28 Eylül 2014 Pazar

"Cold in July" Oidipus'lu İntikam.

    Aksiyona mı, kara filme mi oturtacağımı bilemediğim filmdir. 
   Teksaslı bir çerçevecinin, evine giren birini vurmasıyla başlayan olaylar dizisi hiç ummadığımız mecralara sürüklenir ve (burayı filmi izleyecekler okumasın) son yıllarda izlediğim en sarsıcı finallerden biriyle biter.
   Yüzeysel baktığınızda Teksas işi aksiyondur, amma yönetmen kişilikleri pek iyi işlemiş. Rasıl'ın kafeteryadaki çocuğa pipetten yapılma at vermesi, Riçırd'ın ailesiyle yaşadığı gerginlikler (çiçekli kanepe gibi), arada konudan ilgisizce gözümüzü alan doğa ve hayvan görüntüleri (kısa da olsa etkili), tam bir Teksas fırlaması olan Cimbap'ın aksanı ve bunun gibi bir çok küçük detay filmimizi sıradan aksiyondan ayırıyor.

   Başrolde Dexter var. Finale doğru kırmızı ışığın altında (ki ışık üzerindeki kandan ötürü kırmızıdır) standart dekstır yüzünü oynayan oyuncumuz, üzerindeki çirkin ötesi gömlekler, pileli pantalonlarla koşuştururken yevmiyenin hakkını veriyor. Semşepırd ve Doncansın, yan karakterler olmasına rağmen (belki tecrübenin getirdiği bir şeydir, bilemem) akılda daha çok kalıyorlar.
   90'lı yılların başını, video kiralama dükkanları, VHS kasetler, pileli pantalonlar, kocaman otomobiller, antika masaüstü bilgisayarlar gibi bir çok detayla veren sanat yönetmeni iyi bir iş çıkarmıştır. Yazılar çıkınca dinlediğimiz kakafoniyi saymazsak müzik kullanımı da iyidir. 
   Finale doğru pik yapan şiddet, kan ve ansızın yere düşen gövdeler yüzünden sabi sübyan ile izlenmemesi gerekir.
   Hülasa, boş akşamlarda bir kadeh skoç (malt viskiye değmez) eşliğinde gönül rahatlığıyla izlenebilir.

"Veba" Felaket Yazgı Olunca...

 
   Cezayir, Fransa'nın sömürgesiyken Oran şehrinde veba salgını çıkar. İnsanlar hayatlarını bu korkunç misafire açmak zorunda kalırlar, bir süre sonra veba da içselleştirilir. Bu arada meçhul bir anlatıcının gözüyle adeta bir belgeselci didaktikliğinde olayları gözlemleriz.
   Bay Kamü'nün "Veba"sını yeniyetmeyken okumuş, muvaffak olamamıştım. Son gençlik yıllarımda bir kez daha tedrisime girdi : okudum (yıldım), okudum (yıldım) ama bu kez bitirdim. Ancak bir ay sonra külliyen unuttum. 
    Yaş kemale ermeye başlayınca "du bakalım değişik hazlar alabilecek miyim ?" düşüncesiyle geçen ay okumaya başladım. Yok arkadaş : "veba" fakire hala ağır geliyor. Kitabın dili bazen karakter betimlemelerine ayrılıyor, ilgiyle okuyorum. Sonra hastalığın seyri konusunda adeta gazete haberiymişçesine sayfalarca süren gelişmeler oluyor, sıkılıyorum. Arada hayat, ölüm, kader konusunda inciler döktürülüyor, odaklanamıyorum. Vallahi bir ayda anca bitti.
   "Yabancı" kadar kolay okunur değil, onun kadar net değil. Zaten Bay Kamü'de bunun bir fikir kitabı olmadığını söylemiş. 
   Yalnız :
   Kitapta veba olarak tanımlanan illete farklı bir gözle bakıp, hayatımızdaki felaketlerin (yalnız sadece biyolojik olarak değil ideolojik olarak mesela) yerine koyduğumuzda (ki bu felaketlerin öyle veba gibi aniden değil mesela taa 12 yıl öncesinden yavaş yavaş başladığını varsayarsak) yazılanları başka şekilde görmek de mümkün. Kitaptaki felaket sona eriyor, insanlar önceki yaşamlarına geri dönüyor. Benim (bizim) yaşadıklarımızda bir geri dönüş olup olmayacağını bilmiyorum. Ancak öyle bir dönüş olduğu takdirde "Veba" bir kere daha ayraçlanır, bir kere daha bitirilmeye çalışılır ve bu satırlar güncellenir. 
   Kitap kurtları okumuşlardır da, ilk kez okumaya hallenenler "veba"yı hastalık değil "toplumsal felaket" olarak değerlendirdiklerinde kitaba daha farklı anlamlar yükleyebilecekler, daha kolay okuyabileceklerdir.
   Uzak durmayalım...

