30 Nisan 2013 Salı

"The Last Stand" Valilikten Şerifliğe Giden Yol !...

   Eski dünya vücut şampiyonu da olsa insan, 66 sından sonra vücudunu göstermekte zorluk çekiyor tabiy ki. Yine de güzel kilo vermiş eski California Valisi. Sanatçının zenaatkarını sevmem. Şvarzenıgırr da öyledir. Güzel bir vücuttan başka katacağı pek bir şey yoktu sinemaya. Aksan falan hak getire (bir entınıhopkins değildir). Ne yaptı ? Önce barbarkonan oldu (konuşmazdövüşür bir prototip) sonra terminator (konuşmazsonlandırır bir prototip), komedide çuvallayınca (bakınız "ikizler", "kreş polisi") Kenedigillerden bir gelin alıp"kaliforniyaya vali olayım bari" dedi. 2011'de valilikten ayrılınca çerezlik "Harcananlar2"de küçük bir rolle kameraya ısında veee huzurlarınızda "son mevzii".
   Harcıalem bir holivut aksiyonuyla karşı karşıyayızdır sevgili sinefiller.
   Her ne kadar Güney Kore'den (o kendine özgü aksiyon estetiğiyle) yönetmen ithal etseler de, filmimiz yine holivut çerçevesinde sıkışmış kalmış, birbuçuk saatin sonunda zihni pırıl pırıl eden bir aksiyon filmidir.
   Kah American Way tarzı eski usül milliyetçiliğe göz kırpmakta, kah ateşli silah lobisine kırıtmakta, kah (ufak ufak) kendi kendine dalgasını geçmekte; kısacası zevahiri kurtarmaya çabalamaktadır.
   Yardımcı rollerde Forıst Vitıkır, Luiz Guzman (ne de severim kendilerini) ellerinden geleni yapıyor. Yönetmenimiz de elinden geleni yapmış, mısır tarlalarında Thin Red Line estetiği yakalamaya çalışmış,  aksiyon sahnelerinde Tarantino sertliği bulmaya çabalamış, yeni geldiği muhitin bütün kalıplarına uymuş, ortaya da bu film çıkmıştır.
   Bu akşam ne yapayım da bilinçaltımdaki destrudoyu yatıştırayım. Şu önümdeki bir buçuk saati  bir güzel harcayayım diyorsanız, seyredebilirsiniz. Yok derdiniz başkaysa, oturun bir otuz sayfa kitap okuyun daha iyi olur...

İş bu yorum; iki duble yeşil efe refakatinde yazıldığından fazla mantık içermeyebilir. Peşinen özür dilerim...

28 Nisan 2013 Pazar

"The Host" Teenage Bilimkurgusu...

