30 Ocak 2013 Çarşamba

"Life of Pi" Hindistan Yavaştan Kendini Sevdirir...

"Pi inancını sorgular."

Filmimizin konusunu da böylece verdikten sonra gelelim tamamen sübjektif tespitlere.

   Filmimiz açılış sahnesinden itibaren bendenizi içine dahil etmiş ve sonuna kadar da bırakmamıştır. Çünkü, severim dış ses eşliğinde kartpostal çekimlerle hızlı ilerleyen senaryo antrelerini. Artı bu sahneler çekim yenilikleriyle (bkz.filmdeki paris yüzme havuzundaki alttan çekimler, Hindistan'ın gogen tabloları gibi çekimleri, filikadaki gece çekimleri vs.) geliyorsa kaymaklı ekmek kadayıfıdır (arası vişne şuruplu...). 

   Şöyle hakkında yazılanlara bir baktım da : film hakkında nesnel olarak herkesin aynı şeyi söylediği halde (görselliğinin ulaştığı yer (rakımı oldukça yüksek bir zirve), kurgunun akıcılığı, çekimlerin güzelliği vs.) alınan mesajlar konusunda ciddi bir kavram kargaşasının yaşandığını gördüm. Bu konuda son yarım saatte yaşananlara alternatif ikinci (daha gerçekçi, daha rasyonel) bir hikaye verilmekte ve gereken açıklamalar yapılmaktadır. Da arada birtakım ciddi kayıplar, mantık hataları vardır. Sanırım herkesin farklı mesaj algılaması da bunların etkisidir. Kişisel olarak : verilen hikayenin bir metaforlar silsilesi olduğunu ilk yarım saatten sonra aymıştım. 
   Nedir : herkesin idraki (gerçeği-inancı-algısı) kendinedir. Çürümüş ete ben yaklaşmam, çakal bayılır. Çiğ balıktan pek hazzetmem, Gollum'un ağzı sulanır. Gibi...

   Yalnız iki saati aşkın sürece, izlediğimiz şükela okyanus çekimlerinden ziyade Hindistan'daki gece ayini fakiri kendinden geçirmiştir. Bir de o düşünce tarzı (hayata yaklaşım), beynimi şımşıkırdak yapmıştır.  Hele ki bir de izlediğim günden sonra kazara tanıştığım bir o dünya insanı ile kanlı canlı bir tanışma yaşamam, uzun hoşça bir sohbet sohbetlemem bu deneyimin üstüne sade okkalı bir Türk kahvesi gibi gelmiştir. 
   Dünyanın bir çok yerinden çeşitli insanla karşılaştım, tanıştım, sohbet kazanları kaynattım. Hiç biri, huzura ermiş doğu insanı kadar beni kendine çekmedi. Milliyet önemli değil. Hintli olur, Çinli olur, İranlı olur, Malezyalı olur. On dakikalık girizgahtan sonra bir şekilde kendinizi yakın hissettiğinizi, düşüncelerinden olumlu ışınımlar yayıldığını duyumsarsınız.  Şaşırırsınız. 
   Görüldüğü üzre filmden iyice koptuk. Hemmen toparlanıyor ve hap bilgilerimizi veriyoruz.
   Çocuklarla seyredilebilesidir, 
   İkinciye izlenebilesidir (var mı böyle bir betimleme ?),
   Arşive katılasıdır.
   Derler ki : üç buutlu (eskiden böyle derlerdi, hatırlayanınız var mı ?) efektleri gözalıcıymış, ben iki boyutlu izledim. Yine de etkileyiciydi, naçizane fikrim = filmin efektlerinin aslında bir nevi aksesuar olduğu, asıl izlenmesi gerekenin verilen meşaz olduğu yönündedir (yamuluyorsam düzeltiniz). 
    Bütçeden ikibin doları bir kenara ayırır ayırmaz Hindistan'a koşma isteği vermektedir.
   Haydi iyi seyirler...

28 Ocak 2013 Pazartesi

"Shadow Dancer" Terörün Acımasız Yüzü...

   1973. Belfast. Yeniyetme kızımız (kolet), babasına sigara almak için kendi yerine küçük kardeşini yollar. Küçük kardeş, bir kaza kurşununa hedef olur, ölür... Al sana bir ömür sürecek vicdan azabı ve kin tohumu.
   Aradan 20 sene sonra yine Belfast... Kolet büyümüş ve hayatın normal akışına aykırı olmayacak şekilde IRA'nın muhalif alt kanatlarının birinde ufaktan eylemlere başlamıştır. Bu arada babasız çocuğuna annelik de yapmakta ancak eylemleri gerçekleştirirken vicdanını kapatamamakta bu durum da MI5'in dikkatini çekmektedir.
   Arada aksayan ve gevşeyen temposu zaman zaman esnemelere neden olsa da, özellikle sonlara doğru olagelen gelişmeler insanı koltuğundan doğrultmakta ve terör denilen belanın nasıl çetrefilli ve insankıyıcı bir mekanizma olduğunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.    Klayvovın'ın oyunculuğu vasatın üstünde olmakla birlikte Koleti canlandıran Andrearaysboro, canlandırdığı rolün hakkını fazlasıyla vermektedir. Haydi vücut dili, mimikler falan çalışılır da, içinde bulunduğu kararsızlık ve çaresizlik anlarını gözlerinin içine, bakışlarına yansıtması alkışı hakketmektedir. 

   Müzikler, kostümler, dekorlar dönemi aynen yansıtmaktadır.  Yukarıda da yazdığım gibi kimi zaman sarkan diyaloglar olsa da, terör denilen olguyu tam da olduğu gibi yansıtmakta, standart holivut gibi hoplamalı patlamalı efektler olmadan da terör filmi çekilebileceğini (hem de daha iyi şekilde çekilebileceğini) kanıtlamaktadır. 

   Kolet kızımızın Kevın'la yaptığı görüşme öncesi yere serilen naylonlar, Mek'in sonu, Kolet'in annesinin dramı ve buna benzer onlarca hikaye; terör karşısında her iki tarafın nasıl insanlıkdışı (kıyma makinesi gibi) davrandığını göstermesi açısından ibret vericidir.
   Çocuklarla da izlenebilir (nasıl olsa bir yerden sonra sıkılıp gideceklerdir). Eğlencelik film değildir bu beklentiyle başına oturmayın. Ama başına oturmayı da ihmal etmeyin...

"Hollywood'u Kapattığım Gün" Alev Alatlı'nın Gözünden Holivut.