21 Eylül 2014 Pazar

"The Best Exotic Marigold Hotel" Hindistan Yavaştan Kendini Sevdirir.

 
   Bir grup İngiliz emekli, kimisi kişisel kimisi ekonomik nedenlerden Jaipur'daki "En bir egzotik Marigold Hotel"e gider.
   Beylik bir konu, hepsi 60'ın üstünde pek bir ingiliz kast. 
   Önyargılarım filmin pek iyi olmayacağı yönünde idi. Ama önyargı ne kadar kötü bir şey !...
   Fakir geçen yıl gitti Hindistan'a. Önyargısız, kabullenmeye hazır. Öyle olunca sizi dışlamıyor coğrafya, içine alıyor. Filmde dediği gibi "Başlarda bunun bir dalga olduğunu anlıyorsunuz, karşı koyarsanız dalga sizi yutuyor. Hareketine uyarsanız, dalga sizi sahile taşıyor. Burası yeni ve farklı bir dünya. Esas mesele onunla başedebilmekte. Hatta onunla gelişip, zenginleşebilmekte." 
   Filmimiz, olabildiğince kuralcı, pragmatik, dogmatik (çok fazla "tik"li) batı kültürünün artık iflah olmayacak şekilde sertleşmiş (dediğimiz) karakterlerini alıp, balkondan düşermişçesine tamamen farklı bir kültürün içine oturtuveriyor. Yedi ayrı karakter, hepsi ayrı telden çalıyor. Vee Hindistan kendini göstermeye başlıyor. İki saatlik filmimizin sonunda, filmimizde 52 gün geçiyor, karakterlerimizin hepsi iki saat öncesinden farklıdır artık. Bu fark iyi midir kötü müdür filmimizi izleyince göreceksiniz. Ben aklımda kalan küçük hoşlukları yazacağım. İzleyen olur da yorumlarını ilave ederse sevinirim.
   Ailece, sabi/sübyanla, arkadaş grubuyla, tek başına her türlü izlenecek filmdir. İyi filme hasret kaldığımız bu günlerde sıcaktan bunalana naneli limonata, serinden ürperene ballı limonlu zencefildir. Hele Hindistan'a gidenlerin ve gitmeye hallenenlerin görmesi farzdır. O derece...

