Pazar

"Thor Ragnarok" Olmaz Olsun Böyle Abla !

  Kış geliyor (yok consnov höykürmüyor, hakikaten geliyor). Güneş saklanmaya başladı, döviz uçuyor, tatil sezonu bitti, gevşek parke taşlarına basıldığında paçalar/ayakkabılar sırılsıklam oluyor ve daha bir sürü keyif kaçıran ayrıntı.
   Ne yapıyoruz, gidiyoruz Thor Ragnarok'a, bir süreliğine de olsa hayhuyu unutup beyni uyuşturuyoruz. Eğer sinemaya gitmekteki amacınız geçici katatoni yaşamaksa bu film size göre. 
   Bir kere öyle mesaj vereyim, düşündüreyim, sorular sordurayım, sorgulatayım, kıvılcım ateşleyeyim, zihin açayım gibi mesajları, alt mesajları yok. Nedir : iki saat on dakika kadar sinefili (yahut dünyadan bunalmış kişilikleri) eğlendirmeyi amaçlıyor. Amacına ulaşıyor mu ? Evet !
   Babaları çiçek tozuna dönüşerek başlarına deli ablalarını bırakınca Thor ve Loki zevahiri kurtarmaya çalışırlar. Başlarına türlü bela gelir (alabrus traşlar, kırılan çekiçler, göz bantları vs.). Sonunda yine iyiler galip gelir, yazılardan sonra bir kılçık görüntüsü atılır, stenlii sakar berber olarak bir sahnede görünür. Film biter. Mission accomplished (ne işim olur mişınekkomplişt'le) görev tamamdır.
   Son zamanlarda bu süper kahraman filmlerinin güldürenleri daha iyi gişe yapıyor. Bu bağlamda DC komiksin işi zor (zorla ciddiyete akıyorlar). Ragnarok da bu konuda iyi (adeta bir Galaksinin Koruyucuları). İlk sahneden itibaren gaglar (ne işim olur gagle) şakalar akıyor. İyi de yapıyor. Zaten yalan olduğunu bildiğimiz şeylerin kendisiyle dalga geçmeleri hoş (misal : Thor'un saçlarını kesmeye niyetlenenlere önce atar yapması ("Uleyyn ben gökgürültüsü tanrısıyım.") sonra "b.kunu yiyim abi kesme saçlarımı" moduna geçmesi pek komik). 
    Cefgoldblum şükela rol kesmiş. Keytblençıt (kafasındaki o kızışma dönemindeki geyik boynuzlarıyla ve bilgisayar gençleştirmesiyle ve acaip aksanıyla) çok karikatürize. Ekibin kalanı bildiğiniz gibi. Neticede ezecek ve eğlenecek iki saatiniz varsa gitmeye değer.

"Ortaçağda Endüstri Devrimi" Bildiğiniz Gibi Değil !