   Önceden belirteyim ki : iş bu kitap bu ağ güncesinde yazılmasa, güncemiz eksik kalırdı. 
   Alatlı'nın müptelasıyız. İptilamız (vivalamuerte dörtlemesinden şallak mallak olduğumuz) yirmi yıl önceki gibi değil elbette ama yine de müptelasıyız. Ne var yemek kitabı yazmasında ! Okumadım ama düşünüyorum okumayı...
   Bırakalım Sayın Alatlı'yı savunmayı. Kitaba gelelim.
   Sayın Alatlı'nın daha önceki kitaplarına aşinaysanız bir tereddüt yaşamanız doğaldır. Çünkü özellikle "Gogol'un İzinde" dörtlemesi (dördüncüsü de yazılıyor an itibarıyla) olağan kâriye (Bestami Bey'e selam olsun) saç baş yolduracak bir üslupla yazılır. Bu serinin okunması için zorlu birtakım merhaleleri geride bırakmış olmak (referans kitaplarının el altında olması, çok iyi bir coğrafya ve tarih bilgisi elzemdir, yusuf peygamber sabrı olsa iyi olurdur, vs.vs.) gerektir.
   Holivut kitabı öyle değil. Zaten arada yazılmış (iyi ki de öyle olmuş) bir kitap. Kapakta deneme yazmasına rağmen deneme değil, söyleşi, anı, makale de değil. Tek bölümden oluşan, oldukça sebil dipnotlu, ingilizceye aşina olanların daha fazla zevkedeceği, anlaması kolay,  bir o kadar da çarpıcı bir bilgilendirme silsilesi. "Bir hap, bir kuş yok yok bir uçak, hayır Süpermen !" Bakınız bu replik de kitaptan.
   Neler öğrenmiyoruzdur ki :
   Teddy Bear namıyla maruf ayıcıkların etimolojisi (ki düşündürürken acı acı güldürmüştür fakiri),
   Süpermen ve incil korelasyonu (düşününce apaşikar ancak aradaki bağıntıyı kurabilmek, rikkatli bir dikkat ister !)
   Amerika ve Holivut arasındaki rabıta (Bkz.Fettah Tamince ve Ramsey Gür ile iktidar ilişkisi kıvamında (ki bunlar yazarken irticalen aklıma geliveren isimler yoksa bir otuz saniye düşünsem bu ve bunun türevleri gibi daha çok isim bulurum))
   Conveyn'in "Bay Amerika" olması,
   Starlık müessesesi (starlık ciddi bir müessesedir ! gülmeyiniz) ve eğitim durumları (okurken çok güldüm. Mesela Jerardipardiyö ilkokul terk gibi)
   Kadın ve erkek prototip, stereotiplerin yaratılış teoremi,
   Köle ve kadınların hak mücadelesi,
   Savaş, çizgiroman, sinema bağıntısı,
   Holivutun kuruluşu,
   Edison'un hayınlıkları,
   Amerikan Rüyası.

   Hasılı dost sohbetlerinde malutmatfuruşluk edebileceğiniz onlarca konu ve bilgi....

   Nedir; her sinefilin mutlak surette okuması elzem bir eserdir. Çünkü okuyunca ve anlayınca, hayranlıkla seyrettiğiniz holivut kordelalarına daha başka bir gözle bakmaya başlayacaksınız. 
    Bu mecrada daha önce dile getirilmiş bazı sorunları ve tespitleri de daha iyi anlayacaksınız. (mesela bkz.açılan sayfada Ken Looh'un dedikleri)
   Meraklısı için yazarla yapılmış bir ropörtajın bağlantısı aşağıdadır. Tafsilatlı bilgi oradan da edinilebilir. Okuyunuz, okutturunuz. Bkz.ropörtaj 
HAMİŞ : Pahalı da değildir. idefiks fiyatı 14.40 TL. 

27 Ocak 2013 Pazar

"Celda 211" Hem nalına, hem mıhına !...

1. Çocukları yatırın.
2. Kan tutanları uzaklaştırın.
   En önemli iki uyarımızı da yaptıktan sonra açılış sahnesine buyurun = sigaranın filtresini yakıp, eriyen kısmı keskinleştirip sertleştiren yaşlıca bir mahkum, bileklerine (intihara hakikaten niyetli olanların yaptığı gibi) boylamasına iki derin kesik atıp, lavabodaki suya yatırıyor kanayan bileklerini...
   Filmin sonlarına dek, açılış sahnesinin "herhalde hapisane ruhunu yansıtmak" için verilen bir ordövr olduğunu zannediyor ve yanılıyorsunuz. 
   Körpe gardiyan Huan Olivır işe başladığının ilk günü, patlayan bir hapisane isyanının içinde kalır. Hayatta kalmak için tek umudu olmadığı bir insan gibi davranmaktır.


   Luistosar sağolsun, şu aralar İspanyol filmlerine sardırdı garibi. Önce Mientras Duermes sonra Celda 211. Yakında da arkası geliyor. Nedir, belki de (okuduğum kitaptan da kaynaklanıyor olabilir) holivutu kapatmanın zamanı gelmiştir. 
   Hapisane filmlerini severim. Şavşankrıdempşın (valla ingilizcesini yazmaya üşendim)'ın önce hikayesini, sonra filmini sevmiştim. Zaten yeniyetmelikten gelen bir Papiyon (valla fransızcasını yazmaya üşendim (bugün çok tembel günümdeyim)) sempatisi vardı. Ve nihayet dedim ki "Un Prophete  (şimdi bunun yazılımı için tembellik edecek halim yok, elbette aslını yazacağız) bu tarz filmlere noktayı koymuştur". Yanılmışım. 2009'da bu konuda iki nokta konulmuştur. Diğeri de 211 numaralı hücredir.
   Ahlak ve adalet konusunda izleyiciyi fena halde ters köşeye yatırmaktadır.
   Bay Kafka, bu filmi izleseydi Gregor Samsa'nın ismini belki de Huan Oliver koyardı.
   Malamadreyi oynayan Sinyor Tosar, sen nebçim adamsın ? Tüm film boyunca o sesi nasıl değiştirdin (adam hep brutal vokalde konuşuyor) ? Malamadreye nasıl kan can verdin ? 
   Filmde gerçek bir hapisanede, gerçek mahkumlar kullanılmış (o yüzden holivut versiyonlarındaki gibi sırf kastan oluşan stereotipler değil "mahkum" gibi mahkumlarla müşerref oluyoruz). Yazılacak çok şey, tuşlara basacak az enerji var. Film hakkında yazsam sayfalarca yazar, (zaten mahdut miktardaki) kariyi sıkarız. ("kari" de ne güzel kelimedir (klavyelerde neden şapka yoktur ?))
   