   Dokunulmazlar kastından otel çalışanını ilk kez grubun en faşistinin farketmesi ve insani ilişkiler kurması.
   Batı kültüründe basit ekonomik durumların bile eşler arasında paylaşılmazken, Hindistan'da bir erkeğin eşiyle evlenmeden, hayatının en büyük aşkının bir erkek olduğunun söylenmesi.
   Kast sisteminin Hindistan'ın hala kanayan bir yarası olması.
   Dev Patel'in fırlama oyunculuğu.
   Yargıç Grehem'in bahçeden havalanan turna donuna girmesi. (ki otel bahçesinde turna Hindistan'da olur)
   "En güzel ve en egzotik Marigold Hoteli - üstelik şimdi gerçek müşterili" tabelası.
   Ve iflah olmaz optimist otel müdürü soni'nin düsturu "her şey sonunda iyi olur, iyi olmazsa henüz sona gelmemişiz demektir." (buna bittim)
   Cudidenç, bilnaygi, megisimit, tomvilkinsın, devpatel ve diğer yan oyuncuların, izleyiciye kendilerini içselleştiren oyunculukları. (filmdeki en itici karakter penelopiviltın kanımca en başarılı oyuncudur. Kendisini tanımam etmem, halihazırda pek gıcık oluyorum. (ki bu da bir oyuncu için iyi bir başarıdır))

DİPNOT : 10 milyon dolarla çevrilen film 50 milyon gişe yapınca Richard Gere ile ikincisini çekiyorlar. Bekliyoruz.

"Transformens - Age of Extinction" Eşşeğin Erojen Bölgeleri...

   Sinema sevenlerin, bilim kurgu meraklılarının koşarak uzaklaşması gereken filmdir.
   Pek bir şey yazmak istemiyorum. Kısa bir uyarı yazısı olacak.
   Yönetmen Maykılbey, ilk başlarda bir efekt hoşluğu olarak beliren seriyi almış, eşşeğin erojen bölgelerine su kaçırmak marifetiyle, gişeye yönelik tüm trükleri kullanarak (milliyetçilik, aile değerlerini yüceltme, baba/kız ilişkileri, kuşak çatışmaları vs.) akıllara zarar bir film çekmiştir. Üstelik bunu utanmadan 165 dakika gibi bir süreye yaymıştır. CGI olmasa toplamda onbeş dakika sürecek filmimiz, ilk yirmi dakikadan sonra izlenebilme eşiğini düşmekte, son 145 dakika çin işkencesi şeklinde sürmektedir. Filmi izlemeyi başaran inatçı bünyelerde bir metal tiskintisi (evet tiskinti !) hasıl olmakta, vücut metale reaksiyon göstermektedir (yeminle bıçakla ekmek kesmek istemedim, aklıma "niye bambu bıçak kullanmıyorum ?" gibi saçma sorular geldi.).
   Yönetmen utanmadan filmin sonlarında devam filminin ipuçlarını da vermiştir. Şu kadarını söyleyeyim : galaya Losencılıs'a tüm masrafları karşılayarak çağırsalar, vallahi gitmem.       O derece...


"İsim Şehir Artist" Bir "Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda" Değil !


   Özdil'in yazılarının "İsim/Şehir/......." alt başlıklarıyla art arda dizildiği 475 sayfalık kitaptır. Kapakta kendilerinin aşırı fotoşoplu bir fotografisi vardır, önsöz, sonsöz, kitabın türü tarzı açıklamalar yoktur. Yine de iki günde okunmuş, bitmiştir.
   Bay Özdil'in yazılarını okuyoruz da, böyle konu konu ayrıştırılıp okuyunca daha bir etkili oluyor. Memleketin serencamını böyle idrak etmek üzücü. Nedir : yazar, yurdum insanının uzun cümlelerle arasının pek iyi olmadığını (aynen İlhan Selçuk usta gibi) sezerek, kısa, vurucu cümlelerle günlük yazılarını kotarmaktadır. Elbette çok okunurluğunu buna bağlamak yersiz olur. (misal : dolma seviyorum çünkü yenibahar pek sevdiğim bir baharattır) Zira; gözümüzün önünde olanı olması gerektiği gibi yorumladığını, olaylara bakılması gereken açıdan baktığını temel almalıyız. Bunu kısa kısa cümlelerle gözümüze sokunca, gözardı etmek de zorlaşıyor. 
   Kitabın tümüne baktığımda okumadığım yazısı olmadığını görerek kitaba niye 24 TL. verdiğime (aslında doğumgünü hediyem olduğundan, niye verdiklerine) esef ettim. Sonra düşündüm de, köşeyazıları pek kısa ömürlü. Okuyoruz, bir iki gün sonra unutuluyorlar (toplumsal hafızamız üç ay çünkü (bir yunustan biraz daha uzun)). Hal böyleyken yaşadığımız bu ilginç zamanları (Çinli bedduası : "Dilerim ilginç zamanlarda yaşayasın !") ileride nasıl hatırlayabiliriz sorusuna iyi bir cevaptır.
   Yazarın bir önceki kitabı gibi sarsıcı, sallayıcı olmasa da, müptelaları alıp okuyacak raflarına dizeceklerdir. Kendisine ilgisiz kitlenin ise bundan haberleri bile olmayacaktır. Büyük bir kitlenin zaten pek bir şeyden haberi yoktur (cehalet mutluluk (mu) dur).