   Hayatımda ilk kez bilimkurgu seyrederken uyukladığım filmdir.
   Meyers'in kitabından uyarlanmış bir senaryo olmasından kıllanmış olmam lazımdı halbuki. Meyers senaryosu da şu demektir : iş yaparsa devam filminin çekilmesi muhtemel, gençlere (hadi ergenlere diyelim) hitap eden, bu konuda daha önceden ortaya konan eserlerden hayli "esinlenen", gayet ticaret kokan bir mamul. 
   Filmimiz de saydığım kalıpların dışına çıkmamaktadır. Bilimkurgu olarak düşünüldüğünde parlak bir fikrin (olmuş bitmiş bir uzaylı istilası) nasıl Meyers üslubunda hamhaşat (var mıdır böyle bir sıfat ?) olduğunu maalesef üzülerek görüyoruz. 
   Konumuz kısaca şöyle : dünyamız uzaylılar tarafından istila edilmiştir, bu uzaylılar spermazoit görünümlü, insan bedenlerine konak olarak yerleşen gayet de centilmen istilacılardır (ne yalan söyleyeyim ortaya çıkan dünyaya bayıldım (reklamsız, markasız bir dünya !)). İstilacılar parlak gümüşi lens kullanmakta, kırışık göstermeyen açık renkli giysiler giymekte, dünyanın kirlenmesini durdurdukları halde felaket egzost salan, Detroit sanayisinde komple nikelaj yapılmış spor otomobiller kullanmaktadırlar. Esas kızımız (bu kızcağızın isminin söylenişini bilip de beni bilgilendirene müteşekkir olacağım) bu istilaya karşı koyabilen ender türdaşlarımızdandır. Kahramanımız bir istilacıya mecburen konak olur. Lakin direnir, istilacının  kanı da kızımıza ısınır. O da hafiften direnişçi olur, olaylar gelişir.
   Güzel başlayan ilk on dakikadan sonra, ne karakterlere ne de kurguya odaklanamayan filmimiz özellikle ilk yarıdan itibaren hafakanlar bastırmaktadır. Senaryo mantık hatalarıyla doludur (mesela uzaydan gelip dünyamızı istila eden ırkın bir termal kameralarının olmaması (daha fazlasını yazmaya vallahi yazmaya üşeniyorum)). 
   Yaratıcı bir fikrin, fena olmayan bir kadroyla (yanarım yanarım sıkı oyuncu William Hurt'un "Ceb Amca" rolünde harcanmasına yanarım) , dünyanın parasıyla nasıl yağmurda öpüşmeli, koşarak ağlamalı ergengençlik filmine görüştüğünü görmek isteyenler buyursun seyretsin. 

21 Nisan 2013 Pazar

"Lezzetin Tarihi" Prof.Dr.Zeki Tez'den Şikemperverlere...

   İddia ediyorum : bu kitap NTV yayınlarından çıksa bugüne dek çoktan on baskıyı devirmişti. Üzülerek idrak ediyoruz ki, günümüzde kitap satışlarını birazcık da (birazcıktan fazla aslında) reklam stratejileri belirliyor.
   Hocamızın kitabı, biri diğerlerinden daha geniş olmak üzere ("Tarihte Yiyecek-İçecek Kültürü Üzerine") beş başlıkta sunuluyor (diğerleri : "Kahve ve Kakao Üzerine", "Tarihin Demi : Çay", "Şekerin Tatlı Tarihi", "Tarihte Tütün Keyfi"). Ağ güncemin alt başlıklarından biri malumatfuruşluktur. Bugüne dek bu kitabı ıskalamış olmak da bendenizin ayıbıdır. 
   Kitabımız; roman ya da inceleme gibi "açıp, başından başlayıp sonuna kadar okuyayım" yöntemiyle okunacak bir kitap değildir. Üç haftadır elimde, komodinimde, iş molalarında sürüklenip duruyor henüz 153 ncü sayfasındayım. Her bir konu bir cerrah ustalığıyla incelenmiş, bir tarihçi titizliğiyle tasnif edilmiş, bir edebiyatçı diliyle yazılmıştır. Bir başlandığında sular seller gibi akmaktadır. Lakin (evet bir de işin "lakin" boyutu vardır), dağarcığımıza sunulan bilgiler o kadar ardı ardına gelmekte ve o kadar geniş bir yelpazeye yayılmaktadır ki vasati beyinlerin (Bkz. benimki) bu kadar malumatfuruşluğu hazmetmek için kallavi fasılalara ihtiyacı olmaktadır.
   Kitapta; her gün kullandığımız gıdaların tarihçelerinden, günümüze dek olan değişimlerinden, kolanın (çamaşır kolası değil ama) gelişimine, Fars kültüründeki popüler bir içecek olan "penç" ile Batı kültüründeki "punch" arasındaki korelasyona, bozadan, şıraya (müşkül ahval şahitleri), ale'den, oley'e binlerce, (abartmıyorum belki de onbinlerce) ilginç (ve yararlı) bilgiye ulaşmanız mümkün. (misal : Kaynakça 255 (yazı ile : ikiyüzellibeş) kitaptan mürekkeptir)
    Şikemperverler ve rindmeşreplere daha fazla hitap ettiği aşikardır. Tarihe, mutfağa, yeme içme kültürüne, keyif verici maddelere (sulu kuru her türlü !), bilgiye ve malumatfuruşluğa meyyalseniz kaçırmamanız gerekir. Yok benim için yemek önemli değil ekmek arası pilav benim işimi görür derseniz, okumasanız da olur.
 