Hasılı kelam :(bak yine şapkamı arıyorum ! (hem de iki kelime için birden))
   Aksiyonlu hapisane filmi, dram seviyorsanız, istediğinizi alacaksınız.
   Hak, haklılık, adalet, hukuk, digerkamlık (moda deyimle empati) konularında hassasiyetleri olanlar, istediğinizi alacaksınız.
   Sinefiller ! İstediğinizi alacaksınız.
   Nedir : herkesin istediğini alacağı sıradışı bir hapisane filmidir. İzleyiniz, izlettiriniz, arşive atınız.

25 Ocak 2013 Cuma

"Yaşlılık Günlüğü" Salah Birsel'den Kuşbakışı Bakışlar...

   "Günlük, Çağdaş Türk Edebiyatında, Salah Birsel'le, 1940'ların sonunda doğmuş bir sözcüktür. Birsel'in bu günlüğünde, sultanlar, padişahlar, krallar, kraliçeler; paşalar; yazarlar, çizerler; şairler ve şekerciler; yerliler, yabancılar, ölü ve diri binlerce kişi yer alıyor. 
   Politika ve edebiyat/Tarih ve şiir/Dün ve bugün/Amerika, Almanya ve Fransa/İrlanda, İtalya ve Osanlı ve "Genç Türkler" bu günlükte, günü geldiğinde yerlerini alıyorlar.
   Bu "Yaşlılık Günlüğü"nde yok, yoktur."
   Diyor arka kapak.
   Nedir : Salah Ustanın 1980-1985 yılları arasındaki altmışküsurlu yaşları konu aldığından, günlük sayfalarında bir çok sağlık sorunları ve bunlara deva bulan ilaçlara rastlamaktayız. Bununla birlikte, bu satırlar okuma keyfimizi kaçırmamakta, bilakis bir "yaşlılık" günlüğü okumakta olduğumuzu daha iyi hissettirmektedir. Arka kapak tanıtımında belirtildiği üzre bu günlükte yok, yoktur. Edebiyat, çalışma azmi, çalışma disiplini, arkadaşlık, yaşlılık, günlük, şiir gibi konulara yakınlık duyuyorsanız ve okuma aralarında kafanızı rahatlatacak bir arkadaşa ihtiyacınız varsa öneririm.
   Bir ön fikriniz olması açısından günlükten seçtiğim pasajlar, Salah Ustanın fotografisinin hemen altında, isteyen bir göz atar.
   "Kitaplar ayışığıdır, fanuslu ağır lambadır.

   "Yandım Şeker" oyun havasıdır.
   Sıkılıp suyu içilmemiş olsa bile, yarılmış, bir yerlerinin tadına bakılmıştır. Sonra da yemeye kıyılamayıp rafa kaldırılmıştır.
   Ama bilirsiniz ki o kafası ayarlı sizindir, sizin sevgilinizdir. Onu istediğiniz zaman çekip okuyabilirsiniz. El sürmediğiniz vakitlerde bile dünyanın gizini sakladığına inanırsınız.
   Bir yerde, okunmamış kitap okunmuşundan daha punktur."

   "Ne güzeldir içten bir kitapla, şakırdak bir kitapla birdenbire karşılaşıvermek.
   Daha bir dakika önce, yepyeni bir kapının açılacağını bilmediğiniz halde, işte şimdi, kitabı elinize alır almaz, Bağdat Kalesi ayarında kırk kale dikilivermiştir başucunuza.
   Doğrusu yaş yaşamış, çölçıldır dağlar aşmış kimselerin yeni ve çekici bir kitapla burun buruna gelmesi oldukça zordur.
   Arjantin'li yazar Julio Cortazar'ın Gizli Silahlar (Las Armas Secretas) adlı öykü kitabını karıştırırken aklımdan bunları geçiriyordum.
   Kitabı, içindeki "Pusuya Düşen Adam" öyküsü için getirtmiştim. Alto saksocu Charlie Parker'le ilgiliydi. 
   Kitaptan bir iki satır okumuştum ki içime portakal şurubu gibi bir şey akıtılıyor sandım. 
   Nedir, benim batasıca bir huyum da vardır; bir kitabı elime alınca onu sevmek için alırım."

   "Doğa yaratıyor, büyütüyor, harmanlıyor, eskitiyor ve çürütüyor. Bizse doğanın içinde ne olduğumuzu, neyin kurdelasını kestiğimizi bilmeden yaşıyoruz. Kimi zaman ona kafa tuttuğumuzu, sırtını yere getirdiğimizi sanıyorsak da sonunda yenik düşen yine biziz.
   İnsan doğa değil, doğanın çapul küreği.
   Sürüp giden de biz değiliz, doğadır."

   Bu minvalde sürer gider...

23 Ocak 2013 Çarşamba

"Silver Linings Playbook"

   Pelikulamız, pazarlamacılık stratejisinin mükemmel bir örneğidir.
   Kadromuz şükeladır. (Bakarmısınız = bredlikuupır, cenifırlourıns, rabırtdeniro, kıristakır, culyastayls vs.)
   IMDB puanımız (gün itibarıyla) 8.1'dir. 
   Tam sekiz dalda Oskara adaydır (boru değil) Çeşitli ödüllere 47 adaylığı, 18 kazanmışlığı vardır.
   Eleştirmenler ağızbirliği etmişçesine temennalar, şakşakalar yağdırmışlardır.
   Ya ben zırcahil, zevksizin tekiyim ya da ilk cümlem doğrudur, bilmiyorum.
   Arızalı karakterlerin bir şekilde birbirlerini bulmasıyla, "galiba ilginç bir filmle karşı karşıyayım" hissini, filmin ortasından itibaren "haa tipik vasat bir amerikan orta sınıf dramasının, ortalamanın azıcık üstü oyunculukla birleştiği, bildik filmlerden" hissine bıraktıran bir yapımdır. 
   Evet bredlikuupırın oyunculuğu iyidir, cenifır kızımız elinden geleni yapmakta lakin iç gıcıklayan hatları ve maalesef fazla mimik oturtamadığı yüzüyle zevahiri kurtaramamakta, sonlara doğru yaklaşan düğüm noktasında (ki bu klişenin everestidir) yılda iki film seyreden birinin bile tahminlerinin doğru çıktığı bir final bizleri beklemektedir. Rabırtdeniro'nun varlığı bile filmi belirli bir kategorinin üstüne çıkartamamaktadır. 
   Haa ! Benim fazla bir beklentim yok. Akşam kafayı boşaltayım. Arada durdurup (sinemada izlenmeye değmez) içeceğimi tazeleyeyim derseniz öneririm. Lakin şanjanlı tanıtımlara kapılıp da "hah başyapıt göreceğim" diye beklentilere girmeyin, hayalkırıklığına uğrarsınız.
HAMİŞ : Kıristakır'ı özlemişiz. Sahi noo'ldu ona ?