19 Eylül 2014 Cuma

"Coherence" Bütçesiz Kuantum Fizikli Bilimkurgu.

  Sekiz arkadaş; bir akşam yemeğinde toplanır, geyik çevirir, bu meyanda yerküremizin yakınlarında bir kuyruklu yıldız dolanmaktadır, cep telefonlarının ekranları çatlamaya başlar, elektrik kesilir, olaylar gelişir.
   Sekiz kişi/bir oda; akla hemen (pek de sevdiğim) "Dünyamızdan Bir Adam"ı getiriyor. Evet, filmimiz de düşük bütçe ile bilimkurgunun sınırlarında dolaşmış. Paralel evrenler, kuantum fiziği, insanın iyiyi arayışı ve bu yolda verdiği ödünler, az biraz kişiler arası ilişkiler. Hepsi de nasibini alıyor. 
   Çekim aşamasında oyuncuların bir senaryoya bağlı kalmaksızın spontane (ne işim olur spontaneyle) tulûat yöntemiyle çalıştığını öğrendiğimde hoşlandım. Nedir : başarısız altyazılardan veya dublajdan uzak durup başarılı altyazıya yahut anladığımız kadarıyla izlemeye özen göstermek gerekir. İlk izlemede gözden kaçan bir çok küçük detay sonra daha anlamlı gelebilir. Bu açıdan bulmaca gibi bir film olduğunu söylemek mümkün. Dikkatli izlemek gerekiyor. 
   Ancaaak başarılı mı ? 
   Bunu söylemek bana düşmez. Sadece "The Man From Earth" kadar haz almadığımı söylemeliyim. Filmin ortasından itibaren iyice kayışı sıyıran paralel evrenler, gereksiz gerginlik tripleri, tüm filmin aktüel kamerayla çekilmiş olmasının getirdiği göz yorgunluğu, özellikle sonlara doğru (ki son on dakika hariçtir) karmaşıklaşan senaryo; dikkatimi dağıttı.
   Yine de türün (bilimkurgu) meraklıysanız izleyebilirsiniz, yoksa pek bir şey kaçırmış olmazsınız.

14 Eylül 2014 Pazar

"The Rover" Hazmı zor post-apokaliptik.

