29 Nisan 2016 Cuma

"Hiç Yoktan Bir Evren" Neden hiçbirşey yerine bir şeyler var ?

   Pinpon topu, hadi bilemediniz tenis topu kadar bir maddeden bildiğimiz evren nasıl oluştu ? Hangi hızla genişledi, enerji nasıl olup da maddeye dönüştü ? Nereye gidiyoruz ? Quo vadis ? Pozitron nedir ? Bilimin koşulları nelerdir ? 
   Kozmologlar, kuramsal fizikçiler ve (olmazsa olmaz) kuantum fizikçileri (modern zaman büyücüleri) bunları nasıl biliyorlar ? (Allaam ne çok soru sordum)
   Büyük Patlama kuramını daha önce çok kereler okuyup, pek de anlayamadan kitap kapaklarını kapattığım olmuştur. Stiivınhovking, bu putrelleri fakir için aralamış ama tam da açamamıştı. Bir de baktım ki önsözü Riçırtdovkins (pek severim kendilerini, külliyatını okumuşluğum vardır (semi-külliyat diyeyim de başım ağrımasın (güzel Türkçemize pek güzel bir tanım kattığım için kıvançlıyım ("semi-külliyat" okuması bile güzel (aksaray gibi)))) yazmış (ama nedense önsöz kitabın sonunda !) hemmen aldık listeye, biraz uzun sürdü bitirmesi (birbuçuk ay (yalnız harften çok parantez oldu)) ama değdi. 
   Bay Krauvs, kuramsal fizikçi ve kozmolog (hayır proktolog değil). Bildikleri, fakir gibi düz insanın irfanının çok üstünde. Ancak nedir : kendisi bildiklerini düz insanın anlayacağı dona sokup kot kafalı insanların (bkz.sayfanın sağında "Hakkımda" yazısının altındaki fotoğraf) dahi beyinlerinde birtakım kıvılcımların çıkmasını sağlayabiliyor. Misal, evrenin genişlemesini kitabın ilk bölümlerindeki beş resimle öyle bir açıklıyor ki, bugüne kadar okuduğum ciltlerce kitaptan daha aydınlatıcıdır.
   Her biri ciddi sorulara bilimsel kanıtlarla ispatlayan bölümlerde elbette okura verilmesi gereken kimi bilimsel olgular aktarılmış, üzgünüm ki bunları anlatabilmenin daha basit bir yolu yok. Ama Bay Krauvs ne yapıyor ? baktı okuyucu düşüyor hemmen güncel bir örnek, çarpıcı bir benzetmeyle ilgiyi yükseltiyor (bunu ilginç bir şekilde seyirci düşünce yükseltmek için araya küfür yapıştıran tiyatroculara benzettim). Bu sayede sonuna kadar ilgiyle okunmayı ve bitirilmeyi hakediyor.
   Kuantum fizik, ürkütücü ve cazip. Önümüzde hiç bilmediğimiz ufukları açıyor. Altın Kumsaldaki (Bkz.Kıbrıs Yazısı) bir kum tanesi olan galaksimizdeki, Patara kumsalındaki bir kum tanesi olan güneş sistemindeki minicik gezegenin üstündeki minicik insanların sadece akıl ve geliştirdikleri teknoloji sayesinde gözlerini ve kulaklarını nerelere diktiklerini, neleri anladıklarını bilmek çok çarpıcı.
   Kitabın sonlarına doğru teolojiye yönelik ilginç tespitlerde bulunan yazarımız, ileride ikinci bir okumayı ve üzerinde tefekküre dalmayı hakediyor.
   Yaşadığınız dünyayı, güneş sistemini, galaksiyi, evreni ve hatta paralel evrenleri merak ediyorsanız; sorularınız varsa, alın okuyun efem. Pişman olmazsınız.

27 Nisan 2016 Çarşamba

"Sosyolojik Yöntemin Kuralları" Durkheim'den Bilim Yaratmanın Kuralları.