Bu vesileyle bu hazineye ulaşmamı sağlayan 
Foça'daki bibliyofil dostumuz Zuhal Hanıma da bin selamlar...

18 Nisan 2013 Perşembe

"The Hedgehog" yahut "Le Herisson" veyahut Kirpi !

   Komedi olmamasına rağmen insanı sıcacık gülümseten filmdir. Okumaya meyyal olmayanlar izlediğinde bibliyofilin aldığı zevkin pek azını alabilir. Nedir; filmimizde kah Bay Leo Tolstoy, kah Bay Junichiro Tanizaki sahne alarak bibliyofilin frontal loplarını şenlendirmektedir. (bilhassa Anna Karenina'nın ilk cümlesinin, filmin düğümü olacak ilişkiye vesile olduğunda...)
   "Paloma, onbir yaşında olmasına rağmen hem yetenekli, hem de cin gibi zeki bir kızımız olduğundan, hayatın sırrını çabucak çözmüş ve aslında büyük bir akvaryumda yaşadığımızı anlamıştır. Cici kızımızın ölümle ilgili fazla birikimi olmadığından (ki maalesef ileride o da olacaktır) ve akvaryumda yaşamaya katlanamayacağından, onikinci yaşgününde intihar etmeye karar verir. Derken, ("belki şehre bir film gelir" Bay Burkay'a selam olsun) apartmana egzantrik bir komşu taşınır (doğu bilgeliğinin simgesi Bay Kakuro Ozu), apartman kapıcısı Bayan Michel'in (tanıyanlar içinse (ne şanslıdır onlar !) : Röne) değişik vasıfları öğrenilir. Olaylar gelişir."
   Filmin neredeyse tamamı kapalı mekanlarda geçmekte, hiç bir ünlü oyuncu rol almamakta, dekorkostüm masrafları neredeyse hiç olmamakta (olmadı bu cümle !), görüntü yönetmeni pek iyi iş çıkarmamakta lakin senaryonun sağlamlığı bütün bu handikapları aşarak ilk onbeş dakikadan sonra izleyiciyi sarmalamaktadır. Kullanılan animasyonların pek şık olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Filmin sonuna dek (senaryodaki ana temanın ölüm olduğu halde) akvaryumdaki balığa hallenen kedi gibi gülümsedim ve "böyle Fransız filmi olur mu ?" diye düşünürken yönetmen bey fakiri ters köşeye (hem de fena halde) yatırdı. 
   Daha fazla ayrıntı filmi bozabilir, kestim...
   Lakin filmin üzerinde durduğu temeller üzerinde iki satır yazmasam şişerim.
   "Bir insanın birden çok vasfı olabilir"
   Bu cümle fakiri kendinden almıştır. Gerçekten de her gün karşılaştığımız insanların hangi yüzlerini tanıyabiliyoruz ? Hep rastladığımız, sıradan zannettiğimiz, burun kıvırdığımız insanları nasıl, neye göre değerlendiriyoruz ? Sosyal statü, açıkça zikredilmeyen kast sistemi, varsıllık, yoksulluk... Hep bu zahiri koşullara göre değerlendirmiyor muyuz karşımızdakini ? Kaçımız aslında o insanın değişik vasıfları olduğunu merak ediyor, öğrenmeye kalkıyor ? 
    Pek azımız... Oysa yaşadığımız bu büyük akvaryumda insanların birbirini keşfetmeleri için azıcık çaba yetiyor. O zaman aslında bu akvaryumda karbonkopya lepisteslerin yanısıra zebra çikletlerin, papağan balıklarının, ejderha denizatlarının ve hatta dev medüslerin olduğunu idrak edebiliyoruz. 
   Bu kadar ahkam yeter.
   Filmi izleyenler için bir cümleye daha dikkat çekmek isterim.
   "Ne kedi dışarı çıksın, ne kapıcı içeri girsin"
   Dirim, ölüm, bitter çikolata, kediler, kitaplar, yaratıcılık, kader gibi konular ilginizi çekiyorsa, yakın durunuz. Sabi sübyanla dahi izlenebilirliği vardır. İkinci izlemeyi bile hakkeder (şahsen arşive aldım).
   Haydi iyi seyirler...