 Post-apokaliptiya (kelimeyi şu anda uydurdum "apokaliptik"ten daha ahenkli geldi) iyidir, hele de Avustralya kırsalında geçenleri Medmeks biri çağrıştırdığından daha da iyidir diye düşünüp oturduk filmimizin başına.
   Kapitalizm denen canavar, insanoğlunun erojen bölgelerinde patlamış ve bir on yıl geçmiştir. Avustralya'nın ıssızlarındayız. Silahlı çatışmadan kaçan bir grup Erik'in arabasını hacılar, Erik grubun peşine düşer.
   Felaket sonrası filmlerin içinde felaketin ekonomik krizden kaynaklandığını ele alan ilk film olduğundan ilgimi daha çok çekti. Gaypörsi'yi severim zaten, Babpetisın da rüştünü ispatlama peşinde. Beklenen frekans gerçekleşmiş, Bay Pörsi (filmdeki diyaloglarının tümü bir Yaşar Kemal romanındaki kelebek tasvirinin çok daha azıdır) mimik ve vücut diliyle filmi alıp götürüyor. Bay Petisın ise olmuş diyebiliriz.
   Filmi izlemek, gereğinden fazla kızartılmış krutonu çorbasız kemirmek gibidir. Tadı yoğun ancak sindirmesi zordur. NBC filmlerini çağrıştıran uzun, diyalogsuz, durağan sahneler mebzul miktardadır. Şiddet, estetize edilmeden olduğu gibi verilmiştir (anlamsız ve çirkin olarak). Oluşturulan atmosfer, izleyiciye verilen halet-i ruhiye pek başarılıdır (nasıl içim karardı anlatamam). Bir tek protagonist yoktur. Kimse iyilik peşinde değildir. Değerler yerle yeksan olmuş, düzenin koruyucusu olarak düşündüğümüz asker tayfası bile ekmeğinin peşine düşmüştür. Ancak itiraf edeyim ki, bazı yerlerde uyku tanrısına teslim olmamak için mücadele ettim. 
   Erik'in neden otomobiline şuursuzca tutkun olduğunu son sahneye kadar anlayamıyoruz. Ancak o son sahne, izleyiciye mesajı "ZABBADANNK" diye vermekte, uykudan ayılmaya tam gaz geçmişken, yazılar çıkıyordur. 
   Sindirimi zor ancak lezzetli filmdir. Holivut filmleriyle alakası yoktur. Ambiyentesi sağlamdır. Sıkı sinefiller haz alacaklardır.

11 Eylül 2014 Perşembe

"La Mala Educacion" Almodovar'ın ahını, çıkar aheste aheste...

   İnsanı fena halde hazırlıksız yakalayan filmdir.
   Homofobik bir insan değilim, tanıdıklarımın arasında cinsel tercihini o yönde kullanmış olanlar vardır ve bu konu hiç bir şekilde arkadaşlığımıza engel olmamıştır. Almodovar filmlerini severim. İş bu pelikulanın da ismi ilginç geldiğinden hiç konuya, kritiklere göz atmadan Kızım ve Muyat oğlum ile izledik. Gençlerin yaşları yirmi küsur, benim meşrebim ise hayli geniş. Yine de hicabımdan kızıl kızıl oldum. Yok erkek kıçı bünyeye dokunmaz, üstüste çıplak inleyen erkekler beni bozmaz diyorsanız (ki ben diyorum da, çocuklarla izlenmiyor !) gönül rahatlığıyla çocuklarla izlersiniz. 
   Neyse filme dönelim. Otobiyografik özellikleri yabana atılmayacak filmimiz, her Almodovar filminde olduğu gibi insana odaklıdır. Nedir : yönetmen üç farklı zamandan ilerleyen bir film çekmiş ve sonlara doğru içlerinden birinin film olduğunu izleyiciye açık etmiştir. Dikkatli ve özümseyerek izlemezseniz, sonlara doğru hatlarınız karışabilir. 
   Sağlam ve ilginç bir hikaye, mütevazı fakat özenli bir kast (Gaelgarsiyabernal sen nasıl androjen bir aktörsün). Erkekken eriten bakışlar, kadınken öldüren bakışlar. Sahne performansı sinefili kendinden geçirir. O derece.
   Filmde kadın yoktur. Az biraz görünenler de (ignasyo ve anhel'in annesi ile teyzesi) fena halde etkisiz ve yetkisiz figüranlardır. 
   Konuyu yazmakla zor anlatırım, izlemek gerek.
   Kısıtlı prodüksiyon ve iddiasız bir kast ile senaryonun ve yönetmenin iyi olması halinde güzel film yapılabileceğinin ispatıdır.
    Yine de çocuklarınızla izlemeyebilirsiniz.

