25 Eylül 2016 Pazar

"Aptalı Tanımak" Asap Bozucu.

   Okudukça insanın asabını bozan kitaptır. Okumayın, yazıktır. Celal Hoca'yı sevmiyorum. Militarist, elitist (ama sor niye elitist ?), kendini beğenmiş, gizli megaloman. Evet öyle olabilir ama adam haklı beyler !
   Her halûkarda; bu coğrafyada bu atmosferde bu kitabın yazılması için herşey den önce en az 1282 gr. (bir okka) testis gerektir. İçinde; muktedirlere, çeşme başındakilere, kaynak sömürenlere, bilmeden inananlara yönelik öyle ciddi tespitler (ve kimi ithamlar) var ki.
   Genel olarak Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde yazılan yazılardan mürekkep 200 sayfalık kitabımız, hızlı bir okumayla iki günde biter. Okurken başınızı "evet evet" diyerek kafa sallayacağınız, bitince ise ümitsizliğe kapılacağınız bir kitaptır. 
   İçindeki yazıların konusu muhtelif. Porno da var (ki bu konuda Hocaya canı gönülden katılıyorum (birçok mecrada kitap konusunda en eleştirilen konu olmasına karşın)), YÖK'de, bilim politikaları da var, ırkçılık da, akıllı tasarım da var, Aziz Kiril de. Hoca; serbest çağrışım ile aklına ne takılırsa onu yazmış. Yazılardaki ortak nokta, muktedirlerin sinir edebilecek her unsuru barındırmaları. Böyle okursanız daha hızlı biter. Kıza kıza okudum, bitince de ürpelerim direldi (tüylerimin diken diken olmasının arnavutçası). Altını üstünü çizdiğim bir dolu yerden, üşenmediğim kadarını aşağıya yazıyorum. Bir göz atın : hoşunuza giderse alın (fiyatı çok hakikatli. sadece 15 TL.) , eşinize dostunuza hediye edin, ne kadar çok kişi okursa o kadar iyi.
"İnsan ortalamasının altında bi zekaya sahip bir toplum olduğumuzu takdir ederek el birliği ile bunu düzeltmek zorundayız."
"Bilim insanı gerçekten bilmek ister ve bilimin tek kaynağının kendi aklı ve gözlemleri olduğunun farkındadır. Yobaz ise ananmak ister. Onun aklı ve gözleri gerçeğe kapalıdır. Onun derdi inanmaktır."
"Üniversiteye meslek öğrenmek için gelinmez. Üniversiteye yeni bilgi üretmeyi öğrenmek ve yeni bilgiyi araştırmalarla üretmek için gelinir"
"Yalan söylemeyi, yani gerçek olmayan şeyler yaratmayı öğrenen insanoğlu, bu sefer yarattıklarını giderek daha karmaşık, daha yüksek düzeyli kurgular haline getirmiş ve hayvanlarda olmayan, kendi yarattığını kendinden sonraki nesillere öğretme yeteneği nedeniyle, sonunda kendi kurguladığı dünyalarda ipin ucunu kaçırıp onları artık gerçek sanarak, yani kendi yalanlarına inanarak onların mahkumu olmuştur. Bu, dinlerin en kısa izahıdır."
"Bir insanı birisinin tam olarak tanımamız mümkün değildir. Karşımızdakinin bildiğimiz davranışlarından kafamızda bir imaj çizeriz. Bu tür tiplemeler, aslında hepimizin eksik veri üzerine inşa ettiğimiz varsayımlar, yani hipotezlerdir. "
"Kanımca Hüseyin Çelik (dönemin Milli Eğitim Bakanı) şu anda Türkiye'nin başındaki en büyük sorundur."
Kavram Karmaşası başlıklı yazıda : "Bir toplumda, hatta yalnızca iki kişi arasında iletişimi mümkün kılabilmek, bazı temel kavramlarda aynı şeyi kabul etmekle mümkün olabilir." diye başlayan yazı bir çok kez okunabilir.
"Doğa, cahili ve aptalı affetmez. Doğayla oy vererek başa çıkamazsınız. Doğayla ancak bilim başa çıkar."
"Bilimin ülkemizdeki çöküşünün en önemli sebebi ise tamamen bilgisiz politikacılardır ki, bunun en güzel örneği Tayyip Bey'dir."
"Bir demokrasiyi yozlaştırmanın en emin yolu, toplumun not verme becerisini ortadan kaldırmaktır."