 
   Ortaçağı nasıl bilirsiniz ?
   Fakir şöyle bilirdi : açlık, yoksulluk, sefalet, bağnazlık, kilisenin dogmalarına mutlak itaat, bilim ve teknolojinin gaybiyeti, cadı avları, engizisyonlar, gülün adı vs. (bildiğiniz nostaljik distopya). Meğer öyle değilmiş. Aslında öyleymiş de 14.yüzyıldan kelli öyleye evrilmiş, yoksa öncesinde ciddi bir endüstriyel devrim yaşanmış.
   Dondurulan kaydımı erittiğimden kelli okumalarda edebiyattan ziyade bu tip incelemelere ağırlık verir olduk. Fena mı oldu ? Hayır. Bazen bilgi yüklemesinden zihin mavi ekran verse de, öğrenmek güzel şey. Mavi ekran zuhur edince gidiyorum bir Marvıl filmine (bkz.sonraki kayıt) beyin pırıl pırıl oluyor. Sonra; haydi kaldığım yerden devam.
   Neyse kitap hakkında yazalım : Fransız Bilim Tarihçisi Jangimpel, ortaçağ Evropa'sının genelgeçer kanılarda olduğu gibi değil, ciddi bir bilimsel/teknolojik/endüstriyel atılım yaptığını ancak bunların çeşitli nedenlerle kadük kalarak (veba, kıtlık, savaş) sonraki dönemlerde bizim muhayyilemizde canlandırdığımız ortaçağa geçiş olduğunu (çok da detaylı kayıtlarla) bir güzel anlatıyor. 
   Bu minvalde; 12.yüzyılda Londra'da yapılan katedralin inşasında kaç tür çivi kullanıldığından (bilsenin şaşarsınız), bağnaz bildiğimiz teologların "o halde bir şeyin neden öyle olduğu konusunda biraz kafa yorun ya da onun öyle olduğu için öyle olduğu saplantısından vazgeçin." gibi oldukça beyin tokatlayıcı (kitapta öylelerinden çok var) vecizelerine kadar şaşacağınız bir çok bilgiye ulaşmanız mümkün. 
Son bölümde yazarın günümüze yönelik tespitleri okumak da, karinin zihninde sâikalar çaktıracaktır. Bayan Gimpel'in sevgili oğlunun yazdıkları dikkate değer. Hal böyleyken sevgili kitap kurdu; dönem hakkında ilgiliyseniz, ortamlarda malumatfuruşluğunuzla caka satmak istiyorsanız. Roman okumaktan sıkıldıysanız, sahaflarda bulabilece-ğiniz bu kitaba yakın durunuz.

30 Ekim 2017 Pazartesi

"The Hero" Holivut Bağımsız Film Yaparsa !

   Semelyıtı severim. Bıyıklar, ses tonu, vücut dili (adamın bir karizması var), aksanı (sanki bir 19.YY sonu sığır çobanı holivuta düşmüş), hülasa severim. Yalnız artık Semelyıt denince aklıma "çorabın içindeki tenis topları" gelecek (bu cümleyi idrak için filmi görmek gerek). 
   Kariyerinin sonuna gelmiş bir aktör, uyduruk bir kulüpten uyduruk bir ödül alır, ödül töreninde kafası betona bağlamışken yaptığı konuşma internette viral (ne işim olur viralle) çok tıklanır olunca işleri hızlanır gibi olur, bu arada pankreas kanserinden muzdariptir. 
   Konuyu okuyunca "ha !" dedim holivut tarzı luuzır filmi (Bkz.Şampiyon). Hakikaten de bazı benzerlikler var. Babaya çemkiren atarlı kız, başrolün yalnızlığı, madde tutkunluğu (şampiyonda dopingti, burada çeşitli nebat), hep bir fileyi geçememe hali.
   Semelyıt iyi oynamış. Rüyalara, bilinçaltına falan girilmiş, sözlerin tahmin edildiği (duyulmadığı) uzak çekimler falan var (bağımsız olma çabaları (ama patetik)). Ama filmin size söyleyeceği bir mesaj olmamasından başka hissettirdiği bir duygu da yok. Biçare (yavrucak) holivut, bağımsız olacağım derken böyle işlerle iyice çarşafa dolanıyor. 

27 Ekim 2017 Cuma

"Cingöz Recai" Olmamış !