 
   Doğada yahut toplumda yahut insanın doğasında bir fenomen gördünüz diyelim. Vakit ayırıp gözlem yaptınız, kendinize göre olgunun doğasını saptadınız, bir adım öne giderek yöntem geliştirdiniz, yöntemi kontrol ettiniz ve kayda değer sonuçlar elde ettiniz. 
   Sizi tebrik ediyoruz, bir bilim yarattınız.
   İşler bu kadar basit değil elbette ki ama yazdığım kısa döngüyü yeterince detaylandırıp, çetrefilleştirirseniz neden olmasın !
   Bayan Durkeym'in sevgili oğlu Deyvid Emil de işte tam bunu yapıyor. Evet "sosyoloji" denilen kavramın isim babası Ogüstkom'dur. Ancak hahambaşının oğlu Bay Durkheym (aman diyim Dürkaym falan demeyiniz, doğrusu Durkeym'dir), işte tam da bu kitabında; sosyoloji denilen bilimin yönteminin kurallarını biiir bir etkilendiği isimlerin ördüğü duvarın üstüne birkaç set çekerek inşa ediyor. 
   Durkeym, tıpkı hardscience da olduğu gibi sosyoloji için de bilimsel bir yöntemi savunuyor kitapta. Bu yöntem; felsefeden, psikolojiden, istatistikten ve daha bir çok enstrümandan yararlansa da merkeze "toplumsal olguları" alıyor ve bunların hangi yönteme dayanılarak inceleneceğini, nasıl gözlemleneceğini dikte ediyor okura. 
   Üslup akıcı, kurgu özenli, kuru bir akademik dil kullanılmamış, kitap akıyor yani. Hacimli de değil (172 sayfa). Sosyal bilimlere ilgi duyan okur için mecburi, toplumu anlamak isteyen kârilere ihtiyari, Grinin 50 Tonu türü kitaplara ilgi duyan kitle için ise koşarak uzaklaşmak zaruri.
   Haydi iyi okumalar.

"Hemen Her Şeyin Çok Kısa Bir Tarihi" Hedef Kitle Çocuklar ama Büyüklere de Olur.

 
   Yanlış anlama nelere kadir !
   İşyerinden (fikirlerine de değer verdiğim) bir arkadaşım Bay Braysın'ın "Hemen Herşeyin Kısa Bir Tarihi" adlı kitabını önerdiğinde (hem kitap bilim hakkındaydı) okuma listeme aldım. Ancak kitabı sipariş ederken aradaki bir "ÇOK" kelimesini atladığımdan, kargodan elime geçen kitap, hayal ettiğimden çok farklıydı. Boyut kocaman, fontlar iri, bolca primitif ve renkli resimli, kuşe kağıtta ve tahminlerimin ötesinde ince; kısaca bildiğiniz çocuk kitabıydı. Böylece Hemenherşeyinkısabirtarihi ve Hemenherşeyinçokkısabirtarihi arasındaki farkı, hüzünle idrak etmiş oldum. 
   Ama ne gam ! Arakolpa ne yapar ? Kitabı alır klozetin yanındaki çamaşır makinesinin üzerine koyar ve doğanın çağrısına uyduğu zamanlarda kitabı bihakkın okur, bitirince de oturur klavyenin başına kafasına göre tanıtımını yazar.
   168 sayfalık pek neşeli kitabımız makrokosmostan başlıyor mikrokosmosa uzanıyor, bu süreçte jeolojiden, biyolojiye, coğrafyadan, fiziğe, anatomiden, evrime, taksonomiden, antropolojiye, ekolojiden, nükleer fiziğe hemen her şeyin kısa bir tarihine göz atıyoruz. Altı bölümün her birinin sonunda kısa bir tekrar var. Renkli resimler var. İlginç ve mizahi tespitler var. Bilimlerin ve bilinen gerçeklerin nasıl olup da bilindiğine dair ilgi çekici anekdotlar ve olaylar var. 
   Burada bir parantez açmak isterim. (. (insanın istediğini çabucak yapabilmesi ne güzel şey !) Bay Braysın bilim insanı değil. Başarısız bir öğrenci üstelik. Ancak popüler bir yazar, yazdıklarını kolayca okuyabiliyorsunuz. Bunun sayesinde "Kraliyet Topluluğu" (Fellow of the Royal Society) kankaları arasına kabul edilen ilk yanki olmuş. Bu kitap da yetişkinlere yönelik popüler bir kitabın (birazcık da ticari kaygıyla) çocuklara uyarlanmış olanı. Ancak itiraf etmeliyim ki, kitapta yazılanların bir çoğunu (malumatfuruşluğumla övünmeme karşın) bilmiyordum. İyi ki de okumuşum. 
   Velhasıl : kitabın geniş versiyonunu sizlere, çocuk versiyonunu da vakti kısıtlı okura (tabiyki de çocuklara) öneririm. Malumatfuruşluğunuz artar, ortamlarda hava atarsınız.