20 Eylül 2016 Salı

"Our Kind of Traitor" Soyumuzun Haini.

 Fas, İngiltere, Rusya, İsviçre ve Fransa'da geçiyor. Fonda MI6 ve Rus Mafyası var. Bütün bu arkaplana karşın aksiyonun bu kadar ekonomik tutulması sizi şaşırtabilir. Şaşırtmasın. Bay Lakar'ın işleri böyledir. Aksiyonu az, gerilimi çok gerçekçi romanlardır.
   Evlilikleri yavaştan tıkanmaya ilerleyen entellektüel ingiliz çift, tesadüfen tanıştıkları ve hızla dibe ilerleyen bir mafya muhasebecisine (yeddiemini diyelim de başımız ağrımasın) yardım ederler, olaylar gelişir.
   Kimi aksaklıklar var (ikisi amatör beş kişinin kalabalık bir aileyi, koruma ordusunun ellerinden kaçırması misal). Ama mantığa fazla yüklenmemek kaydıyla gayet güzel izlenir. Mantığı az bırakırsanız da sıkılırsınız, bu seviyenin ortalama seyretmesi filmin izlenmesi için elzemdir.
   Bay Lakar; olay örgüsünü onur adamı bir britiş profesörün ve onun başarılı bir hukukçu olan eşinin etrafında çeviriyor ancak hükümetin "kirli para"yı sineye çekip çekmediğini pek açık etmiyor. Yaşadıklarımız, okuduklarımız doğrultusunda kapitalist bir yönetim sistemin dışına çıkamaz diye biliyoruz ama yine de son yorum siz sinefillerin.
   Müzik, dekor, kast (iivınmekgregır normal de, Dima'da Bay Stellan skars skars skarsgartıyor (böylece dilimize mümtaz ve okunması zor bir sıfat kazandırmış bulunmaktayım)) iyi, kurgu çizgi üstü, yani temiz bir iş.
   Hoplamalı zıplamalı aksiyon filmlerinden ikrah gelen özenli sinefile cankurtaran simididir.

18 Eylül 2016 Pazar

"Deliliğe Övgü" Desiderius Erasmus'tan Günümüze Tespitler.

    Erasmus, akıllı adammış.
   Bir yolculuk sırasında ve çabucak (bir iki gün deniyor ama bana imkansız görünüyor) kaleme alındığı söylenen bu kitabı okumak zordur. Ama (artık klişelerimden biridir) emme basma tulumba örneğini vereceğim yine. Tulumbayı indirir kaldırırsınız beş altı kere su gelmez, tecrübeliyseniz suyun derinde olduğunu bilir indirir kaldırmaya devam edersiniz. Bir süre sonra su gelir, hem de eskisi kadar kuvvetle çaba sarfetmediğiniz halde, gürül gürül gelir. Yunan ve Roma mitolojisini bilmeyebilirsiniz, dönemin (16.yüzyıl) kültüründen bihaber olabilirsiniz. Bu durumda kitabın atfettiği isimler, kavramlar size uzak gelebilir. Sebat edin, okuyun. Bir süre sonra (tıpkı tadını hiç bilmeyen birinin havyarı bir süre sonra çok sevebilmesi gibi) okumaya alışacaksınız ve hatta haz alacaksınız.
   Nedir : Bay Erasmus'a göre asıl bilgelik deliliktir yahut kendini bilge sanmak gerçek deliliktir. Kitap, gülmece temelli yazılmış yazılmasına da günümüzü de betimleyen o kadar çok saptama var ki, fakir okurken pek gülemedi. Dinsel eksenli yaşamlar, para eksenli yaşamlar, sosyal eksenli yaşamlar hep Desiderius'un gözlerine takılmış, her birine de bir delilik kulpu takmış. Aslında yazılanları kendinize uyarladığınızda sizin de muhakkak "deli" bir tarafınızın olduğunu görecek (misal fakir evli, sabahları işine giden bir adam ve Bay Desiderius'a göre "deli") ve gülümseyeceksiniz. Uyarırım, bu gülümseme kimi zaman acıklı bir gülümseme olabilir.
   Er ya da geç bu kitabı es geçmeyin. Özellikle ilginç zamanlarda yaşıyorsanız.