13 Nisan 2013 Cumartesi

"Jagten" Av

Ortalamanın Faşizmi
   İzlerken sinemanın gücüne bir kez daha inanmamızı sağlayan bir Danimarka filmiyle karşınızdayız sinefiller.
   Küçük bir kasabada anaokulu öğretmenliği yapan Lucas, çocuk tacizi konusunda suçlanınca yaşayakalmaya çalışır. Tretman ne ki ? Tek cümlede açıklanıveren konumuz, iki saate varan kordelamızda öyle bir işlenir ki sinefilde onarımı imkansız sinematik travmalar yaratır.  
   Kendi adıma filmin ilk yarım saatinden itibaren öyle bir gerilim ve hiddetle doldum ki, film bittiğinde içimi çekip film (özellikle de çok düşünmek gerektiren finali) hakkında düşünmek yerine, iki günlük malt viski istihkakımı onbeş dakikada bitiriverdim (yine de gerektiği kadar sakinleşemedim).
   Modern zamanlardaki bireyin yalnızlığını görüyoruz, kişilerarası ilişkilere neşter atıyoruz, toplumun değer yargılarını mikroskopa yatırıyoruz, dar bütçeyle nasıl iyi film yapılır dersi alıyoruz, objektifte geniş açı kullanımının (okul bahçesi ve kilise (ki Lucas'ın dışsallaşmasının tavan yaptığı anlardır)) duygulara nasıl yansıdığını temaşa ediyoruz, Mads Mikkelsen'in oyunculuğuna şapka çıkarıyoruz (Gazinoroyal'deki Löşif ne kadar yapaysa, Lukas o kadar gerçek (çok iyi oyuncu çok (ki bu gazla yeni dizisi Hanibal'e de bir göz aticiiz))) (Allam yazıyı yine paranteze boğdum !), Danimarka'da larsfontriers'den başka iyi yönetmenler de olduğunu anlıyoruz, kızıyoruz, çaresizliğe kapılıyoruz, düşünüyoruz.  Eee daha ne olsun !
   İzleyelim, önerelim, alışkanlığımız varsa arşive atalım hatta !...
Son söz de Gustave Le Bon'dan gelsin : 
"Sosyal bir kitlede kişi sayısı arttıkça düşünsellik azalır, duygusallık artar."(Bkz.futbol maçları)(Bkz.Jagten)

8 Nisan 2013 Pazartesi

"Gangster Squad" Çuntouchables !