Kıbrıs Gidecek Olanlara Öneriler (Magosa Lefkoşa Girne)


   Yavruvatana Ankara'dan doğrudan uçuşlar ucuzlamış ve Kıbrıs'ta havalar 40 dereceyi bulmamışken, haftasonu bir kaçamak yapıp cümle adayı şöyle bir tavaf ettik. 
   İş bu makalede; yapılan şıpınişi geziden üç hücreli beynimde kalan bilgi kırıntıcıkları, meraklı seyyahlara aktarılmaya çalışılacaktır.
   Kıbrıs'a giriş çıkışlar, pasaportla yapılabildiği gibi (ki bu durumda yurtdışı çıkış harcı ödemeniz ve pasaportunuzda Kıbrıs giriş damgası olacağından bir daha Yunanistan'a girememe gibi seyyahın aleyhine olabilecek yaptırımlar vardır, bu yolu tercih edenler muhtemel (yahut potansiyel) mazoşisttir), uçak biletinizi ibraz ettiğinizde pasaport polisinin yanında bulunan A6 boyutlarındaki küçük bir kartona kişisel bilgilerinizi yazdığınızda giriş çıkış damgalarının pasaport gibi damgalandığı pasaport yerine geçen bir belge ve kimlik belgesiyle de yapılabiliyor. Bu belgeye adadan çıkışta da damga vurulacağından saklamak zorundasınız.
   Kıbrıs'ın duty-free dükkanları memleketimin firiişoplarından farksız. Aynı markalar, aynı fiyatlar. 
   Adada toplu taşıma pek zayıf olduğundan araç kiralamayı öneririm. Orta segment araç kiraları günlük 80-90 TL. arasında. Benzinin litresi 3.2 TL. Her halûkarda toplu taşımadan çok daha avantajlı. Müşteriye aşırı bir güven var. Aracı teslim ederken park yerine bırakıyor ve anahtarı orada bulunan kutulara atıyorsunuz. 
   Araç kiralarken muhakkak bir navigasyon (çalışan ve adanın haritası yüklü ! (niye böyle diyorum ? Çünkü Kuzey Kıbrıs'ın statüsü uluslararası arenada pek bir belirsiz olduğundan (bir tek biz ayrı bir ülke olduğunu kabul ediyoruz) birçok navigasyon sisteminde tanımsız) olmasına dikkat edin. Normal Kıbrıslılara yol sorduğunuzda "Anibal'i biliyon ? Ordan vur aşağı, ikinci çemberden (döner kavşağın Kıbrısçası) üçüncü çıkıştan ilerle ......" diye başlayan tarifler alıyor "yav ben ne bilirim Anibal'i" dediğinizde ise "Ercanların telefoncusu geçtikten sonra...." diye başlayan ayrı bir tarif alıyorsunuz. Hal böyleyken, hernasılsa harita yüklemeyi başardığım ucuz piranha navigasyonum fakirden çok dua aldı. 
   Bakınız yine öneriyorum (hararetle); navigasyonunuz olsun.
   Aracı kiraladınız. Aaa direksiyon ters tarafta. Buna alışmanız bir gün falan sürecek. Vitesi sol elle değiştirmeye (mümkünse otomatik araç kullanın), dikiz aynasına baktığınızda kapının dışını görmeye (sol üstte o), geri vitese taktığınızda arkaya bakarken yanlış tarafa bakmaya, trafikte karşınızdaki aracın aslında ters şeritte olmadığını, sizin yanlış tarafta olduğunuzu anlamaya hazır olunuz. Buna mukabil Kıbrıslılar sakin ve uygar sürücüler. Aksileşmeler, bakış atmalar, inatlaşmalar falan olmuyor. Bir günde alışırsınız yani. Sadece sağa dönerken açıktan, sola dönerken içeriden alın, çemberdeki araca öncelik verin. Sorun yok.
   Şehirlerarası yollarda bazı hız sınırlamaları var. Normali 100, döner kavşaklar 75, yerleşim yerleri 65 km. birçok yerde kameralı görüntüleme sistemleri var. Çalışıyor mu diye hiç denemedim, riske de girmedim, hız sınırlamalarına uydum, gördüğüm her sürücü de uyuyordu. Makas atma yok. Şehirlerarası yollarda hiç kamyon-beton mikseri-hurufat aracı-iş makinesi yok (şimdi ben Ankara'dan geldiğim için bunlar şehir içinde neredeyse binek aracı kesafetinde olduğundan bünyede şaşkınlık yaratıyor tabiy ki). 
   