"Yan Etkiler" Bay Allen Hep Bildiğiniz Gibi.

   Üvey kızıyla evlendiğinden beri adama gıcığım ama zeki ve birikimli olduğunu da inkar etmemek lazım.
   Bu kitabı taa 80'li yılların sonunda okumuş, pek gülmüş ama %60'ını anlayabilmiştim. Aradan geçen 25 küsur yıl sonra bir kez daha okudum daha az güldüm ama daha çoğunu anladım. Neymiş, yaşam coşkusu azalmış, entellektüel birikim artmış (Yaşasın cehaletin vermiş olduğu sonsuz mutluluk ve neşe !).
   Kitabımız uzunlu kısalı denemelerden oluşuyor, çoğu birinci tekil şahıs ağzından anlatılan ilginç kesitler. Kimi zaman bir hırsız, kimi zaman bir politikacı (mesela Abraham Lincoln), kimi zaman da WA'ın kendisi. Kullanılan dil akıcı ve araya sokuşturulan espriler düz insanın kolayca anlayamayacağı kadar derin. Öyle ki psikanaliz, siyonizm, Hegel, temel felsefe, temel sanat, niyork coğrafyası, musevi yaşam kültürü, orta düzey sinema bilginiz eksikse (bunlar ilk etapta aklıma geliverenler) idrakiniz eksik kalır. Ama 20'li yaşlarda benim algıladığım şekliyle de yeteri kadar komikti, herhalde şimdi de öyledir. Gençseniz gülmek için, ortayaşlıysanız anlamak için okunabilir. Çabucak da biter.

16 Eylül 2016 Cuma

"The Exorcism of Emily Rose" Bilim ve Din Karşı Karşıya.

   Emili şeytan çıkarma ayininden sonra ölür. Olaylar gelişir.
   İzleyeli çok zaman oldu, arakolpa bu meyanda değişti (umarım gelişerek değişti). Nicedir tekrar izlenmeyi bekliyordu, kısmet bugünlereymiş.
   İlk izlediğimde de etkilemişti, şimdi daha başka etkiliyor. Elbette ki benim yorumuma göre; hem zihinsel hem de fiziksel sorunları olan bir gençkızın bilimi bırakıp dine sarılması sonucu ölümüdür senaryo. Elbette ki holivut bu sıradan hikayeye diğer perspektifden bakanların daha çok bilet alacaklarını öngörüp, diğer yoruma değer katacak bir takım trükler (ne işim olur trükle) kılçıklar atmış (yok efendim aniden çalışan kayıt cihazları, gece 3'te duran saatler vs.). Ancak olanlar benim bakış açıma göre böyle.
   Kızıcığımkıymetlim; korku filmlerinden pek ürker. Bir fizik tedavi merkezinde çalışıyor "bize gelen hastaların (ki çoğu CP'dir) kimilerinin tavırları da Emili ile aynı" dedi. Eğer Amerika'nın tutucu bir kasabasında hayatı dinle şekillenmiş bir bireyseniz, bu tip rahatsızlıklarda "içinize şeytan kaçmış" olması hem sizin hem çevrenin daha çok işine gelir. 
   Yalnız bu arada (her ne kadar sevmesem de) Amerika'nın yargı sisteminin çalışması çok ilgimi çekti. Şeytan çıkarma ayinini başaramadığını söyleyen din adamını yargılayan savcı çok dindar biri, din adamını savunmak için bulunan avukat ise "agnostik" (ne işim olur agnostikle) şüpheci. Yani bozacılar, şıracıyı savunmuyor. Bilakis; zıtların savunulması sözkonusu (gel de imrenme (Nihat Genç'in avukatının Ahmet Altan olması misal)(bir misal daha vereyim de kıs kıs güleyim : Yılmaz Özdil'i Abdurrahman Dilipak'ın savunması)). 
   Neyse : korku filminden ziyade mahkeme filmi gibi gelişen filmimiz, bilim/din karşıtlığı (köpekbalığı mı yener, kaplan mı ?) konusunda kafa yoranlara (hiçbiri diğerini yenemez, kendi yaşam alanlarında her biri de en tepededir çünkü, ayrıca dalaşmalarına da gerek yoktur), siccinli hüccinli dabbeli habbeli türk modeli korku filmlerinden bıkanlara önerilir.