 
   40'lı yılların sonu Losencılıs.
   Fötr şapkalar, yüksek belli pantalonlar, derin yırtmaçlar, tamburalı makineli tüfekler, ipek gibi bir caz, şehri haraca kesen, tüm yetkilileri satın almış sadist bir mafya babası, onun soluğunu kesmeye niyetli uyumsuzlardan oluşan bir polis grubu.
   Başrollerde Sean Penn, Ryan Gosling, Josh Brolin, Emma Stone, Giovanni Ribisi (bu covanni iyi aktör), Nick Nolte (yalnız ne yaşlanmış, ne kilo almış tomcordeş (bu benzetme nüfus kağıdını defter olarak alanlar içindir)) gibi ağır toplar.
   İnsan güzel bir şey bekler değil mi ?
   Olmamış işte. 
   Beklentileriniz düşükse, sanat yönetmeninin hatırına (çünkü hakkaten de çok çalışmış, zahir(yukarıdaki afişe bakar mısınız ?)) dizinizi kırıp seyredebilirsiniz. Sonuna kadar da ilginiz düşmez. Kostümler, dekorlar, müzikler, ambiyanns; tamm o dönemleri yansıtıyor. Görüntü yönetmeni de iyi iş çıkarmış (araba takip sahnesindeki CGI'lar falan hiç sırıtmıyor).  Senaryo, kurgu aksamıyor. Ama olmamış.
   Tüm karakterler asla derinleşmiyor (hele caşbrolin aynı yüzle başladı ve bitirdi o derece (adam öldürürken de, küvette yumuşarken de aynı mimikler))(şoonpen'den hiç bahis açmayalım lütfen (bildiğiniz losencılıslı aliağaoğlu olmuş)), bir sonraki sahne hemmencecik tahmin edilebiliyor, önceden kimin öleceği (zuhur ettiği ilk sahneden itibaren) tahmin edilebiliyor,  gerçekçilik yok, sürpriz yok, klişe üstüne klişe var, çok iyi holivut filmi olmuş.
   Yönetmenin yerine olsam, bu kadar iyi malzemeyle işe başlamadan önce, 26 yıl önce çevrilmiş olmasına rağmen bu yapımı kat be kat aşan "The Untouchables"i bir izler, arada not alırdım. Yine de hakkını yemeyelim, iyi seyirliktir (arakolpa film kriterleri Md.1 = sevdiceğim uyumadan sonuna kadar izleyebildi). Sabi sübyanla izlenmez (ilk üç dakikada, adamın biri cart diye ortadan ikiye ayrılmaktadır)
   Başlıkta Çuntouchables gibi bir şey göreceksiniz. O "Ç", çakma'nın kısaltmasıdır. 
      

7 Nisan 2013 Pazar

"Biz Apaçık Yazılar İndirmişizdir" Ağlasam mı, gülsem mi ?

   Aydının bir görevi de muhalif olmaksa, bugüne dek böyle münevver kalem görmedim.
   Her dönem, ama istisnasız her dönem, iktidarda kimin olduğu hiç önemli değil, hep muhalefet okudum (siyasal olarak). Bugünlerde bunu yapabilmek zor. Zira muhalifler pek az. Nihat Genç de okuyorum, Kaan Sezyum da... Bak üçüncü isim gelmedi aklıma. (ciddi muhalifler pek sıkıcı olabiliyorlar da)
   İtiraf ediyorum geç tanıdığım bu kalem, fakirin indinde sermuharrirdir artık. 
   Kıymet Nadir Bindebir; anladığım kadarıyla günümüzde herhangi bir basın kuruluşunda asla ve kat'a yer alamayacak denli dobra ve "kral çıplak" (ne kelime ! "padişah hepimizi s.nkaf etmekte, ediyor") diyebilen (yazabilen), bu yüzden çeşitli mecralarda (ancak hiçbiri popüler, medyatik değil) yazabilmiş, nihayetinde yazma eylemine ancak kısıtlı ulaşım imkanlı olarak kendi internet sitesinde devam edebilen bir nevi şahsına münhasır, ters organik bağlantılı (çok şükürdür o tersliklere !), uzaktan hemşehrim, yakından fikirdaşım, yazılarına (özellikle bu müptezel matbuat arasında) abonemüptelaiptila olduğum, okurken ağlasam mı gülsem mi bilemediğim, uykudan önce okuyunca uykularımın kaçtığı, öğleden sonra okuduğumda sinirlerimin bozulduğu, kahvaltıdan sonra okuyunca uykumun geldiği, bindebir bulunan nadir bir kıymettir.
   İlk yayımlanan kitabını (Hamdolsun Verdiğin İnternete) (önce param yoktu alamadım, sonra) ara tara bulamadım. İnternet sitesi üzerinden bir e-posta attım. Şık bir yanıtla, fakire bir PDF kopyasını yollayıverdi. Üstelik sefil ağ güncemden alıntılanmış tümcelerle. Böyle de zariftir. (şu anda bir "gizli böbürlenme" yaşıyorum)
   "Biz Apaçık Yazılar İndirmişizdir", yazarın 2007-2009 yılları arasında yayımlanan çeşitli kısa yazılarından oluşuyor. Dokuz ana başlık altında toplanmış hap gibi tespitler. Altına imza atabilmek, (bu paranoid ortamda) cesametli husye gerektirir. Analitik kari (yine şapka bulamadım klavyede), bu yazıların hep bir açıdan bakılarak yazıldığı eleştirisini getirebilir. Ancak fakir o denli analitik değildir. Ve o açı, tam da benim oturduğum yerden temaşa edilen açıdır. 
   Yazarın tespitleri, bombastik bir mizahla taçlandırılarak okurun gözlerine aktığından, durumun vehametini gülümseyerek (ama acı acı) idrak edebiliyoruz. Kaldı ki, mizah otoriteye karşı elimizdeki en güçlü kozdur (diye düşünüyorum). KNB de mizahı alabildiğine yetkin, ham ve zihin parlatıcı bir dozda kullanmaktadır.
   Klasik bir koro (TSM korosu ama (zira batı koroları bile en azından iki sestir)) halinde tezahür eden matbuat ve görsel medya ile çepeçevre kuşatıldığımız cessur modern zamanlarda (Haksli'ye selam olsun) KNB yazıları/kitapları bir çok insan için çölde vaha, kutupta ufo, fırtınada korunak, mide fesadında limonlu karbonat, balığın yanında rakı, peynirin yanında şarap, yağmurlu yolda önünde duran üstelik tam da gideceğin yere bırakan kadillaktır. 
   Okuyunuz, okutturunuz....
 
