13 Aralık 2014 Cumartesi

"Şibumi" Her zaman okunur.

   Hakkında ne kadar düşünürsem o kadar yazılacak kitaptır.
   İlk okuduğumda pek etkilenmiş, sonraki okumalarımda (ki çoğu ergenlik sonu, ilk gençlik ve gençlik yıllarıdır) bu etkilenmeler artmıştır. Zaman değişmiş, arakolpa da değişmiştir. Aradan geçen on küsur yıldan sonra en azından beşinciye bir kez daha okudum. Yoğun bir devrede okunmasına rağmen (Ankara-Barselona aralarında) mutad üzre bitmesi bir haftayı bulmamış, romanımız sular, seller gibi akmıştır.
   456 sayfalık kitabımız, iki kanallı olarak ilerliyor. Güncel zamanda gelişen bir olaya paralel olarak kitabın egosantrik kahramanı Nicholai Hel'in geçmişini de öğreniyoruz. 
   Bay Hel'de, tam kitap kahramanıdır ha ! Şanghay'da doğan Japonya'da büyüyen bir rus alman melezi olarak hem Avrupa'nın hem Doğu'nun inceliklerine vakıftır. Bağımsız bir suikastçı olarak geldiği günlere dek yoğun acılar çekmiştir. Amerika'ya köklü bir nefret duymaktadır. Ancak bu onlara iş yapmasına engel değildir. Sofistike zevklere ve kitapta açıklanmayan bir öldürme sanatına sahiptir (bu açıdan Hannibal Lecter'e benzerliği ilginçtir).  Kitabın sonlarına doğru iki kanalın birleşmesiyle romanımız tek düzlemde ilerler, ki bu ancak son sayfalarda gerçekleşir. Böylece sıkı bir açılış ve tanıtımla başlayan romanımız çarçabuk bir sonla nihayete erer. Yazarımız (ki hep mahlas kullanmakta ve esrarengiz bir kişiliğe sahipti) Trevanian, 1979'da yazdığı bu kitabının ardını getirmemiş ve 2005'de hayat defterini dürmüştür. Şibumi, o kadar tutulmuş ve satmıştır ki, uyanık ajanslar bir replika devam romanı (Satori) üretmişlerdir. Şimdi de utanmadan arlanmadan Satori'nin filmini çekmektedirler. 
   Neyse, gelelim romana. Romanda; bask halkı, mağaracılık, japon felsefesi, ulusların özellikleri, uluslararası ilişkiler gibi pek çok alt başlık vardır. Yazıldığı yıllar göz önünde bulundurulduğunda (1979 (internet yok, bilgisayar ilkel, cep telefonu yok, nereden baksanız teknolojik olarak günümüzden çok çok primitif bir dünya)) günümüzde dahi bu kadar sevilerek okunmasının bir hikmet-i mucibesi vardır. Fakirin; bir kitabın sevilerek okunma kriteri, korsan baskılarının mevcudiyetidir. Gidin korsancılara bakın bakalım "Kara Kitap" varmı, bir de "Şibumi"yi sorun. Alacağınız cevapları adım gibi biliyorum. (Buradan korsan aldığım gibi bir sonuç çıkarmayın lütfen. Tercihim hep ikinci el kitaptır, asla korsan değildir.)
    Yazarın diğer kitaplarında da sık sık karşımıza çıkan dağcılık, mağaracılık, bask coğrafyası gibi temalar düşünüldüğünde, Trevanian'ın hayatında bu ögelerin bulunduğunu düşünmek hata olmaz. 
   Kitap okuma tavsiyesi isteyen körpe bibliyofillere hep tavsiyemdir. Kendi adıma da okumalardan tıkandığım zaman hep cankurtaran bir okuma kanalları açıcıdır. Son resimden sonra son okumamda altını çizdiğim yerlerden bazılarını da yazacağım ki, bu satırları okuyan meraklı bibliyofilin, kitap hakkında küçücük bir fikri olsun.