8 Eylül 2014 Pazartesi

"Chef" Bir Aşçıbaşı Değil Tabii !...

    Beğenmediğim filmdir (musakka, kuzu kapama türü bir insanım. ondan zaar !).
   Confavrö, "yürütücü yapımcı" (egzekutivprodüsır) ve ayrınmen'in badigardı olmaktan bıkar. Daha önce çalıştığı kankalarını (cünyorrabırtdavni, sıkarletyohansın, dastinhofmın (ki yazıklar olsundur) vs.) kısa rollerde görünmeye ikna eder, senaryoyu yazar (her türlü gişeye oynayacak türde), yönetmenliğini de yapar. Bir Rus prodüksiyon firması da ayarlar ve Şef'i çeker. Günümüz gençliğinin en hassas yerlerine (aşırı kaloriyi yiyecekler ve sosyal medya) gerekli atışları yaptıktan sonra arkasına yaslanır, göbeğini kaşır.
   "Karlkespır, mönüyü yönetemediği için garantili işinden ayrılır, köfte arabasında hep ihmal ettiği oğluyla yakınlaşırken başarıya ulaşmaya çalışır." konu bu.
   Şuraya dikkat : şefimiz uykuluk, beyin yapmaya çalışır ama kötü patron onu engelleyince özgür bir şekilde pek sofistike olarak "küba sandviçi" yapar. Pek incelikli bir şeydir bunu yapmak. Ekmeği kesip, iyi marine edilmiş birkaç dilim beykın, iki dilim peynir, turşu ve hardalı sürüp tost makinesinde bastırıyorsunuz (üzerine bolca tereyağı sürüp), peynirler eriyince kağıda sarıp veriyorsunuz. Çok karışık değil mi ?
   Pek yeni nesil sayılmayız. Mutfağımızın güzide lezzetlerinin de rahle-i tedrisinden geçmişliğimiz vardır. Analı kızlıyı da biliriz, muhammarayı da, ayvalı taskebabını da. Nedir : bezme cila lezzetlerimiz varken, Teksas'ın dört saat pişmiş bifteği bana bir kuyu kebabı lezzeti vermez. Niorliyınsın lokma bozma tatlısı da (ki üstü pudra şekerli dörtköşe şerbetsiz lokma tatlısıdır) aşureyi mumla aratır. 
   Karlkespır fazla yapmacık geldi.
   Senaryonun ipe sapa gelmez tutarsızlıkları var (ipe sapa gelir tutarsızlıklar olaydı iyiydi).
   Samimi olmaya çalışmaya çalışan samimi olmayan bir film gibi geldi.
   Müzikler abartılı (genelin aksine hiç tutmadım (ses yönetmeni müziklerin volümünü diyalogların dört tık üstünde tutmuş)).
   Oyunculuklar vasatın altı.
   Yemeklerden hiç hazzetmedim.
   Sigara lobisi filmi iyi yemlemiş.
   Hükümetten de aile kurumunu yücelttiğinden bir destek almıştır.
   Yol filmi değil, yemek filmi değil, dram değil, komedi değil, türünü saptayamadım.
   Filmde Olivırplet'in canlandırdığı gıcık blog yazarı üslubunda yazıyorum korkarım ama onu şimdi daha iyi anlayabiliyorum.
   Sonu da nasıl Ertem Eğilmez üslubunca bağlanmış (ki oniki Bay favrö çeyrek Ertem Eğilmez etmez kanımca) anlatamam.
   Karman çorman bir yazı oldu ama meramımı anlatmaya yaklaşabildim sanırım.
   Eskilerin dediği gibi "seferberlikte izlenebilir"...

5 Eylül 2014 Cuma

"Küçük Prens" Küçüklere Masal, Büyüklere Mesel.