13 Eylül 2016 Salı

"Tembellik Hakkı" İnsanın Kaimpederi Marx Olunca !

   1883'de yazılmış. Kısacık bir risale. Etkisi içeriğinde.
   66 sayfalık (benim okuduğum yukarıdaki baskıdır) bu bir solukta bitiverecek manifesto, çalışmaya karşı tembellik hakkını neden savunmamız, içselleştirmemiz ve elbette neden hakkımız olduğunu sesleniyor. Sesleniyor diyorum çünkü sayfaları çevirdiğinizde size üst perdeden seslenen bir metinle yüzleşiyorsunuz. Anarşist komünist bir çizgide olduğu burada da yazılan Bay Lafargue (gariptir Bakunin'e de dost değildir), slogan atar gibi yazmış. 
   Endüstriyel devrimi yaşamakta olan Avrupa, işçilere günde oniki saat çalışmayı dayatmaktadır. Ortada bir garabet vardır ama. Misal : yeni kullanılmaya başlanan tekstil tezgahları bir saatte 12 işçinin kapasitesinde çalışabiliyordu. Emek otomatikleşmişti. Ama insanlar (hatta küçük insanlar, çocuklar) günde 12 saat çalışmak zorundaydı. Bu ahvalde; Bay Marx'ın damadı "Ey insanlar, tembellik hakkınızdır." diye bar bar bağırıyordu. 
   Metin, yazıldığı dönemin oldukça kısıtlı bir coğrafyasına hitaben yazılmasına karşın, ileri sürdüğü tezlerin sağlamlığı nedeniyle günümüzde de etkinliğini koruyor. Mesela fakir; bu metinle eşzamanlı okuduğu "Deliliğe Övgü"nün de etkisiyle, bünyesinde zuhur eden "tembel bir deli" olmak düşüncesine güçlükle karşı koymakta. Yeni Türkiye'de en güzeli.
   Şaka bir yana, insanların işlerini sevmek için az çalışmaları gerekliliği bir çok akıllı patronu da etkilemiş olmalı ki, günümüzde çalışma saatleri gelişmiş ülkelerde neredeyse Bay Lafargue'nin istediği saatlere ulaşmış. (çarpıcı bir örnek için Bkz. 5 Dolar Günü) Ancak üretim sözkonusu olduğunda yine de bir garabet var. Tarımda, imalatta neredeyse tümüyle makineleşmiş olmamıza rağmen niye bu kadar yoğun çalışıyoruz. İhtiyacımız olan tüketim malzemelerini üretmek 100 yıl öncesine nazaran çok daha az maliyete ve emeğe malolsa da, yiyeceğimiz günlük öğün belli, üstümüze sadece bir kıyafet geçirebiliyor, bir yatakta uyuyor, bir kişinin tüketebileceğini tüketiyoruz (öyle mi ?).  O zaman niye bu kadar aç insan var ? Bankacılar, avukatlar, bankerler, borsacılar, reklamcılar ne üretir ? Kapitalizm nereye kadar ? Evet ! "uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız" ama bu bencillik nedir ? Bizden sonrakiler ne yapacak ?
   Bunlar gıllıgışlı sorular. Yine de (yaşlanmayı reddederek 69 yaşında eşiyle birlikte intihar ederek, yaşlanmadan ölmeyi seçen) Bay Lafargue'nin metni, okunmaya değer. 130 yılı aşkın süre önce yazılmış metnin, hala nasıl olup da güncel olduğunu merak edenler, tembelliğe meyyaller, çalışma hastaları, anarşist komünistler, kapitalistler, işçiler, işverenler, beyaz/mavi yakalılar, bibliyofiller yakın dursun.