Önyargılı gittim adaya. Yok efendim Kıbrıslılar Türkiye'den gelenleri sevmiyorlarmış, tembellermiş, tüm dertleri Türk kazıklamakmış, hayat pahalı, içkiler ucuzmuş gibi okuduklarımdan kalan önyargılarım (hadi önyargı demeyeyim de) koşullandırılmalarım vardı. Kaldığım üç günde gördüğüm kadarıyla : insanlar çok yardımsever ve güleryüzlü (özellikle köylerde), buğday hasadı yapılmış ve yapılıyor, esnafı kazıklama derdinde değil, evet içki ucuz ama abartılacak kadar değil, evet hayat ucuz değil ama pahalı da değil. Memleketimdeki ortalama bir büyükşehir kazıklığından bahsediyorum. Bahis salonları ve kumarhaneler var. Bunlara ilgi de sadece kumarbaz tayfasını ilgilendirir. Burada yazmasam şişerim. Bir kumarhanenin kapısında içeri girmeyecek olanları yazmışlar : "Asker-Öğrenci-21 yaşından küçükler-KKTC vatandaşları giremez". İşletmenin dürüstlüğüne hayran oldum. Kazıklayacağı kitleyi tespit etmiş ve kanımca son derece de hakkaniyetli.
   Hemen her yerleşimde camiler ve kiliseler yanyana. Kiliseler kullanılmıyor ama tahrip edilmiş de değil. 
GAZİ MAGOSA (YAHUT MAĞUSA)
   Fakir, tekaüt gedikli olduğundan kapalı Maraştaki orduevinde kaldık. Kalenin surlarından sağa doğru gidince kontrol noktasına giriyor ve kapalı Maraş'a duhul ediyorsunuz. Bir buçuk iki kilometrelik bir yolculuğun ardından orduevine gidiyorsunuz. Sevmem orduevlerinde kalmayı ama bu kapalı Maraş'ın kapılarını açıyorsa katlanacağız dedik. İyi de yapmışız.
Maraş
   I am Legend filmini bildiniz mi ?  O filmin set dekorunu ve CGI larını düşünün. İşte onun canlı halini görüyorsunuz. 42 yıldır içinde insan yaşamayan binalar. İçlerinde eşyalar, bahçelerinde zıvanadan çıkmış nebatat, yolları kaplayan bitkiler, kırık camlar, yol üzerinde BM'in bir binası (ki sadece bir iki odası kullanılmaktadır), kurukafaların göz delikleri gibi pencereler, tabelaları vitrinleri tastamam dükkanlar, malikaneler, dönemin şaşaalı binaları. Geceleyin korkutucu, gündüzleyin hüzünlendirici. 
Maraş 
   Magosa bir öğrenci şehri olmuş. DAÜ'nin mültikültürel öğrenci yoğunluğu (oldukça fazla çikolata renkli öğrenci kardeşlerim var), şehrin üniversite bölgesinde bir hareketliliğe neden olmuş ama bu hareketlilik yanyana dizilen dükkanlar, Lemar AVM (adanın bir süpermarket zinciri), kafeler ve yeme içme yerlerinin bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bence asıl Magosa, surların içi.  Burada görkemli gotik bir katolik kilisesine eklemlenen minare sayesinde Lala Mustafa Paşa Camii olan benzersiz yapı, Namık Kemal Müzesi, daracık sokaklar, begonviller altındaki güzel kafeler, mamülleri iyi olan Petek Pastanesi, kaliteli ürünler satan turistik dükkanlar, acelesizce rüzgarı seyreden adalıları temaşa edebilirsiniz. Caminin hemen karşısındaki meyhaneler de kimsenin hiddetli bakışlarına hedef olmamaktadır (umarım olmaz da !). 
Lala Mustafa Paşa Camii
Lala Mustafa Paşa Camii
Magosa'dan bir kilise
Camiin içi (tipik Osmanlı mimarisi :))
LEFKOŞA
   Magosa'dan 55 km. falan sonra Lefkoşa'dasınız. Dış mahallelerde hiç zaman kaybetmeden doğrudan sur içine girin. Bunun için muhtemel Girne kapısını kullanacaksınız. Aracı uygun bir yerde bırakıp tabana kuvvet merkeze ilerleyin. Şehrin ruhu oralarda. Kadim bir yerleşke olduğu her yerde kendini belli ediyor. Yakın dönem ve eski dönem binalar yanyana. Bölünme noktasına (Berlin birleştikten sonra bölünen tek başkent) yaklaştığınızda hareketlilik pik yapıyor. Burada da Magosa'daki camiye benzer bir cami var (Selimiye Camii). Gotik binaya eklemlenmiş (bu sefer iki) minare. İçini de boyamışlar. Olmuş mis gibi cami. Bir tek kıble problemi kendini gösteriyor. O da halılardan belli oluyor. Dümdüz bir binada verev ibadet de Kıbrıslı mütedeyyinlere nasib olmuş, hayırlısı olsun. Turist yoğunluğu burada bir hayli fazla. Bir kaç gün rahvan rahvan gezmelere değer. Şahsen benim de en sevdiğim şehir (denizden uzak olmasına karşın) Lefkoşa oldu. Resmi tatil olduğundan müzeler kapalıydı, gezemedik. Ama Barbarlık Müzesini gezmek de içimden gelmiyordu. Savaş korkunç bir şey, icat eden de görmesin cennet (Yaşar Kemal Usta'ya bin selam).
Selimiye Camii
Selimiye Camii içi
Bölünme noktası
Lefkoşa sokaklarından bir kesit
Lefkoşa sokakları
GİRNE
   Lefkoşa'dan çıktınız, bir saat içinde Girne'desiniz. Burada merkez : sahildeki bir koy. Burada otoparklar var, trafik sıkışıklığı oluyor. Nedir : sahildeki lokantalar, buraya yönelik dükkanlar, şimdiden (Nisan) bir kalabalık. Girne'yi pek sevemedim. Ama burada kalınsa sahilde bir rakı içilir. Fiyatlar da memleketime rahmet okutacak kadar insaflıdır. Set mönüler gırla gidiyor. 