22 Ocak 2013 Salı

"Mientras Duermes" Saf Kötülük...

   Efektsiz, zıplamasız, hoplamasız, "zınnn zınnn" müziksiz, üstelik de korkutmadan gerilim olabilir mi ? sorusunun cevabına "EVET" dedirten bir gerilimle yine huzurlarınızdayız sinefiller...
   Sezar; mutlu olamayan bir insankişisidir, lakin bu durumunu çevresindekilere de yaymak ister. Konumuz budur.
   Yönetmenimiz Sinyor Balaguero, herkesin başına gelebilecek, belki de günlük yaşamımızda karşılaştığımız (ya da karşılaşabileceğimiz) türden bir olayı/kişiyi filmine konu ediyor. Efektlerle, gerilimli müziklerle süslemeden, abartmadan bir saat kırk dakikada bizlere aktarıyor. Yemin ediyorum son yıllarda bu kadar gerim gerim gerildiğim ve his hisss hislendiğim bir gerilim filmi olmamıştır. 

   Nedir : gerilim ve korku filmi sevmem. Zira bana hayattan kopuk gelir. Yok ! zombiler, hayaletler, vampirler, kurtadamlar, lanetli evler, vesaireler. Bunları bana başka kisvede sunabiliyorsa itirazım yok. Komedi olur (Bkz.), fantazya (Bkz.) olur, her türlü !... Başka ambalajlardaki korku ve gerilime itirazım yok, amma velakin selülozik kordelamız bana BÖÖ diyerek yaklaşıyorsa, hiç şansı yoktur.
   Filmimiz böyle değil, açılış sekansından itibaren izleyiciyi saran bir havası var. Önceleri sadece mutsuz bir apartman görevlisinin hayatına şahit olacağımızı zannederken (Yusuf Atılgan, Ömer Kavur, Macit Koper ve Anayurt Otelinin mutsuz görevlisi Zebercet'e selam olsun !), başrolümüz emin adımlarla sağlam psikopatlığa ve hatta sonlara doğru sosyopatlığa doğru ilerliyor. Bu kadar gerilmemizdeki asıl neden : izlediğimiz olayların bizim de başımıza gelebilecek sıradan olaylar olmasıdır. (allerji olabilmemiz, evimizi böceklerin basabilmesi, yalnız bir hayat sürmemiz vb.) Sezar; bu sıradanlıkların kiminin müsebbibidir kiminin tespitçisi.  Hayatının her anını insanların mutsuzluğuna adamış bu başrolümüz (şaaerrefsizin evladı), düzenli olarak hastanede ziyaret ettiği anacığına bile cehennem azabı yaşatmakta, fıtratında gülümseme olan bir kadıncağızı (ömrünün sonuna kadar) mutsuz edebilecek nedenler üretmekte, giderayak köpekleriyle yaşayan tonton bir teyzemizin hayatını da ayaküstü karartmaktadır.  Sinyor yönetmenimiz, gerçek hayatta belki de melek kadar masum bir insanı (luis tosar), benim indimde sinemadaki en kötü adamların en tepesine getirtmiştir.
   Kendisini tebrik ediyorum. 
   Gerilime ve sinemaya meraklıysanız, ve hatta sinemaya meraklıysanız; İspanyol sinemasının bu (bence) görülmesi gereken filmine kayıtsız kalmayınız. Yalnız film bitince içinizde oluşan sinir ve kızgınlık hislerinizi lütfen bana yöneltmeyiniz, bu konuda batıl inançlarım vardır.
   
   Arakolpa çekilir... 
NOT : Vallahi bunları yazarken içimden Sezarı aç köpeklere yedirme isteği duydum.


21 Ocak 2013 Pazartesi

"Argo" Film iyi de, gerçek komik !..

   Gerçek olaylara dayandırılmış filmler çeker bendenizi. Argo da işte böyle bir film. Altın Küre'de en iyi yönetmen ödülünü alıp yedi dalda da oskara aday olunca, bir gaza gelip izledik.
   "1980'de İran'ın Amerikan Büyükelçiliğinde rehin alınanların arasından kaçıp Kanada Konsolosunun evine sığınan altı büyükelçilik görevlisini, CIA bir operasyonla ülkeden kaçırır." Konumuz budur...
   Benefflekt yönetmenlik işini iyi kıvırmış, ortaya eli yüzü düzgün, sonuna kadar bıkmadan izlettiren (ki sonu belli filmlerde bunu yapmak zordur), sanki belgesel izliyormuş izlenimi veren güzel bir dönem filmi çıkmıştır. Nedir : filmimizin asıl başarısı sanat yönetmenindedir kanımca. Filmin sonunda; olayın asıl görüntüleri izlenince, kast seçiminin nasıl profesyonelce yapıldığını (aktörler neredeyse asıllarının aynısı), sahnelerin canlandırılmasının ise nasıl gerçeğini aratmayacak detayları içerdiğini görerek yaşıyoruz (elçiliğin basılması sahneleri vs.). Dönemin hiç bir ayrıntısı atlanmamıştır (kullanılan bilgisayar programlarından, kostümlere, aksesuarlara ve hatta kullanılan dile kadar). Elınarkin, Conguudmın kimyası tutmuştur. (da Elınarkin'in "en iyi yardımcı oyuncu" oskarı almasına neden olacak pek bir oyunculuk da görememişimdir.)
   İlk yarının akışı biraz yavaş olmasına rağmen son sahnelerde kurgunun şükela tasarımı sayesinde heyecan basmakta, finalde tansiyon pik yapmaktadır.  Dönem filmi olarak rahatlıkla izlenebilir, can sıkmaz, iyi vakit geçirtir. Lakin fakirin gözünde asla bir "Tinker, Tailor, Soldier, Spy" değildir, olabilemez...
   Gelelim sübjektif yorumlara :
   80'li yılların İran'ını canlandırmak için günümüz Türkiye'sinin plato olarak kullanılması ve bunun hiç yadırganmaması, şehir planlamacılarımızın kulaklarını çınçın çınlatmama neden olmuştur.
   O yılların CIA planlamacılarının kafası da süper kafaymış hani. Adamlarını İran'dan kaçırmak için yaptıkları plan şudur  : "Türkiye üzerinden bisiklete binerek kaçsınlar." tam ohannesburger diyecekken bir derece daha az embesil olan ajanımız "yav çakma bilimkurgu filmi çekerken adamları kaçıralım" der. Yetkililer de "peki o zaman" derler. Şimdi bundan güzel komedi filmi çıkar. Hani operasyon başlayıncaya kadar aradan bayağı da bir zaman geçiyor. Mahsur kalan adamlar sakal koyversin, kadınlar ise çarşaf giysin, gitsinler Basra Körfezindeki Buşehr'e, binsinler bir gemiye serin serin kaçsınlar. Pek düşünmeden aklıma gelen ilk çözüm bu. Yarım saat daha düşünürsem daha iyisini bulurum kesin. De bu örgüt, en yetenekli analistleri, stratejistleri, think-tank'leri olan, bütçesi neredeyse sınırsız bir kurum. Ortaya çıkan çözüm ise evlere şenlik (Ertem Eğilmez'e selam olsun) bir senaryodur. İranlıların bunu yemesi ise daha da patetiktir. Bilmiyorum seksenler kafası böyle birşey demek ki. 