 
   Arakolpa yeniyetmeyken okumuştu helbet "Küçük Prens"i. Güzel bir masaldı, çabucak okunuyor, hiç sıkmıyor, resimler de göz yormuyordu. Aradan geçti otuz küsur yıl. Takip ettiğim süreli yayınlarda o kadar çok alıntısı yapılıyordu ki (bkz.Penguen,Leman,Uykusuz) dayanamadım "dur bakalım bir daha okuyayım" dedim. İyiki de okumuşum.
   Daha ilk sayfalarda gördüğüm fil yutmuş boa yılanının tasviri aldı beni çocukluğuma götürdü. O zamanlar pek hoşuma giden bu ayrım, aradan geçen onca yıldan sonra daha da hoşuma gitti. Bir çocuğun naif, bozulmamış bakış açısı ile dogmalar, kurallar, kanunlar, örfler, adetler vs.vs. ile daralmış bakış açıları olan yetişkinlerin farkı ancak bu kadar somut anlatılabilir. 
   Çölün ortasına düşen pilotun Bay Antuvan, Küçük Prens'in ise alter egosu olduğunu, karşısına çıkan çeşitli ara karakterlerin hepsinin birtakım gerçekliklere ("Hımm. Gül, sevmiş olduğu bir kadın demek ki !" gibi) tekabül ettiğini ancak bu okumada anladım. 
   Bir gecede bitiverecek bir kalınlıktaki bu klasiği çocukken okumuşlar, muhakkak ki yetişkin olma meşakkatini yaşamış olanlardan daha fazla zevk alarak okuyacaklardır. Her halûkarda okumamışların bir kaç saatini ayırıp okumalarına değer bir klasiktir.
   Yazarın hayatı da roman gibidir. O ayrı...

"The Congress" Stanislaw Lem bilimkurguda iyidir.

   Bir tek Robinrayt'ın kendisini oynadığı, dram olarak başlayıp, kuntastiğe ve nihayet bilimkurguya göz kırpan filmdir.
   Sinema sanatı, yaşı geçen starlar, teknolojinin aktörlerin yerini alması, sinema "endüstrisi" gibi sinefili ilgilendiren bir açılışın ardından geçiş yapılan anime dünya; senaristlerin LSD'yi çok kaçırdığı izlenimi veriyor. İlk başlarda ilgiyle izlediğimiz bu bombastik atmosfere gözler alıştıkça ve hikaye fazla kişiselleştikçe ilgimiz düşüyor. İlgimizin dip yaptığı süreçte geçiş yapılan gerçek dünya ise distopik bir atmosferde bilimkurgunun sınırlarına giriyor.
   Senaryonun Stalislavlem'in bir romanından Arifolman tarafından adapte edildiğini öğrenince zihnimdeki taşlar yerine langadank oturdu. Efem ! Bay Lem, bilimkurgunun edebiyata dahli konusunda sözü geçen birkaç kişiden biridir. Kendisi eserlerinde ironik bir yapı kullanan yazar. Ticari kaygıdan ziyade hümanist ahlak, iletişim gibi gıllıgışlı konuları işleyerek kendine özgü bir felsefi açı yaratmıştır. Solaris romanı önce Tarkovski tarafından filme aktarılmış daha sonra holivut bunu bir rimeykle eşşeğin kıçına sokmuştur.  Olsundur. 
   Üstadın geleceğe yönelik karamsar tablosu yıllar geçtikçe insanlara makul gelmeye başlamaz diye umarak günümüzün halusinojenlerinin yan etkileri azaltıldığında bir nevi matrix evreninde yaşamamızı da kanıksayabileceğimizi düşünmemizin zamanı (eyvah fena çuvalladım) gelmekte diye algılayabiliriz. (Allam ne demek istedim ben ?)
   Şöyle açıklamaya çalışayım bari : yan etkisi olmayan bir bonzai olsa, insanlar bunu kullanarak günlük yaşamlarını sürdürebilseler ancak yaşadıklarından çok daha iyi bir dünyada yaşadıklarını zannetseler, bu bonzai türü halüsinojen yasal olsa (ve hatta teşvik edilse) kaç kişi kullanır, kimler kullanmaz ?
   İşte soru bu.
   Robinrayt'ı da görmeyi pek özlemişiz. Kendisi "Koş Forıst Koş"taki Ceni rolünden beri gözdelerimizdendi ancak yaş pek az insana böyle yakışıyor. Sefil durumu ve yaşlandırma makiyajıyla dahi güzel bir aktrist.
   Konunun obsesif olmadan sinemayı seven kişiler haricinde sevilemeyeceğini tahmin ettiğimden (ki haklı bir tahmindir), bilim kurgu ve sinema sevenler haricinde gideri yoktur.
   Sadece türün meraklılarına, Robinrayt hayranlarına, bilimkurgudistopyaseverlere öneririm. 