Girne sahilin başı
Girne set mönüler.
Lagos, salata, duble rakı 25 TL.
(denize sıfır)
DİPKARPAZ
   Adanın sağa doğru bir parmak gibi olan kısmının en uç noktasındaki yerleşim Dipkarpaz. En uçta da milli park var. Kendi halinde güzel bir kasabacık. Belediye olmuş. Gittiğimizde belediyenin bir etkinliği vardı (Halk yürüyüşü ve koşusu festivali). Yüksek sesli müzik, yerel kermes, halk oyunları ekipleri. Biz bittikten sonra vasıl olduk. Meydanda cami ve kilise yanyana, bir belediye binası, güzel ve heybetli bir Atatürk heykeli (şahlanan atının üstünde sivil bir Mustafa Kemal (güzel ama)), güleryüzlü zabıtalar, polisler.
Eski Dipkarpaz Toplutaşıması
Deli Turkuvaz
Yakından da böyle
   Buradan 20 küsur kilometre sonra milli parka gidebiliyorsunuz. Girişte sizi eşekler karşılıyor (bunlar ünlü Kıbrıs eşekleri). Araçtan çekinme falan yok, yılkı eşeği şeklinde yaşayıp gidiyorlar. Herhalde gelen geçen bunlara meyve falan verdiğinden, arabaların camına bir hamle ediyorlar, korkmayın. Sevmeye kalkışınca pek yüz vermeyip uzaklaşıyorlar ama. Olsun, severim eşeği. Milli parkın merkezindeki küçük yerleşkeyi geçtiğinizde (anca bir kilometre falan sonra) bombastik bir koya varıyorsunuz. Çok deniz gördüm ama buradaki turkuvazı başka yerde görmedim. Şansımıza rüzgar denizden karaya (Güneyden) esiyordu ve deniz pek serindi (soğuk diyeyim de başım ağrımasın). Ne gam hemen adanın kuzey kısmına geçip oradan girdik denize. Dalgasız, rüzgarsız. Ohh miss. Buralarda yaşayanların dalgalı denizden şikayete hiç hakkı yok. On dakikalık bir yolculukla yön değiştirip, rüzgarsız denize girmek olası.
   Milli parkın çıkışında "Altın Kumsal" tabir edilen bir sahil var. Kumlu denizden hoşlananların kaçırmaması gereken bir yer. Kumları incecik, denizi ahenkle derinleşen, müthiş berrak suları olan bir sahil. Ne var ki böyle denizden hiç hazzetmem (kum kıçıma kaçar, dip tabiatı son derece sıkıcıdır vs.). Ancak park yerinden sahile giden patikanın etrafındaki nebatatın deniz börülcesi olduğunu keşfettiğimde pek sevindim. Ömr-ü hayatımda ilk kez deniz börülcesini doğal ortamında gördüm ya, kazı kazanda küçük ikramiye kazanmış kadar mutlu hissettim. 
Altın Sahil
Deniz börülceleri
Altın Kumsal patikası
(patikanın etrafındakiler deniz börülcesidir)