20 Ocak 2013 Pazar

"Babam Nurullah Ataç" Kızından...

  Kızı Meral Ataç Tolluoğlu oturmuş, genç Cumhuriyetin edebiyatta yazında söz sahibi eleştirmeni Nurullah Ataç'ı kendi gözünden kaleme almış. Ataç'ın denemelerine, eleştirilerine, çevirilerine hayran olabilirsiniz lakin Meral Hanım (en azından kalemşorluğu) hiç babasına çekmemiş. Kimi onbeş onaltı sayfalık kimi ise bir iki sayfalık başlıklar halinde babasına ait aklında kalanları pek de edebi olmayan ve neredeyse kuru diyebileceğim bir üslupla okura aktarmış.
    Anlatılanlar ışığında tanıdığım Nurullah Ataç'a pek kanım ısınmadı, hatta bir iki yerde ciddi ciddi soğudum kendisinden. Sonradan kendi kendime yorumladığımda : Nurullah Bey'in sadece düşünsel hayatı dışındaki hayatının yansıtıldığını, satırlarda geçen yaşanmışlıkların sadece ev yaşantısı olduğunu idrak ettim.
    Eskilerin bir dediği vardır (pek de severim) "ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz". Okuduklarım sadece (bu deyiş üzerinden değerlendirdiğimizde) "laf" kısmı idi. "İş" kısmına gelince durum biraz değişiyor. Ataç'ın dil üzerindeki titizlenmesi, ödün vermezliği, emekleri; hakikaten takdir edilmeyecek gibi değildir. Toplumun mihenk taşlarının en önemlisinin dil olduğunu idrak etmiş, bir toplum için gelişmenin ve yaşayakalmanın yegane unsurunun dil faktörü olduğunu o günlerde dahi sezebilmiş ve bunun için elinden geleni (çevresindekileri kırmak pahasına dahi olsa) tereddütsüz yapmıştır. Kendisini sadece bu kitap üzerinden değil, yaşadığı dönemin şartları düşünülerek ve yaptığı işler incelenerek değerlendirilmesi ve tanınması çok daha yerinde olur.
   Diye düşünüyorum...

18 Ocak 2013 Cuma

"Django Unchained" Açar Yediveren Kan Çiçekleri.

   "Alman bir ödül avcısının yardımıyla, eski köle Cengo kaybettiği karısının izini sürer." Konumuz budur.
   Saçıbeyazlar hatırlayacaklardır : televizyonda TRT'nin tek kanal olduğu günlerde, haftasonları yayın her zamankinden erken başlar ve pazar kahvaltılarında genellikle kovboy filmleri izlenirdi. Conveynler, Kerigırentler, Körkdaglıslar heep çocuk kafalarımızın içinde kötüleri patır patır yere devirirlerdi. Filmimizde, yazıların çıktığı ilk sahnelerden itibaren (kırmızı western fontlar, uzaktan yakınlaşan planlar ve tabiyki Tarantino (bu adamın soyadı da fonetik olarak tarantulaya ne kadar benziyor)'nun seçtiği bombadillo müziklerle) bize pazar sabahı kovboy filmlerini çağrıştırıyor.
   Üç saate yakın süresince; esinlendiği tarzın dışına çıkmayarak; ancak dikkatli gözler tarafından kadim tarza pek çok yenilik kattığı gözlenen filmimiz, hoşça vakit geçirtmektedir. Biliyoruzdur ki, esas oğlana hiç bir şey olmayacak, ikincil iyi karakterler genellikle feda edilecek, kötüler muhakkak cezalandırılacak (mümkünse bol kanlı ve patlamalı bir şekilde), filmin sonunda esaslı bir çatışma olacak, yazılar çıkmadan önce de (mümkünse büyük alevli bir sahnenin önünde) esas oğlanımız koluna sevdiceğini takarak uzaklara dörtnala at haydeleyecektir (Trakyalılara selam olsun !).
   Ceymifoks (ki bu rol için ilk düşünülen Vilsimit'in yerine oynamış, pek de iyi olmuştur), Semyılceksın, Leonardodikapriyo, (ve hatta) Frankonero (asıl Cengo'ya da selam olsun !) iyidir. Kristofırvoltz ise sosyopat ve centilmen ödül avcısı diş doktoru rolünde çok iyidir. Sadece onu izlemek için bile görülebilir. Müzikler pek yerli yerinde kullanılmıştır (sadece bazı sahnelerde kullanılan rap parçaları künefede midye hissi vermiştir ama olsundur (şu aralar gereksizce Ah Muhsin Ünlü okumaktayımdır da ("annemi üzdüm böylece hep bana trenler çarpsın"), üslup ister istemez kaymaktadır)). 
   Tarantino; mutad üzre bu filminde de de ilginç (ilk izlenimde gereksiz gibi gelen) diyaloglarla uzamış sahneler, kanın litrelerce aktığı aksiyon sahneleri (bkz.Livaneli'den Kan Çiçekleri), kendisinin de göründüğü sahneler (ki gözden kaybolduğu sahne fakiri yarmıştır),  önceki filmlerine gönderme yapan sahneler ve esinlendiği tarzın belli başlı filmlerine yapılmış gizli selamlamalarla dolu sahneler çekmiştir. Nedir : dikkatsiz sinefiller için bunlar zahiri değil batınidir. Onlar sadece (görünürde) laylaylom westerni izleyip hoşça vakit geçirecekler, dikkatli sinefiller ise filmin sonunda çevirecek bir hayli geyik detayı elde edeceklerdir.
   Aslında filmimiz çiğbörektir. Usulü bellidir, malzemesi bellidir (un ve et), pişirilişi, şekli, servis yöntemi hep bellidir. Ama işi bilen (tatarlardan çibürek yiyenler tayfası) gurmeler bu çiğböreğin ununun durum buğdayından yapıldığını, harcına sirke yerine shiraz katıldığını, bir tutamcık kişniş ilave edildiğini, elektrikli fritözde değil döküm kazanda harlı ateşte piştiğini anlayacak, sıradan fanilere nazaran daha büyük bir taam tatmini yaşayacaklardır (teşbihte hata olmaz)
   Kohen biraderlerin western türündeki "True Grit" tüy dikmesi gibi birşeyle karşılaşmaktan korkuyordum, korktuğum başıma gelmedi. Lakin bir "Inglourious Basterds" da değildir indimizde. Tarantino seviyorsanız ya da kovboy filmi seviyorsanız izleyiniz. Kan tutuyorsa ya da salon sinefiliyseniz görmeseniz de olurdur. 