12 Eylül 2016 Pazartesi

"Yeniçeriler ve Bir Yeniçerinin Hatıratı" Şüphesiz Sübjektif Ama Okumalı.

 
   Kitabımız iki bölümden mürekkep.
   Birincisi Beydilli Hocanın yazdığı ve hap gibi bilgilerle "yeniçerilik" müessesesinin cemaziyelevvelini öğrenebileceğimiz özenli ve kallavi dipnotlarla dolu, derli toplu bir metin. Buradan; Osmanlının tarihinde kuşkusuz önemli bir yeri olan yeniçeriliğin; kronolojisini, adetlerini, başarılarını ve yozlaşmasını (tarihçi farkı burada, hamaset yok !) öğreniyoruz. Osmanlı tarihiyle ciddi olarak ilgilenenler dışında kimseye hitap etmez, sıkılabilirsiniz.
   Şenlikli olan bölüm, ikincisi. Orijinalini kimin yazdığı bilinmeyen ve orta Avrupa'da 15 ve 16. yüzyıllarda çok yayımlanmış bu metin, kuntastik içeriği ile gördüğü ilgiyi hakediyor. Özellikle 16 ve 17.yüzyıllarda Türk ve Müslüman dünyasına olan ilgi (korkudan mütevellit), bu metni dönemin best selleri (ne işim olur best sellerle) çok satarı yapmış. Hem Çekçe hem Lehçe yayımlanmış, müellifi lâ edri (haydi sözlüğe bakınız), sahihliği tartışılır, içerik ise hoptirinam. Hal böyleyken, dönemin taraflı da olsa (zirâ, metnin yazarı kat'â Osmanlı dostu bir zat değildir) bir panoramasını veren pek metin olmadığından, helecanla okumaya değer. (burada uzun bir parantez olacak. "Helecan"ı sadece fakirin kullandığını zannediyordum, yanılıyormuşum. Eserin ikinci bölümün mukaddimesinde "helecan" sözcüğünün kullanıldığını gördüm ve pek ferahladım.Parantez biter.)
   Pek başarılı bir şekilde devşirilememiş bir yeniçerinin kaleminden dökülen satırlar çeşitli bablarda yazılmış, kimi uzun kimi kısa. Yazılanlara tümüyle inanmasak da, satır aralarında geçen ifadelerden, dönemin bir panoramasını çıkarmak mümkün. Hayır değil ! (bakınız burada şu anda kendimi yalanlıyorum) Dönemin panoramasını oluşturabilmek için (şöyle kaba saba bir tanım dahi oluşturmak için dahi) çok daha fazla sayfa çevirmeli, kitap ve mümkünse makale okunmalı ve ancak öyle bir canlandırma yapılmalıdır (diye düşünüyorum). 
   Aşağıda altını üstünü çizdiğim birtakım satırlardan seçmeler var. Meraklısına.
S.39 :" III.Selim devrinde İstanbul'da 500 kadar meyhanenin kapatılması" ibaresinden, o dönem (yerleşimin sadece suriçinde olduğu düşünülürse) 500 meyhanenin çok ciddi anzarot müptezel taifesinin olduğunu anlıyoruz.
S.45 : "1807'de bir İngiliz filosunun İstanbul önlerine kadar gelerek devleti tehdit etmesi" satırlarından ise 19.yüzyılda denizlerimize ne kadar hakim ! olduğunu idrak ediyoruzdur.
S.63 : "yeniçeri maaş kimlik belgelerinin (esame)" ipucundan ise günümüzde de kullandığımız ama anlamını bilmediğimiz "esame"nin gerçek anlamını çözüyoruz (misal : onun esamisi okunmaz)