HAMİŞ : Bu arada "Hamdolsun Verdiğin İnternete" her ne kadar PDF olarak elimde varsa da. Kitaplığımın onsuz eksik olduğunu düşündüğümden,  bulan rastlayan olursa (bedelinin üstünde (hatta çok üstünde) bir meblağa da olsa) ödemeli kargo ile (banka hesap numarasını da belirterek) bana ulaştırabilirse minnettar kalırım.
(GÜNCELLEME : buldum, sipariş ettim. Emeği geçenlere binlerce şükran)

1 Nisan 2013 Pazartesi

"Sultanı Öldürmek" Reşat Ekrem Koçu mu olsan Sir Arthur C.Doyle mu olsam ?

   Korsan kitap piyasasının yüzünü güldüren ve korsan jargonunda kısaca "Sultan" olarak adlandırılan bir Ahmet Ümit polisiyesiyle karşınızdayız iflah olmaz bibliyofiller. 
   Sayın Ümit'in en hafakanlar bastıran romanlarından biri olduğunu itiraf etmeliyim. Günümüzde işlenen bir cinayetin; birinci tekil şüphelisinin ağzından anlatılan öyküsü, ilk yirmi sayfasından itibaren (zannımca gereksizce uzun) iç sayıklamalar ve ilk çeyreğinden itibaren de (zannımca güzelce bilgilendirici) tarihsel bilgilerle şekilleniyor. Vedat Türkali'yi çağrıştıran iç sayıklamalar çıkınca 200 sayfa kadar kısalabilecek romanımız, tarihi bilgiler de çıkınca rahat bir 150 sayfa daha kısalabilir ve okunması çok kolay bir 150 sayfalık polisiye kitap olabilirmiş.
   Yalnız şöyle de bir sakıncası var : olay örgüsü; iç konuşmalar ve tarihi gerçeklerle o denli girift bir şekilde örülmüş ki, bu saydıklarım çıkınca "cingöz recai" tarzında kuru bir polisiye kalıyor elimizde. O halde gözümüz mahkum bu 528 sayfalık cesametli kitabı okumaya koyuliciiz.
   Ama Sayın Bay Ümit'in "Sis ve Gece"si ile "Beyoğlu Rapsodisi" kalibresinde bir şey bekliyorsanız, hiç yaklaşmayınız. Zira bittikten sonra ağızda kekremsi bir tat bırakan, "ohh ne iyi yapmışım da okumuşum" diyeceğiniz bir polisiye değildir.