16 Ocak 2013 Çarşamba

"Rum Memet" Ferhan Bey'den Denemeler...

   Bay Şensoy her zaman yaptığını yapmış, yine ortaoyuncuları yayıncılıktan, yine kafaaçan bir üslupla, yine denemeler döktürmüş. Kendisinin önceki denemelerine aşinaysanız bunlarda da öncekilerden farklı birşey bulamayacaksınız. Kimi zaman kendi kendine konuşur gibi anlattığı  çevresinden cımbızla seçilen karakterleri, kimi zaman aklına takılan olayları çoğunlukla gülümseten ve dilimize attırdığı taklalarla gözlerimizin önüne, içinden Emel Sayın çıkan halının açılarak serildiği gibi sermektedir. 
   Nedir : ustanın önceki denemelerini okuduysanız bunu itidale dayanarak fazla sık gerçekleştirmeyiniz. Zira üstadın üslubu, bir zaviyeden sonra kanıksanmakta aradan uzun aralar verdikten sonra yapılan okumalardaki tadı vermemektedir (üstüste baklava yenilmesi ve bıkkınlık bağlantısı). Mümkünse üslubu unutacak denli bir ara verin, sonra okursunuz.
   Bir alıntı :
" -Özel Harekat Dairesi nedir baba ?
diye sordular kızlar.
- Çok özel hareketler yapan bir daire ! soyut yanıtıyla geçiştirdim soruyu"
şeklinde naif mizah da vardır, daha giriftleri de.
   Yalnız mutad üzere tanıtımımın altına bir fotografi araştırayım derken, merhum Erol Günaydın'ın cenaze töreninde çekilmiş aşağıdaki fotoğrafı buldum. Herhalde en son çekilmiş fotografilerinden biridir. Nasıl hüzünlendim anlatamam. Sanki Ferhan Şensoy bana hiiç yaşlanmayacakmış gibi, heep delidolu şakalar yapacak gibi, gözleri heep delideli pırıl pırıl bakacakmış gibi gelirdi. Onun bu uzun kulaklı, yaşlanmaya mütemayil, yorgun gülüşlü yüzünü görünce fakirin aklına bütün bunların geçici olduğu geldi. Nasıl hüzünlendim anlatamam...

"In Bruges" ve düşündürdükleri...

   İkinci yahut üçüncü izlemem olduğundan ve sadece aklımdan geçenleri yazacağım için, yazımız genel olarak pek bir şeye benzemeyecektir (tanıtımdan ziyade aynı kafada arkadaşlarla filmi seyrettikten sonra yapılan geyiğe benzeyecektir) . O yüzden : izlemeyenler okumasınlar onlar için pek bir şey ifade etmeyecektir (hem de ağır spoyler içerecektir). İzlemeyenler ise sadece izlesindir (o kadar yani !) Hani sırf izlemeyenlere izletmek için arşive kattığınız filmler olur ya : bu da onlardandır.

   Biteli onbeş dakika kadar oluyor, hala hakkında düşünüyorum. Bir yerlerde şöyle bir özet buldum : "işi öldürmek olan, suçu öldürmek olan ve kurtuluşu ancak ölümde bulacak üç kişinin ölmuş ve mumyalanmış bir şehirdeki hikayesidir".. Güzelmiş.....
  • filmin bağlandığı ya da çözüldüğü sahne tam da aşağıda bulunan sahnedir.
  • bir şehir bu kadar sade ve abartılmadan mı anlatılır ?
  • Kolinferıl'ın kaşlarının kimi sahnelerde Mustafa Keser'in kaşlarına benzemesi beni benden almıştır.
  • Kule görevlisinin Heri'nin alnına tıklattığı sahnelerde Heri'nin gözünü bile kırpmaması, az sonra başına gelecekleri az çok çıkarttığım için pek güldürmüştür. (kule görevlisi yarma da ne gıcıktır ama)
  • Tevekkül denilen kavram sadece kültürümüzde yokmuş demek ki ? Ken Heri'ye "artık savaşmayacağım" derken yüzünde oluşan ifadenin tevekkülden başka bir izahı yoktur.
  • Heri tutup da domdom kurşunu almasaydı prensiplerine sadık kalmak için intiharına gerek kalmazdı  (Micıt'ın kafasının hala yerinde olmasından ötürü (Hüseyin Badem'e selamlar)).
  • Brendın Gliisın kanımca filmde en iyi rol kesen aktördür. Kolin Ferıl ve Ralf Fines de iyidirler ama Brendın Amca (belki de rolün görünümüne tam oturması nedeniyle) fark atmaktadır.
  • Karakterlerin böyle didaktik bir şekilde değil de ipuçları verilecek şekilde ve olay örgüsüne yedirilerek verilmesini seviyorum. (bu sayede konu aktıkça Ken'in dul ve kaşarlanmış bir tetikçi olduğunu, Heri'nin öfke sorunu olan bir ve muhtemelen bu konuda tedavi olan ama sadece daha da "bigger cunt" (valla ben demiyorum Ken diyor) olma kapasitesine sahip bir old bully olduğunu, ilk baştan kafası karışık tetikçi olarak yaftaladığımız Rey'in ise daha ilk işini yapmakta olan ve accaip vicdan sahibi pek o kadar da kötü olmayan biri olduğunu (aslında bu üçlünün içinde en yaşamaya değer olan insan olduğunu) anlıyoruz.) filmimizin sonunun da açık olması, seyircinin bu dileğinin izleyenin fıtratına bağlı olarak yorumlanabileceğine işaret etmektedir. (ne ne ?)
  • Filmin sonlarında Ken'in kulenin tepesine tırmanırken kullanılan müzik bu kadar mı cuk oturur (meraklısına : "The Dubliner"den "On Raglan Road" Şineydokanır'dan falan değil ama Dubliner'lerden dinleyeceksiniz). Çok isabetli kullanım, çok etkili çekimler, çok mükemmel oyunculuktur.