1 Eylül 2014 Pazartesi

"İmha Planı" Oray Eğin'den Malumun İlanı.

   Oray Eğin'i pek sevmeyen bir insanım. Yaşam tarzı (homofobik değilim), üslubu, zenginliği, giydikleri, yüzü nebliyim hiç bir şekilde hoşlandığım bir insan değil. Ancaak mottomuz (mottoyla ne işim olur ?) düsturumuz "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" olduğundan yazdıklarını da kaçırmamaya gayret ederim (...dim) . 
   Yaşadığımız modern zamanlarda, yazılı basının insanları etkileme gücünün hayli azaldığının farkındayım. Lâkin; fakir gibi gazeteyi eline aldığında keyiflenen, satır aralarını çözmeye çalışan, gazete içi dedikoduları izleyen, kaynayan medya kazanını karıştırmaktan haz alan bir kitle halâ var (iyiki de). Bu minvalde Sayın Eğin, yazılarıyla özellikle aynanın diğer tarafını gösteren bir el feneri gibidir. Sayesinde neler oluyor, neler bitiyor hep haberdar oldum. Zaman zaman layfstayl yazdığı da oluyor idi (hemmen sayfayı çeviriyor idim) ama asıl okuyucu kitlesini basının mutfağını yazmaya başladığında kazandı.
   Sonra zaman değişti. Medya; içinde "maklube" kaynayan bir karavana haline geldi. Sonra kazandan maklube de çıktı, ilginç günler yaşamaya başladık. Bu süreçte Orayeğin aykırı bir ses olarak kendini daha fazla ifade edemediğinden (haksız da değildir) ortadan kayboldu. 
   İşte "İmha Planı" (bir yılı geçen 17 Aralık sendromundan önce yazılmasına rağmen); 2002 yılından itibaren okuduğumuz dergilerin, gazetelerin, izlediğimiz (izlediğiniz) televizyon kanallarının mutfağında neler olduğunu, perde arkasında ne gibi anlaşmaların yapıldığını gösteren toplu bir medya hesaplaşması.
   "Doğan Grubu Üzerine Oynanan Oyunlar", "Oktay Ekşi neden delirdi ?", "Tavşan Kardeşi kim vurdu ?", gibi başlıklarla Hasan Cemal, Yasemin Çongar, Altan Ailesi, Fehmi Koru, Ali Kırca, Reha Muhtar, Murat Belge, Ayşe Arman, Emre Aköz, Nursuna Memecan gibi basın dünyasının tanınan şahsiyetlerinin otuziki kısım tekmili birden soap opera (ne için olur soopopıra ile) pembe dizi, korku/gerilim filmi atmosferinde yaşadıklarını (hem de görmediğimiz, bilmediğimiz tarzda) belgeliyor.
   Yazılı basına ve dedikoduya karşı koyamayan, medyadaki değişimi görebilen kitap kurtları yakın dursunlar. Gece yatmadan evvel okunduğu takdirde uyku kaçırıcı etkisi vardır. Yapmayın...