   Onur Ünlü filmlerini seviyordum (belki hala da seviyorumdur, kim bilirdir !). Peyami Safa'nın "Cingöz Recai"lerinden birini okumuştum yamulmuyorsam (Arsen Lüpen'ler daha çok ilgimi çekmişti (yeniyetmelik zaar)). Filmi duyunca bir heyecan yaptım "Manallahım ! Kübrik'in çektiği "Shining" gibi bir şey olur mu acaba ?"... Gösterime gidince hemmen atılmadım, bir iki hafta bekledim ve bu akşam gördüm.
   Anlatımı çok güzel, renkler, kadrajlar, havadan çekimler (dron denen şey ne kolaylıkmış arkadaş !), güncel akış içine geçmişin canlı yedirilmesi (Haluk Bilginer'i falan şaryoyla kaydırmaları), kostümler (kostümler güzel yalnız), sanat yönetimi (HB'in ofisi ve evi takdire şayan), müzikler (aşırı Bond kokuyor ama kulak "İtirazım Var"daki playlisti aradı doğrusu), aksiyon sahnelerinin ağır çekimleri, ürün yerleştirmeler (Vestel'i yerleştirmemişler de doğrudan penetre etmişler (ne işim olur penetreyle) kanırtmışlar). 
   Ama olmamış bence. Nedir : üç isim dışındaki kast ciddi olarak hayalkırıklığı. Evet : esas oğlan, esas kız, esas polis iyi ama yardımcı roller bitik (Serdar Keskin'i harcamışlar resmen). Kötü kaslı adamın komik bir kürklü paltosundan başka numarası yok üstelik hem tipi hem aksanı hiç de kötü adam gibi durmuyor misal. İyi kaslı adam, kaslı değil, komik halterler (kaldı mı öyle küre gibi olanları) kaldırıyor ve finale doğru bir kapıyı kapalı tutmak dışında (kilitleseydi yorulmazdı) bir güç göstermiyor. 
   Senaryo akmıyor. Serim olur gibi oluyor, düğüm fazla çetrefilli, çözüm ise bir türlü gelmiyor. Mekanlar, çekimler, kostümler derken senaryoya fazla takılmayacaksanız belki izlenir (belki). Yok, azıcık düşünerek izleyeyim diyorsanız, üzülürsünüz. Güzel de hasılat yapmış, devamı yapılırsa iyi bir senaryo ile belki daha başarılı olur. (umarım papağana "peyami" demezler (Sayın Safa'nın kemikleri ters dönmüştür) ve Cingöz Recai sevdiği kadının mezarı çökmeden o kadar afili gülmez !)

8 Ekim 2017 Pazar

"Blade Runner 2049" 35 yıl sonra (sansür) !

   Bıçak Sırtı'nı taa doksanlarda izlemiştim (o zaman memleketime filmler on yıl sonra bile gelebiliyordu). İzler izlemez de çarpılmıştım. Video çıkınca (önce beta sonra vhs) kasedini, VCD çıkınca siidisini, DVD çıkınca diviidisini almış arşivimde durdukça arada bir izlemiştim. (şu anda Director's Cut 1080p dosyası iki ayrı harici diskte yatıyor). Bünye bilimkurguya hasta ya ! Dedim "ben bunu bir yerden hatırlıyorum". Meğersem Filipdik'in "Androidler Elektrikli Koyun Rüyalarlar mı ?" öyküsünden apartılmış. Öykü güzel de Raydli Reis öyle bir film çekmiş ki, o zamanlar bildiğiniz afallamıştım. O devamlı yağmur yağan klostrofobik şehir (ki Finçer'in 7'sine aparttığı bir ögedir), distopik mimari (Atari piramitleri !), aksamayan bir senaryo, en küçük detaylarda (neydi o acaip conivolkır viski şişesi !) işleyen süpersonik bir sanat yönetimi. Neyse Bıçak Sırtı'nı emeklilikte bir kez daha yazarız. Konumuz 2049 sürümü.
   Denizvilenöv (bilmem doğru mu telaffuz ettim), Raydli reyisin fazla gerisine düşmemiş (burada da Atari var). Rikdekart'ın Reyçıl'dan olan bebeğinin peşine düşüldüğü ("Do Androits Give a Birth ?"), bu kez 2049 model bleydrannırlardan "K" (rayıngasling)'nın (ki güzel canlandırmış karakteri) döktürdüğü, mekan betimlemelerinde (nasıl karamsar, nasıl kötümser (kömkötümser), nasıl islisislipispuslu bilemezsiniz !) ilkini aratmayan, aksiyonu gereksizce ön plana çıkartmamış (asılnda klasik holivut janrlarına uysalar pekala yapabilirlerdi (iyi ki de yapmamışlar)), derli toplu bir iş çıkarmış (ne uzun cümle oldu bu (bi daha Yözdil gibi kısa cümleler kuracağım). Yaratıcıya ulaşma sorusu gibi felsefi göndermeler yok ama yine de insanı düşündürüyor.
   "K" Deyvidbatista'yı pataküte dövünce (ilk sahnelerde) daha üst bir model olduğunu anlamıştım (ilginçtir "o da bunun farkında"). Co (upgrated "K")'nun sanal arkadaşının üstüne basılıp öldürülünce (işte bu cümleleri çözebilmek için filmi görmelisiniz) bildiğiniz üzüldüm (Blackmirror'u 4göz bekliyoruz ! (bu da bilimkurgu meftunlarının anlayacağı bir cümledir (değilseniz boş yere anlamaya çalışmayın)). Herisınford 35 yıldan sonra iyi koşturuyor, Reyçıl'ın replikasını nasıl canlandırdılar çözemedim (Şuunyang baya baya yaşlandı çünkü). Filmde Elvis, Sinatra ve Marlinmonro dahi var (ama nasıl var !).  Velhasıl; film izlenecek film olmuş. Gidin izleyin, pişman olmazsınız.
   Benim derdim başka. 
   Filmde sansür var. Hem de hiç olmayacak bir şekilde, izlenince sinefilin gözüne batacak şekilde, doğrudan, hiç utanmadan arlanmadan, kör gözüm parmağına sansür var. Fragmanlarını izlediyseniz bileceksiniz "K" ve "Luv" merdivenlerden inmektedirler. Yanlarında şirketin mamullerinin ham halleri sergilenmektedir (esnaf vitrini). Bu mamuller ham olduklarından ve insan formunda olduklarından, çıplaktırlar. İşte, ahlakımızın bekçileri bu çıplaklığın ahlakımızı zedeleyeceğini düşündüklerinden bu sahneyi (flulaşma, bulanıklaşma) pahasına zumlamışlar, sonraki bir iki sahnede de aynı haltı yemişlerdir. Dağıtıcısına mı (kestirme, rezil rüsva ettirme filmini ve +7 yerine +13 koy, 2bin bilet az sat filmini bozma !) kızayım, sansürcülere mi (akrep sokar, fıtratı budur arakolpa niye kızıyorsun ?) bilemiyorum. Ama, ahlakım çıplak insan bedeni görüp bozulacaksa (ensest, çocuk istismarı, kadın cinayetleri işte bu yüzden pik yapıyor, hep çıplaklıktan) s.kayım öyle zayıf ahlakın en mahrem noktalarına filmin kesilen sahnelerini... Kalem pespayeleşiyor ama tutamıyorum kendimi. Bakalım daha neler göreceğiz ? Güzel günler göreceğiz demeyi çok isterdim ama diyemiyorum. "Niye Yaradan sizi (siz üstünüze alınmayın sakın !) çıplak insan bedeni görmekten bozulacak kadar zayıf bir ahlakla donatmış ?" diyorum.
Hamiş : 7 Ocak 2018'de malum ortamlara düşmüş filmi bir kez daha izledim. Sansürlenen sahneleri gördüm. Ahlakım çok kötü etkilendiği için hemmen dışarı çıkıp taciz edecek masumların peşine düşüyorum.

"Algı Kalesi" Felsefi, Bilimsel Edebiyat !

   Gecenin bir yarısı (uykular kaçınca) başlandı, beş saatte bitirildi (190 sayfa). 
   19.Yüzyıl sonlarında (1873) bir meyhanede başlayan kitabımız, Sayın Karakuş'un son sayfalara doğru (S.163) okura "Hafazanallah ! noooluyoruz !" çektirerek zihne atılan taklalarla birlikte meçhul bir menzilde bitmektedir. Konuyu yazamam (çünkü daha bir altı üstü çizilerek okunacaktır).
   Kitapla hemhal olanların derhal içine dalacakları bombastik fantastik bir fikri (ama ne fikir !) vardır. 190 sayfanın içine felsefe ve bilim de mebzul miktarda yerleştirilmiştir. Nedir : okuru korkutmayacak ve hap gibi bilgilerle, birtakım "hafif" felsefi yorumlar güzel güzel konuya yedirilmiştir. 
   Kahramanların tasviri (Akil dışında) biraz zayıftır. Edebi yön aslında biraz zayıftır. Buna karşın çok güçlü bir kitaptır. Sonlara yaklaştığınızda; yazma edimi, karakter çalışmaları, okuma işi (iştir o !) konusunda daha bir donanımlı olacaksınız (kesin bilgi, yayalım !).
   "Schadenfreude" diye bir söz ve kavram var misal. Öğrendiğimden beri malumatfuruşluk depoma attım ve kullanırım. Digemkârlıktan mıdır nedir fakirde hiç yok bu duygu. Kısaca "yakınlarının başına gelen felaketlerden gizli gizli sevinme hissi" diyebiliriz. İşte kitabın bir yerinde Sayın Karakuş bunun neden olduğunu bir güzel açıklıyor. Açıklamayı okuyunca "Aaa ben bunu nasıl akıl edememişim." diyorsunuz. Bunun gibi hem aydınlatan, hem de sorular sorduran (tehlikeli zaar !) bir kitaptır. 
   Sayın Karakuş'un fotografisini bulamadığımdan; aşağıya kendisiyle yapılmış ve oldukça aydınlatıcı bir röportajının bağlantısını koyuyorum. Şahsını merak edenler, bırakın kendisiyle söyleşir gibi olsun (belki zihinde bir foto oluşur !).
   Bibliyofillerin (şanjanlı kitap eklerinde fazla reklamı yapılmadığı için pek bilinmeyen, değeri bilinmediğinden satışı yüksek olamamış) yakın durması gereken bir kitaptır. Iskalamayınız...

Holivut mu ölüyor, fakir mi değişiyor ?

    Hep değişiyoruz. Herşey her zaman değişiyor.
   İflah olmaz sinefilim. Ana Babacığım beni (o eski yüksek tip) bebek arabasıyla Vefa Açıkhava Sinemasına taşıdıklarından beri böyle bu. Efekt ve bilimkurgu hastasıyım (taa starvorslardan (ne starvorsu ! Uzay Yolu ve (daha yenisi) Uzay 1999'dan beri)). İçinde yaşadığım zaman ve mekan mı bayıyor, yoksa çocukluk travmalarım mı var (orası kafa doktorlarının işi (hoş o bölgelerde doktora ihtiyacım yok gibi görünüyor)) bilmiyorum ama normalin üstünü hareketli görmek; bünyede hoş reaksiyonlar yaratıyor. 
   Son yıllarda (bir onbeş yıl kadardır) sinema beğenime bir haller oldu. Ya tavşanın suyunun suyunun suyunu içmekten ikrah geldi yahut ruh yaşlanıyor. 
   Malum; sinemada normal üstü bilimkurgu bölgesi holivut tarafından parsellenmiştir (Tarkovsky, Viktorov izleyemeyen düz sinefil için). Bu esnafın işlerinin bazı standartları vardır. Yıllardır kurufasulye satar. Arada pastırmalı olur, bazen gemici fasulyesi olur, pilaki olur, piyaz olur ama hep kurufasulyedir sattığı...
   Son yıllarda bir süper kahraman damarı yakaladılar. Ekmek de iyi. Çok güzel gişeleri var, istihdamın kralını yükleniyor (bir Marvıl filminin yazılarını sonuna kadar izleyin. Ortahalli bir kasaba kadar çalışan var). Ama neticede sattıkları kurufasulye...
   Son onbeş günde üç tane holivut filmi izledim (afişleri yukarıda) bana tek faydaları : zamanı ezmek oldu. Nedir : sinemadan istediğiniz zaman geçirmekse kurufasulye yenir. Ama "filmi bitirdikten sonraki ben başlarkenki ben olmasın" diyorsanız başka kapıları çalıciiz efem.
   Daha geniş zamanlarda bu konuda daha geniş ahkam kesebilecek olan kulunuz fakir çekilir...