  • IMDB ve Vikipedi'de film için komedi demişler. Evet bazen gülmüşüzdür ama dünya ne kadar da garip bir yer !..
  • Üşenmeyip istatistik tutmuşlar her dakikaya 1.18 fucking ve türevleri kelime düşüyormuş, ancak bunları ağır irlanda aksanıyla dinlemek o kadar da yüz kızarmasına yol açmıyor, olsa olsa gülümsetiyor.
  • Müzede izlenilen kıyamet tablosundaki figürler ve mekan, filmin sonunda aynıyla zuhur etmektedir, bilmem dikkat ettiniz mi ?
  • sigara dumanına gıcık kanadalı ve şişeli eşinin yediği yumruklar içimi eritmiş, kurusıkıyla etkisiz hale getirilen dazlağımız ise tüm bu trajediye neden olduğu için içimi kabartmıştır. (İÇSES- Bu bir film, onlar oyuncu arakolpa, hiçbiri gerçek değil... ARAKOLPA - Olsun benim için erir, kabarır sana ne ! (bizler çok normalim yahut ben çok normaliz))
  • uykum gelmese daha da yazarım ama bakalım belki dördüncü seyirden sonra...



15 Ocak 2013 Salı

"Idiocracy" Hal-i Pür Melalimiz...

   Evrim kuralı belli. En akıllı, en hızlı, en güçlü vs. yaşar. Diğerleri budanır.
   Günümüz toplumunda işler böyle yürümüyor. Piramidin üstündekiler fazla çocuk yapmayı tercih etmezken piramidin altındakiler akla zarar bir şekilde çok ürüyorlar. Ve onları bertaraf edecek avcılar da yok. 
    Bu eğilim devam ederse toplumumuz 500 yıl sonra nasıl olur ?
   İşte filmimiz çok etkili bir giriş yaptıktan sonra bu soruya cevap aramaya koyuluyor.
   Filmimiz, çok etkili ve inandırıcı bir antre yaptıktan sonra ilginç mecralara akıyor ve arada yaran sahnelerden sonra herhangi bir çözüm getirmeyip, selamını verip sahneden çekiliyor.
   Amerikan ordusunun (sadece kimsesiz olduğu için seçilen) orta zekada bir askeri, bir deney sonucu uyutuluyor, unutuluyor ve 500 yıl sonra tesadüfen çözülüyor. Bir de ne görsün : dünyamızdaki en zeki insan odur. Konumuz budur...

   Belli ki fazla bir bütçe ile çevrilmemiş bir yapımla karşı karşıyayızdır. Oyunculardan bir tek Luk Vilsını tanıyoruz (Vesendırsın filmlerinden çok takdirimizi almışlığı vardır). Diğerleri ise (senaryo gereği) çok da fazla ünlü olmayan ve akıllı bir duruş sergileme gereğinde olmayan stereotip şahsiyetlerdir (prezidınt kamaço yarmaktadır). Geleceğin sadece Amerikasını görme fırsatını buluyoruz. Nedir : geleceğin, ilk görüşte felaket güldürücü gelse de, biraz düşününce aslında korkunç olduğunu idrak ediyoruz. Masturbasyon otomatlarına dönüşmüş kahve dükkanları, tüketimin ve medyanın varmış olacağı nihai sonuç ve insanların havsala dışı eblehlikleri...

   Bu tablo insanı güldürür. Hele bazı sahnelerde iyice yardırır. Mesela IQ testinde sorulan soruların ve insanların verdiği tepkilerin temaşası... Lakin film bittikten sonrasında biraz tefekküre dalarsanız verilen mesajın çok da abartılı olmadığı hatta düpedüz gerçek olduğunü düşünüyor ve dehşet içinde kalıyorsunuz.  Üstelik IQ katsayısının fazla iddialı olmayan güzel ve yalnız ülkemdeki durumun 500 yıl sonrasını değil, (bu ivmeyle giderse) 50 yıl sonrasını bile hayal etmeniz; bünyede kaynar suda haşlanan ıstakoz etkisi yaratmakta. 
   Sinemaya eğlenme amaçlı yöneliyorsanız filmimizi izleyebilirsiniz. İkinci yarıdan sonra sinemasal açıdan biraz gevşeme yapsa da sonuna kadar izlenebilir (birçok sahnede gülmek garanti). Lakin fakir gibi distopyaya meraklıysanız kaçırmamanız gerekir. Daha önce belirttiğim gibi film bitince düşünecekleriniz biraz keyfinizi kaçırabilir ama demedi demeyin !...

14 Ocak 2013 Pazartesi

"A Woman in Berlin" Savaş Kötüdür...

   İşgaller beraberinde tecavüzleri de getirir. Savunmuyorum, tespit yapıyorum. Destrodonun zuhuru libidoyu da tetikler ve süperego altedilir. İnsanlığın bu noktaya gelebilmek için binlerce yıldır verdiği uğraş, şiddetin ortaya çıkmasıyla langır lungur yıkılır. Bu cilayı sabitlemek içinse, dipte yatan şiddet mahlukunu hiç uyandırmamak gerektir. Kimimiz bu mahluku doyurmak için vurdulu kırdılı filmler seyrederiz, kimimiz bilgisayar oyunlarında zombi vururuz, kimimiz futbol seyrederiz, kimimiz dedikodu yaparız. Herkesin yöntemi kendine... Lakin bu haris mahluk, savaş denen devlet destekli mekanizma ile uyandırılırsa hemmen kardaşı libidoyu da kendine yarenlik yapmak üzere uyaracak ve birlikte ahlak moral süperego falan dinlemeyerek adeta adi bir zırtlana dönüşecektir. (zırtlan : yozlaşmış sırtlan). Öyleyse ne yapacağız : savaş olmasın diye vargücümüzle karşı duracağız, en azından dileyeceğiz, itikadımıza göre dua edeceğiz. Farkındaysanız yazı, film tanıtımından başka mecralara kayıyor, titreyip kendimize dönerek filmimize geçelim.
    "2.Dünya Savaşı biter, onun hikayesi başlar" diyor filmin afişlerinden birinde. Katılmıyorum, ilk bir kaç dakikada onun hikayesinin başlangıcını da görüyoruz. "Berlin düşer, kadınlar hayatta kalma mücadelesi verirler." Konuyu da bu şekilde özetledikten sonra gelelim sübjektif yorumlarımıza.
   Almanya'da filmimize esin olan kitap yayınlanınca kızılca kıyamet kopmuş, kitabın yazarının ismi hep anonim olarak kalmış. Neymiş : alman kadınlarını kötülüyormuş. Yok öyle bir şey ! Filmde izlediğimiz kadınların tümü de en derin içgüdümüzü yaşayakalmaktadır, yaşamı sürdürme içgüdüsü... 
   Yönetmen bey; filmin ilk dakikalarından itibaren yıkıntılar arasındaki kadınların, bir ordu dolusu (bu benzetme mecazi değildir) testosteron bulutları içinde dolaşan işgalci askerlerin arasındaki kurbanlık kuzu görüntülerini çok iyi aktarmıştır. İnsanın içi ürperiyor. 
  Sadece işgalci rusların değil alman ordusunun da üstüne taşlar atılmıştır. Yani aleni bir kayırma yoktur. Sadece olay Berlin'de geçmektedir. Ruanda'da, Bağdat'ta, Paris'te, Atina'da da geçebilir ve fon değişir. Aktörler yine aynı replikleri tekrarlar aynı sahneleri oynarlar. Hiç fark olmaz.
   İki saati geçen süresi ile, karamsar (aynı zamanda gerçekçi) bakış açısı ile, çizdiği ana ve yan karakterlerin sahiciliği ile (akkoyunlar, karakoyunlar, onuru ile ölenler, onuru yaşamaya tercih edenler, zalimler, mazlumlar vs.vs.) filmimiz kendini bir şekilde izletmiştir.
   Nina Hoss bizi şaşırtmamış çok iyi oynamıştır.
   Moğol piyade, olağanüstü şarkısı (o baslar o gırtlaktan nasıl çıkar ? aklım çıktı !) ve durağan oyunculuğuyla bana çok sahici gelmiştir.
   Eğlenmek için değil ders almak için izlenirse pek şükela olur.
   Çocuklar için sert sahneler içerdiğinden afiş uyarısına uymakta fayda vardır (16+)
   Düşmeyi resmen ilan eden generalin ifadesi de vurucudur.