   Romanda en sevdiğim karakterlerden biri Benat Le Cagot'dan ilginç bir hayat görüşü :
   "Ben çok seyahat ettim, dünyayı avucumun içinde çevirdim ve bir şeyi iyice anladım. İnsanı en mutlu eden şey, ihtiyaçlarıyla varlıkları arasında bir denge bulunmasıdır. Bütün sorun bu dengenin nasıl sağlanacağı. İnsan bunu belki varlıklarını yükseltip ihtiyaçlarının düzeyine çıkararak yapabilir. Ama bu budalalık olur. Bunu yapmak, arada bir sürü doğa dışı şeyler yapmayı gerektirir. Pazarlık etmek gibi, çalışmak gibi, çabalamak gibi. Öyleyse ? Öyleyse akıllı bir adam dengeyi, ihtiyaçlarını azaltarak, yani onları varlıklarının düzeyine indirerek sağlar. Bunu yapmanın da en iyi yolu, bedava olan şeylerin değerini bilmektir. Dağların, kahkahanın, şiirin, bir dostun verdiği şarabın, yaşlı ve şişman kadınların. Bakın bana ! Ben elimdekilerle mutlu olmayı çok iyi bilen biriyim. Bütün mesele elimdekileri yeteri kadar çoğaltmak."

Japon estetiğinde önemli bir yeri olan kiraz ağacı çiçekleri hakkında işgal Japonya'sında 
"Acaba... acaba Amerikalılar bunları meyve vermiyor diye keserler mi ? Hemde iyi niyetle."

   Kitaptaki en şikemperver karakter Bay De Lhandes'ten insanlararası ilişkilere değişik bir yorum : Nicholai Hel'e hitaben.
   "Senin hayatında ben, çok küçük role sahip biriyim. Sen de benimkinde öylesin. Birbirimizi yirmi yılı aşkın süredir tanıyoruz ama iş ilişkilerini çıkarırsan -ki her zaman çıkarmak gereklidir- aramızdaki yakın ve içten sohbetlerin toplamı belki on iki saat ancak tutar. Birbirimizin zihnini ve kalbini yokladığımız saatler demek istiyorum. Yani seni tanıyışım yarım günden ibaret Nicholai. Bu da hiç fena sayılmaz. Nice yakın dostlar ve evli çiftler (biliyorsun ikisi de her zaman aynı anlama gelmez) bu kadar da tanımamışlardır birbirini - hem de ömür boyu sürmüş, tatsızlıklar, kavgalar ve tartışmalara rağmen."

"Öğütler ancak öğüt verene yararlıdır. o da vicdanındaki yükü hafiflettiği için. Sen de eninde sonunda kaderinde yazılı olanları  ve yetiştirilişinin seni sürüklediği hareketleri yapacaksın. Öğütlerimin senin hayatın üzerinde yaratacağı etki, suya düşen kiraz çiçeğinin nehrin akışı üzerinde yaptığı etkiden fazla olmayacak."

"Olayları boşa harcamazsan tecrübe kazanabilirsin. Bazı el sanatçıları yirmi yıllık tecrübeleriyle övünürler. Oysa aslında bir yıllık tecrübeyi yirmi kere geçirmişlerdir. Sen bu hataya düşme. Senden büyüklerin tecrübe avantajına da kızma. Unutma ki onlar bu tecrübeyi kazanmak için karşılığını hayat keselerinden ödemişlerdir. Yeniden doldurulamayacak bir keseden. Otake-san hafifçe gülümsedi. "Sonra yaşlıların tecrübelerinden mutlaka yararlanmak isteyeceklerini de hatırından çıkarma. Ne de olsa ellerinde ondan başka bir şey kalmamıştır artık."