YEME İÇME NOTLARI

ANİBAL
   Lefkoşa'da Anibal'i kime sorarsanız gösterir. Adeta bir nirengi noktası olmuş. (Girne Kapısına yakın). Çalışkanlar parkının yukarısına güzel bir dükkancığı var. Saffet Anibal'in yaşı bir hayli ama saçlar boyalı olduğundan pek göstermiyor. Her müşteriyi dolaşıp herşeyin tamam olduğunu kontrol etme ve sohbet harlama alışkanlığı var. Mangalın başını da zinhar ihmal etmiyor. Bizimle ilgilendikten sonra yan masaya geçtiğinde gayet akıcı bir Rumca ve İngilizce konuştuğunu da dikkatli kulaklarım fark etti. Dürüst ve eski tip esnafın cisimlenmiş hali. Hemen kanımız kaynadı. 
Anibal Restoran
   Masaya oturur oturmaz, siparişi vermeden önce masaya taze soğan, ince kıyım maydanoz, limon, turşu (ki güzel), soğanlı yeşillikli salata geliyor. Önceden çalıştığımdan şeftali kebabı ve ızgarada hellim söyledik, humus ve (bence en mükemmeli) uykuluk da geldi. Araç kullanacağımızdan mütevellit (mütevellit ?) ayranla nefsimizi körelttik. 
Vee Meşhur Saffet Anibal
   Bilmeyenlere de açıklayayım. Şeftali kebabı, kuzu gömleğine sarılmış baharatlı ve maydanozlu kıymanın ızgarada pişmiş hali. İyi yapılınca süpersonik oluyor. Anibal de iyi yapıyor. Uykuluk ise bahar kuzularının gerdanından pek az çıkan bir sakatat (aslında her hayvanın gerdanından çıkar da bu mevsimde kuzu gerdanından çıkanı tadından yenmez). Anibal Bey'e sorduğumuzda "dört kuzudan ancak yarım kilo çıkıyor" dedi. 
   Anibal'in şeftali kebapları, başka yerlerdekinin aksine bir porsiyonda altı dinamit lokumuna eşdeğer, yanında da anne usulü patates kızartması. Uykuluklar (arada ciğer de var) anlatılmaz yaşanır. Izgara hellim, başka yerlerde olduğundan çok daha hacimli ve leziz. Humus, düz humus. Yemekten sonra zorla tatlı da ikram ettiler. Ekmek kadayıfı. Ama Kıbrıs yorumu katılmış. İçinde kaymak değil lor var, şerbetinde ise gülsuyu. Üstelik yapış yapış şerbetli değil. Şerbet son derece duru ve hafif. 
   Bütün bu yenilen içilenler toplamda 60 TL. tuttu. Izgara hellim 1 TL. misal. Nereden bakarsanız haysiyetli bir adisyon. Kıbrıs'a bir kez daha gidersem, kesin uğrayacağım ama bu kez uzun oturacağım yerlerden biri Anibal. Şiddetle (ne işim olur şiddetle) can-ı gönülden öneririm.
Şeftali Kebabı
Genel Masa
Masanın Kralı Uykuluk
Saffet Anibal ölmüş. Dükkanı da kapanmış. Nasıl üzüldüm bilemezsiniz ! (09.05.2018)
KEMERALTI AŞEVİ

   Büyükkonuk köyünde, geleneksel Kıbrıs yemekleri yapan bir aşevi. Fırın kebabı meşhur, ama biz et kapasitemizi Anibal'de tükettiğimizden etsiz bir tercih yaptık. Mevsimiymiş, yumurtalı kuşkonmazı önerdiler. Pirohu da varmış (lorlu mantı). Servis de, tabaklar da gayet lezzetliydi. Ev yapımı ekmeklerini kızartıp getirdiler, küçük bir salata ikram ettiler. Tatlı olarak da ceviz macunu geldi. Ev yapımı limonatalarından içtik (biraz keskindi). Bunlar için 70 TL. hesap verdik. Lezzetli yemekleri denemek için pahalı değil, ama ucuz da sayılamayacak bir hesap. Nedir : denemek için değer. Ama alışkanlık yapacak kadar zengin bir insan da sayılmam. Bir daha geldiğimde fırın kebabı dener ve defteri kapatırım. 
Pirohu
Yumurtalı kuşkonmaz




Kemeraltı Aşevi
KIBRISTAN AKLIMDA KALANLAR

Maraş'ın sessizliği,
Dipkarpaz'ın eşekleri
Kıbrıslıların kuntastik ve iç ısıtan lehçeleri, gülen yüzleri,
Amcalar, teyzeler, begonviller,
Denizin rengi (ama ne turkuvazdı) ,
Mehtabın ışıltısı (bkz.yazının en üstü), (burada bilenler için kelime oyunu vardır (söz sanadır sevdiceğim !))
Eklemleme minareleri ve verev cami halıları,
Sur içi, her bölgenin kadim mimarisi,
Macunları,
Izagara hellimi, uykuluğu, şeftali kebabı, Anibal'in dip boyası,

Üç gün Kıbrıs için azmış, yine giderim ben.
Haydi iyi gezmeler.