   Şu aralar izlemekte fayda vardır (belki izleyenlerde savaşın gerçekleri konusunda bir idrak patlaması olur)


"Cebi Delik" Yazarak Hayatını Kazanmaya Niyetlenenlere.

   "Bir haftada iki Pol Oostır kitabı okunur muymuş ?" diyen bibliyofillere verilecek cevabi tarzda bir kitabımızın tanıtımına hoş geldiniz ifhal olmaz bibliyofiller !...
   Bir kere "Hand to Mouth" (ki meali : "elden ağıza"dır, "cebi delik"de bunu karşılamasına karşın "elden ağıza" daha hoşuma gitmiştir) roman ve hatta novella değil, üstelik tam da otobiyografi denemeyecek kadar kuralsızca, adeta sohbet edilircesine sunulan bir hayat öyküsüdür. Bir günde bitti. Yavaş okursanız Ankara-İstanbul otobüs seyahatinde biter, hızlıysanız yağmurlu bir İstanbul akşam trafiğinde halledilir (131 sayfa). 
   Evet okunmasına çabuk okunur da hazmı da bu kadar kolay mıdır ? Hayır...
  Bay Oostır (biliyoruz ki kendisi artık dünya nimetlerinden faydalanmakta herhangi bir ekonomik zorluk çekmemektedir) çocukluğundan başlayarak yazma serüvenini aktarmaktadır bizlere. İçinde yazma güdüsü olan bir insanın hayatın olağan zorluklarıyla başa çıkmasını (yahut çıkamamasını), vahşi kapitalizmin geçerli olduğu günümüzde sanata yönelimin zorluklarını ve buna benzer ikilemleri, yaşadığı yerler, kişiler ve olaylarla satırlara yerleştirmektedir. Yazarın kitaplarına aşinaysanız; kitapların yazarın hayatından nasıl esinlendiğini görmek adına çok ilginç ipuçları içeren, dili akıcı, sıkmayan bir otobiyogfimsidir. Nedir : kitapta değişmeyen yegane olgu yaşam gailesidir. Üstelik sonunda bunun ne şekilde nihayete erdiğini de görememekteyiz. Bu açıdan biraz güdük kalsa da, yazmaya ve hayatını bu şekilde kazanmaya niyetlenmiş kalem efendisi olmaya niyetli kişilerin okuyup, hazmetmelerinde sayısız yararlar vardır.  Kütüphanenize katmayabilirsiniz lakin bir şekilde elinize geçerse kaçırmayınız derim...


"Seven Psychopaths" Şaşırmadım !...

   Bay Martin yine şaşırtmadı beni. Bitince ağlasam mı gülsem mi diye bocaladığım bir film çekmiş. Yine...
   "Brüj'de" pek güzeldi. Bir süredir de bekler olmuştuk 7 psikopatı. Kısmet bu geceyeymiş.
   Afişin yanındaki kasta bir bakın adeta Brahman kastı.  Kolinferıl var, Semrakvel var, Vudiherılsın var, veee kült aktörüm Kristofırvolkın var, üstüne kaymak olarak da Tomveytz var. Şimdi bu kadro yanyana dizilip geyik yapsalar ben yine izlerim. 
   İrlandalı (üstelik de eli kalem tutan irlandalı) yazarımız, yedi psikopatlı bir senaryo yazmaya hallenir, olaylar gelişir. Konu budur.
   İşleniş ve senaryonun ilerlemesi ise ayrı bir hikayedir. İşin hoş tarafı filmin içindeki senaryoyla izlediğimiz filmin senaryosunun paralel bir gelişme göstermesidir. İkisinin arasındaki korelasyonlar, dikkatli olmayan trol izleyici kitlesi için biraz kafakarıştırıcı olabilir. Filmimiz iki bölüme ayrılmış (tıpkı filmde yazılan senaryo gibi), ilk yarıda biraz Tarantino etkisi görülse de ikinci yarı aksiyon biraz durulmakta, diyaloglar daha bir ön plana geçmektedir. Son bölümde Hans'ın çözümü olan senaryo düğümünün çözülmesi ve Hans'ın filmdeki sonu arasındaki bağıntı da dikkatli sinefillerin gözünden kaçmayacaktır. Film süresince hiç bir hayvana zarar verilmemesi de dikkat çekecek kadar göze batmaktadır. (Boni'nin hastasıyım !...)
   Komedi ve kara film ve suç ve senaryo yazma süreci konularına ilgiliyseniz öneririm. Yalnız bir "Brüj'de" değil onu baştan belirteyim. Bir de tarzında komedi falan diyerek çoluk çocukla izleme yanlışına düşmeyin, akan kanlar/patlayan kafalar Tarantino filmlerini aratmamaktadır. 

 

FİLMİ SEYREDENLER VE SEYRETMEYE NİYETLENENLER İÇİN KÜÇÜK BİR KAÇ NOT :  Kolinferıl'ın ilk korktuğu sahnelere bir bakın, adam kendini aşmış.
Tam gülmeye niyetlendiğiniz sahnelerin hemen sonrasında yönetmen hemmen protogonistlerden (birkaç tane var) birini harcamaktadır, ne ağlatmakta ne güldürmektedir.