6 Eylül 2016 Salı

"The Man Who Knew Infinity"

   Sonsuzluğu Bilen Adam'ken Sonsuzluk Teorisine dönüşmüş, kendi halinde filmdir. Kendi halinde dediğime bakmayın, matematik ve sayılarla azıcık aranız iyiyse; fakir gibi ilgiyle izleyebilirsiniz.
   Hintli matematikçi Ramanujan'ın hikayesi. "Gerçek olaylardan esinlenmiş." 
   Şimdi "esin" bildiğiniz gibi düz hayatın holivut kalıplarına uyarlanması. Burada ise Ramanujan gerçekte Necdet Tosun/Tevfik Gelenbe (Bacı Kalfa modu ama) kırması bir tosunken Devpatel'in canlandırdığı Hintli bir Adonis'e; Profesör Ciieychardi ise Ceremiayrıns'a (ki burada bir aşırılık yok (Bay Hardi holivut kalıplarında bir şahsiyetmiş zati)) evriliyor. Arada olmazsa olmaz bir aşk hikayesi serpiştiriliyor. Ramanujan'ın üretiminin yavaşlamasından kaynaklandığı bilinen intihar hadisesi, aşk temelli olmak üzere değiştiriliyor. Sonuç düğümü ise anlamsızca "Royal Fellowship" hikayesine kaydırılıyor (bence memlekete dönüş teması iyiydi mesela serim için). Film bitiyor, yazılar çıkıyor.
   Film güzel. Kurgusu, oyunculukları, dekorları, kostümleri, efektleri (yok bak o olmamış (o nebçim zeplindi öyle)), müzikleri iyiydi. Baştan sona sıkılmadan izledim. Devpatel, nedense hep aynı oynuyor. Ceremiayrıns için diyecek bir şey yok. Adamın ses tonu bile matematik profesörü gibi. Tobicons'u zaten ayrı severim. Kast iyi yani. "Çimlere yalnızca akademisyenlerin basması", "Newton'un başına elmasını düşüren ağaç", "Naturalis Principia Mathematica" (ki o sayede günümüzde bile Jüpiter'e uydu gönderebiliyoruz) gibi Kembriç şıklıklarını, akademisyen egolarını, savaşın insanlara ettiğini, o dönemde tüberkülozun tedavisinin imkansız olduğunu (gerçi kimileri ölüm sebebi bu değil diyor) görüyoruz. Az mı ?
   Bitince, insanın içinden araştırma arzusu uyanıyor. Üşenmedim gugılladım Bay Srivaran Ramanujan'ı. Bu öyküde, gerçek, filmden daha iyi. Hani romanesk yazılmamış bir kitabını bulsam okurum. 
   Bölümdeki sıkı hocalardan biri "pozitif bilimlerle uğraşmak kişiyi dinden uzaklaştırır. Kesin bilgi" demişti. Örnekleri çok (R.Dawkings, S.Hawking vs.). Bay Ramanujan ise en sert bilimle uğraşırken, dininden asla uzaklaşmamış. Hatta bu uğurda hayatını feda ettiği dahi söylenebilir (brahmanizmin katı diyetinden asla vazgeçmemesi ve yetersiz beslenmeye bağlı çeşitli hastalıkların zuhur etmesi gibi). İspatladığı teoremlerin, tanrısının ona doğrudan söylediğini iddia ediyor (kimilerine "örttür" diyor yaradan, kimilerine bölüntüler probleminin 0.004'lük yanılgıyla çözebilecek formülü söylüyor). İkincisini yeğlerdim doğrusu.
   Uzatmayayım. Sayıları ve bilimi seviyorsanız, sıradışı bir adamın sıradışı bir hayatına azıcık da olsa uzaktan bakmak için izlenir. Değilseniz "Siccin 3-Cürmü Aşk (aşk ne ara cürüm oldu ?)" var ona gidin.