17 Nisan 2016 Pazar

"Le.Tout.Nouveau.Testament" Yepyeni Ahit !

   Tanrı var. Brüksel'de yaşıyor. Çok huysuz biri. Karısına ve on yaşındaki çocuğuna karşı tam bir zorba. Kızı Ea, bir gün çalışma odasındaki bilgisayarına girip, tüm insanlığa ölüm tarihlerini kısa mesaj olarak atıyor. Dünyada işler değişiyor. Ea, (ağabeyi JC (Van Damme olan değil, öbürü)'nin verdiği tüyoyla) çamaşır makinesinin sentetik ayarını 40 derece 1200 devire ayarladığında ortaya çıkan portaldan dünyaya kaçıyor. Ağabeyinin 12 havarisine ilave olarak 6 havari daha bulmaya çalışıyor ki işler biraz değişsin.
   Elbette ki (tüm göndermeleri Hristiyanlığa dair olmasına karşın) ülkemizde gösterime giremeyecek akıl fikir ürünü bir filmden bahsediyoruz. (edit : önümüzdeki haftaya gösterime girecekmiş. Şaşakaldım ne diyeyim !)
   Dış sesin varlığı, betimlenen fikirlerin görsel olarak anında zuhur etmesi (mermer merdivene düşen inci taneleri gibi gülmeler, içki fabrikasındaki ölü deve gibi kokmalar, sesinde sanki 30 kişi ceviz kırıyormuş gibi bir tını olmalar falan) fakire hep Amelie'yi anımsattı. Bununla birlikte havada uçuşan çöp poşetleri (American Beauty), baltayla kırılan kapılar (The Shining), sarışın ve goril ikilisi (King Kong (ahh Catherine Denevue ve yeşil gözleri)), göklerde danseden sığırcıklar (The Shelter), boş sokaklarda sivil gezinen adem (28 Days Later) gibi çok fazla filme göndermeler vardı.
   İzlemesi kolay ve keyifli bir film olmasına karşın, bittikten sonra üzerinde düşünülecek fazla bir yanı olmadığını idrak ettim. Evet ! fikir harika, oyunculuklar, kurgu, kimi sinemasal sahneler (aynadaki aksinle kucaklaşma, takma kolun öpülmesi gibi hoşluklar), (ve elbette ki) müziklere diyecek bir şey yok. Buna mukabil, insanların öykülerinin (havari titrinde olsa da) işlenmesi oldukça havada kalmış. Final ise alelacele geçiştirilmiş gibi geldi bana.
   Bir tek : Tanrı, eril yerine dişil olsa dünyamız daha mı iyi olur diye düşündüm. 
   Yine de sakin bir akşamda bir kadeh mayalanmış üzüm suyuyla bir şans tanınası filmdir. 

16 Nisan 2016 Cumartesi

"Türklerin Bilime Katkıları" Oksimoron Değil !

   Hayır efendim bir oksimoron falan yok. 
   Sayın Gökdoğan, Cumhuriyet öncesi değil, Osmanlı öncesi de değil, taa Göktürklerden başlayarak, Türklerin bilime katkılarını 126 sayfalık bir novella tadındaki kitabımızda bize güzel güzel anlatıyor.
   Önyargılarımız ne buyurur : "bizden adam olmaz". Yanlış değil yalan (Bkz.Prof.Aziz Sancar). Uygun şartlarda (ve dahi kimi zaman uygun olmayan şartlarda dahi) Türklerin bilime çeşitli katkıları olmuş. 
   Uygurların Çinlilerden çok önce hareketli harf tekniği ile basım tekniğini kullandıklarını (evet efendim matbaayı Çinliler 9.Yüzyılda, Gutenberg'den çook önceleri kullanmışlardır), Japonya'nın haritalarda ilk defa Türkler tarafından resimlendiğini, çok önemli addedilen astronom (hakikaten de öyledir) Tycho Brahe'nin rasat aletlerinin aynı dönemde daha büyüklerinin Tophane'deki rasathanede Takiyüddin tarafından kullanıldığını ve buna benzer birçok bilgiyi edinmek; kitabımıza şöyle bir göz gezdirmekle mümkün.
   Bu hap gibi kitap; aynı zamanda bilim ekseninde Türklerin hızlı bir tarihini de şıpınişi veriyor. Göktürklerden başlayarak Cumhuriyet dönemine kadar, bilimin izlediği yolu ve önemli kişilikleri Hârezmi'den Katip Çelebi'ye kadar görüp bilgileniyoruz.
   Nedir : hızlı bir tarih okuması yapmak için de okunur, neslimizin bilimle rabıtasını idrak için de okunur. Yavan, kuru bir üslubu olmadığı için, akademik bir dille yazılmadığı, dipnotu olmadığı için de  kolay okunur. Fikir sahibi olmak için de okunur. Her türlü okunur yani.

10 Nisan 2016 Pazar

"Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" Zor Olsa da Okumak Gerek.

 
   İnsanlık tarihine bakıldığında kapitalizm hep vardı. Tüccar sınıfının zuhur etmesiyle birlikte bu kavram olagelmiş. Uygarlığın başladığı coğrafyalarda hep alım satım olmuş. Ama neden sadece batı toplumlarında kurumsallaşmış ?    
   Max Weber'in 1905 yılında yayımladığı kitabı (elbette ki kendi döneminin paradigmasıyla) bu sorulara cevap veriyor. Piyasada kitabın çeşitli versiyonları mevcut. Fakir, Tutku Yayınlarından çıkanını okudu. 352 Sayfalık hayli zor bir metin. Kimi zaman dipnotların metnin önüne çıkması söz konusu. Kimileri bir kaç sayfa devam eden dipnotlar bunlar. Weber'in üslubu da; çeşitli görüşlere düşüncelere sık sık atıfta bulunması nedeniyle kolayca takip edilemiyor. Buna mukabil; sayfa aralarında çok ilginç bilgiler serpiştirilmiş. Aşağıda bunlardan bir demet bulabilirsiniz. 
   Weber Bey (ki kendisi henüz 12 yaşındayken ailesine noel hediyesi olarak iki tarihi makale yazmış derecede entellektüel bir insandır), kısaca kapitalizmin ruhunun ancak protestanlık ahlakının eseri olduğunu savunuyor. Ortodoksluk, İslamiyet, Yahudilik (ki bence en kapitalist dindir) dikkate bile alınmamış. Bu düşüncesine kanıt olarak ortaya koyduğu olaylar ise "yav adam hakikaten de doğru okumuş" dedirtiyor kâriye. 
   Şimdi Bay Weber'in teorisinin günümüzde doğru olup olmadığına şöyle bir bakalım. Protestanlar kimler : İngilizler, Amerikalılar, Almanlar, İskandinav ülkeleri, Hollanda vs. Katolikler hangileri pekiyi : İtalya, İspanya, tüm Güney ve Orta Amerika Ülkeleri. 
   Adam haklı beyler !..
   Okuması zahmetli, ama değer.
   Zamanın bilindik atasözü "Ya iyi beslenin, ya da rahat uyuyun"
   Sayfa 50'de "Unutma ki zaman paradır." diye başlayıp üç sayfa süren bir nasihat var. Okuyunca aklım çıktı. Sandım ki Disney'in meşhur karakteri "Varyemez Amca" kitap yazmış. Yazarı okuyunca yine hayret girdabına kapıldım. Bildiğimiz Benjamin Franklin. States'in kurucu babalarından biri. Sonra diyoruz "niye adamlar bu kadar kapitalist". Burada ne yazsam boş. Okumanız gerek.
scrooge-mcduck   Çağdaş işverenin, işçilerden mümkün olan en yüksek verimi elde etmek ve iş kapasitesini arttırmak için başvurduğu teknik araçlardan biri parça başına ödenen ücrettir. Misal : bir overlokçu sekiz saatte sekiz parça iş bitiriyor 8 birim para alıyor. Patron da kurt. Parça başına bir birim verip, işçinin daha hızlı çalışacağını hesaplıyor. "Hımm" diyor "parça başına 1 birim para verirsem işçi daha hızlı çalışıp sekiz saatte 11 parça yapabilir, kapasitem artar, negzel." Protestan işçide beklenen frekans gerçekleşirken, Katolikler  5 saatte 8 parçayı bitirip erken çıkıyorlar işten. Katolik; "8 birim para bana yeter daha fazlasına gerek yok, çıkayım da hayatın keyfini çıkarayım, çalış çalış nereye kadar ?" diye düşünüyor. Anladınız mı niye Protestanlık Kapitalizmi doğuruyor. "Allah belasını versin Kapitalizmin" (bu benim görüşüm)
   Püriten cinselliği de pek acaipmiş. Üremek dışında  tensel yakınlaşma hiç hoş görülmezmiş. Çok acaip bir kafaymış. Evlerden ırak.