   "En önemlisi de Amerikalıların tümü tüccardı. Amerikan ruhunun, yankee dehasının çekirdeğini oluşturan şey alıp satmaktı. Demokratik ideolojilerini durmadan satıyor, koruyucu füze silahlarıyla ilgili anlaşmaları ve ekonomik baskılarla bu satışı destekliyorlardı. Savaşları, anıtsal büyüklükteki üretimleri için egzersiz sayılmaktaydı. Eğitimleri, kilowatt saati şu kadardan satılır havasındaydı. Hükümetleri bir dizi sosyal anlaşmadan oluşuyordu. Evlilikleri duygusal bir iş antlaşmasıydı. Taraflardan biri taahhüt ettiği hizmetler yerine getirmeyince, anlaşma kolayca yürürlükten kalkıyordu. Namus demek, onların indinde dürüst ticaret yapmak demekti. Sandıkları gibi sınıfsız bir kitle olmadıklarına göre, aslında demek tek sınıftan oluşan bir kitleydiler : Bezirgan sınıfından. Seçkinler, zenginlerdi. İşçilerle, çiftçiler, orta sınıfın parasal merdiveninde inip çıkan, tırmanmaya çalışan kusurlular grubunun , başarısızlar ve proletaryasındaki değer ölçüleri de, tıpkı şirket yöneticilerinin ve sigorta prodüktörlerinin değer ölçülerinin aynıydı. Tek farkı, bunlarınkinin daha küçük rakamlarla ifade edilmesiydi. Yat yerine deniz motoru, golf kulübü yerine bowling kulübü, Monte Carlo yerine Atlantic City gibilerden."

   "En iyimser günlerinde Amerikalılara çocuk gözüyle bakardı. Enerjik, meraklı, saf, iyi yürekli, kötü yetiştirilmiş çocuklardı bunlar. Bu açıdan bakıldığında Amerikalılarla Ruslar arasında pek az fark vardı. Her ikisi de dışa dönük, harekete önem veren, fiziksel uluslardı. Maddi varlıklara ilgi duyan, güzellik karşısında şaşalayan, kendi ideolojilerinin en iyisi olduğuna inanan, olgunluktan uzak, kavgacı ve çok tehlikeli insanlar. Evet, tehlikeli ! Çünkü ellerindeki oyuncaklar uygarlığı yok edebilecek nükleer silahlardı. Asıl tehlike, kötü niyetli olmalarından çok, bir hata yapabilmelerinde yatıyordu. Dünyayı mahvedecek olanın Machiavelli değil de Sancho Panza olabileceğini anlamak garip bir duyguydu doğrusu."

   "Hel ise, tecrübelerinden ötürü korkaklardan haklı olarak çekinirdi. Korkaklar her zaman için cesur insanlardan daha tehlikeli olurlardı. Bir kere sayıları daha fazlaydı. Sonra arkadan vururlardı. Vurdukları zaman da kötü vururlardı. Çünkü sağ kalırsanız öç alacağınızdan korkarlardı."

   "Beni sıkan Amerikalılar değil, Amerikanizm. Sanayi ötesi dünyanın kötü bir hastalığı bu. Sırasıyla bütün merkantilist ülkelere de bulaşacağı ortada. Buna Amerikacılık denilmesinin tek nedeni, hastalığın en ileri halinin senin ülkende görülmesinden. Tıpkı İspanyol nezlesi falan gibi. Belirtileri ise önce iş ahlakının yok olması, sonra iç değerlerin azalması, sürekli dışarıdan eğelnce bekler duruma gelinmesi, bunun peşinden de ruhsal çürüme ve manevi uyuşma. Hastalığa yakalananı tanımak için en iyi işaret, o insanın durmadan kendisiyle ilişki kurabilmeye gösterdiği çabadır. Kendi ruhsal zayıflığının ilginç psikolojik bir durum olduğuna inanır. Sorumluluktan kaçmasını, yeni deneylere hazır oluşuna yorumlar. Hastalık ilerledikçe kişi, insan uğraşları içinde en önemsiz olanını aramaya, onun peşinden koşmaya başlar : eğlencenin. Ama iş yemeğe gelince, Amerikalıların hiç değilse bu konuda herkesi geride bıraktığını kuşku yoktur; abur cubur. Bu da biraz sembolik galiba."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder